Diyanet İşleri Başkanlığı’nca hazırlanıp Diyanet’e bağlı camilerde 13 ve 20 Ekim Cuma namazlarında okunan hutbeleri dinledim. Bu yazı aslında o hutbeleri dinlerken kafamda oluşmuştu da cami ve hutbe dinleme adabını bilmesem “Hoca, hoca! Müslümanlar neden bu haldeler? İçine düşülen bu durumda İslam ülkelerinin hiç mi kusurları yok?  Biraz da ondan bahsetsen olmaz mı” diye seslenecektim!

Hutbeler İsrail – Filistin meselesi üzerine hazırlanmıştı ve bu konuda yıllardan beri dinleye geldiğimiz hutbelerden farklı değildi. Çünkü dön baba dönelim misali hemen her yıl benzer durumlarla karşılaşıyor, benzer hutbeleri dinliyoruz. Çünkü Müslümanlar olup bitenden ders almıyor, öğüt dinlemiyor, akıllarını kullanmıyor. Yazımı tamamlamak için 27 Ekim hutbesin görmek istedim ama Cuma hutbelerini her hafta perşembe günleri servis eden Diyanet nedense bu hafta bunu yapmadı. Haliyle pek çok spekülasyon yapıldı. “Bakara makaracıdan rica etsinler”, “29 Ekim’i kutlamaktan nasıl yırtarız diye düşünüyorlardır”, “Cumhuriyet ve Atatürk’ten bahsedelim mi diye düşünüyorlardır” gibi pek çok ifadeye rastladım. Derken 27 Ekim Cuma günü nihayet saat 10.00’dan sonra Diyanet’in “Vatan Millet Sevdasıyla Nice Yüzyıllara” başlıklı hutbesi açıklandı.

Hutbe adabı gereği elbette ayet ve hadislerle giriş yapıldıktan sonra, “…Bu topraklar, kıyamete kadar huzur ve güven içinde yaşamaya azmettiğimiz yurdumuzdur. Aziz şehitlerimizin canlarıyla, kahraman gazilerimizin kanlarıyla, Millî Mücadelemize önderlik eden devlet büyüklerimizin azim, gayret ve kararlılıklarıyla bize bıraktıkları yüce bir emanettir” ifadesine yer verilmiş. İyi de ordusu dağıtılmış, payitahtı ve yurdun büyük bölümü işgal edilmiş, Padişahı sarayına hapsedilmiş bir devletin kurtuluşu için hiçbir ümit ışığı yokken “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diye ortaya çıkan Gazi Mustafa Kemal’in adını anmak gerçekten çok mu zor? Hutbenin açıklanmasını bunun için mi geciktirdiniz? Bu konudaki ithamları, spekülasyonları niye haklı çıkarıyorsunuz? O cümlenin başına “İstiklal Savaşımızın Baş Komutanı, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’in büyük bir inanmışlıkla söylediği gibi” kelimelerini koyuverseydiniz Kıyamet mi kopardı? Peygamberimiz “Nefret ettirmeyiniz müjdeleyiniz” buyuruyor ama bu tutumunuz devam ettikçe millet nefret ediyor ve camilerden kopuyor, Cuma Namazlarını terk eden pek çok insan var. Hem birlik ve beraberlikten söz ediyor hem de ayrılığa zemin hazırlıyorsunuz. Hala görmüyor, duymuyor, anlamıyor musunuz? Biz toplumun içinde yaşıyor ve görüyor, duyuyor, şahit oluyoruz. Koltuklarınızdan kalkın, makam araçlarınızdan inin ve tebdil-i kıyafet ederek insanların içine bir girin bakalım neler neler konuşuluyor. Buna sebep olmanın vebalinden korkulmuyor mu?  27 Ekim Cuma Hutbesi de Cumhuriyetimizle başlayıp Filistin konusuna bağlandığı için tekrar başa dönelim…

“Zulümle abad olunmaz” başlığı altında yayınlanan 13 Ekim tarihli Cuma hutbesinde okunan “Allah inkâr edenleri ve zalimleri asla bağışlamayacaktır. Onlara bir çıkış yolu da göstermeyecektir” mealindeki Nisa Suresi 168, “Kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır” mealindeki Saff Suresi 8. Ayetlerle yine aynı hutbede okunan “Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur” mealindeki Hadis-i Şerif’e kim itiraz edebilir?

Ancak olup bitenleri, başa gelen felaketleri ve kurtuluş reçetesini hemen Allah’a havale ederek geçiştirmek doğru mudur? Yeryüzünde yaşayan bir buçuk iki milyar Müslüman’a ve “İslam ülkesi” diye bilinen devletlerin yöneticilerine diyecek sözünüz yok mu? “Allah’tan ümit kesilmez.” Doğru ama o ümidi hak etmek için Müslümanlara düşen vazifeler de olmalı değil mi? İslam ülkeleri birbirlerinin kuyusunu kazmayı bırakıp birazcık düşünseler, nerede hata yaptıklarını anlayıp tedbir alabilseler, bilim yoluna girip teknoloji ile tanışabilseler de hazıra konmaktan vazgeçseler mesela!

Haritada İsrail’in konumuna, yüzölçümüne, nüfusuna bakınca insanın “Ateş olsa cürmü kadar yer yakar” diyesi geliyor ama öyle değil. Çağa ayak uyduran teknolojisi ile, ülke içinde ve dışında olan şirketleri, lobileri, bilinenden ve görünenden fazla olan ekonomik gücü ile dünyaya kafa tutabiliyor. Başta ABD olmak üzere hemen bütün Avrupa devletleri ve hatta Rusya’nın bile desteğini alabiliyorlar. Küreselleşen dünyada bunun ne kadar önemli olduğu ortada.

Aynı hutbede, Gazze özelinde Filistin’in ve Filistinlilerin uğradığı zulümden söz ediliyor, “Gazze’de bugün tüm dünyanın gözü önünde tarihin en büyük zulmü yaşanmaktadır. Bütün bu baskı ve zulümlerin karşısında Müslümanlara özgürlük mücadelesinde direnmekten başka çare kalmamıştır” deniyor ve ekleniyor: “Kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” İyi, güzel, hoş söylüyorsunuz da bu konuda Müslümanların bir gayreti var mı? Mehmet Akif merhumun şiirlerine, sözlerine sık sık başvuruyorsunuz ya; tam yeridir şimdi:

“Kadermiş öyle mi? Haşa bu söz değil doğru/Belanı istedin Allah da verdi… Doğrusu bu”

“Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun/Onun hesabına birçok hurafe uydurdun

Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya/Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!”

20 Ekim tarihli Cuma hutbesi ise “Rahmet ve sekinet müjdesi İnşirah Suresi” başlığı altında yayınlanmıştı. Peygamberliğinin ilk yıllarındaki o zorlu ve sıkıntılı günlerde O’na bir ferahlık, bir müjde olarak indirilen bu sure elbette durduk yere gelmemişti. Peygamber Efendimiz akıl almaz sıkıntılara, baskılara rağmen Allah’tan aldığı emirleri yerine getirme gayretinde idi. Elbette O’nun için “Her zorluğun ardından bir kolaylık” gelecekti. Çünkü O bir Peygamber’di, Allah’ın elçisi idi. İsrail – Filistin meselesi adeta karıncalarla fillerin savaşa girmesine benziyor. Filistinliler ellerindeki basit silahlar, ilkel füzeler, taş ve sopalarla en gelişmiş silahlara, hava koruma sistemlerine sahip olan bir ülkeye karşı ne yapılabilir, nasıl zafer kazanabilir ki? Tarih’ten ders almak, teknolojiyi takip etmek ve ekonomik güce ulaşmak gerekiyor.

1517 Yılında Osmanlı Türkleriyle Mısır’daki Memluk Türk devleti arasında geçen ve Osmanlıların zaferi ile sonuçlanan savaşı hatırlayalım. Memluk Sultanı Tomanbay esir alınınca Yavuz Sultan Selim’e, “Ordunuzdaki toplara karşı koyamadık” diyor. Yavuz, “Sizin topunuz yok mu” deyince de “Peygamberimiz ‘ok ve kılıç kullanın’ demiş. Onun için böyle savaşıyoruz” cevabını veriyor. Yavuz Sultan Selim’in ona cevabı ise tam da günümüzdeki cehalet ehlinin suratına inen bir şamar gibidir: “O zaman ok ve kılıç vardı şimdi de top!”  Günümüzde ise topları fersah fersah geride bırakan tanklar, füzeler, nükleer silahlar, gece gündüz her hareketimizi gözetleyen sistemler, teknoloji harikaları…

Hutbede, Peygamberlerin uğradığı sıkıntılardan Allah’ın yardımı ile nasıl kurtuldukları anlatılıyor, anlatılıyor, ayetler hadisler okunuyor. Onlara inandık ve doğruladık. Yalnız şartlar ve gerçekleri göz ardı ederek ümit vadetmek insanları hayal kırıklığına uğratıp dinden soğutur.  Özellikle Diyanet, “Fakirler Cennet’e herkesten önce girecek, hizmetlerine yüzlerce huri verilecek, kahvaltıda bilmem kaç bin yiyecek sunulacak” diye müritlerini avutanlar gibi olmamalıdır. Adeta “Din afyondur” diyen komünist felsefeciye hak verircesine Müslümanlara, “Yat yat uyu, bu sıkıntılara da kafayı takma, Allah mutlaka yardım edecektir” deniyor ki vebali çok büyüktür. Elbette din afyon değildir, Müslümanların vurdumduymazlığı İslamiyet’e bağlanamaz. Onun için din adına konuşanların çok dikkatli davranmaları, kaş yapayım derken göz çıkarıp dinin afyon gibi kullanılabileceği izlenimi vermemelidirler. İnananları karamsarlığa düşürmemek, ümitlendirmek elbette şarttır ama bu şartın da şartlarının olduğu unutulmamalıdır. Ne demişler? “Emeksiz yemek olmaz!”

Hutbelerde cesur olunmalı, “En üstün cihat zalim Sultan’a karşı Hakkı söylemektir” buyuran Peygamber Efendimiz ve zindana atılma, öldürülme tehditlerine boyun eğmeden “Sultanın sofrasına oturan alimin fetvasına itibar edilmez” diyen İmam-ı Azam Ebu Hanife gibi davranılabilmelidir. Kısacası İslam ülkelerindeki din alimleri, ulemalar gerektiğinde yönetenleri siygaya çekecek hitaplarda bulunabilmelidirler. Filistin’de, Doğu Türkistan’da ve dünyanın neresinde olursa olsun zulüm altında inleyen, toprakları işgal edilenler varsa onlar için ne yaptıkları sorulmalı, sorulabilmelidir. Eller teknolojide çığır üstüne çığır açarken İslam ülkelerinin hazıra konmaları irdelenmelidir. Nasıl ki asker ocağı yan gelip yatma yeri değilse cami kürsüleri ve minberleri de üç ayet beş hadis okuyup efsane ve rivayetlerle süsleme yerleri değildir. Mehmet Akif yine rahmet istedi:

“Adam, aldırma da geç git diyemem/Çiğnerim, çiğnenirim; hakkı tutar kaldırırım!”

İslam ülkeleri tıpkı ABD, Rusya, Çin, Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya gibi teknolojide ve diplomaside güçlü olsalardı İsrail Filistin’e, Çin Doğu Türkistan’a kafa tutamazdı. Irak, Suriye, Libya bu hallere düşmez ve “Şimdi sıra İran’da mı Türkiye’de mi ya da nerede” diye endişe içinde olunmazdı. Doğu Türkistan yetmiş yıldan fazladır ki Çin’in işgali altında. Orada 30 – 40 milyon Müslüman Türk esaret altında inliyor. Gelin görün ki başta Türkiye olmak üzere hiçbir İslam ülkesi Çin’i kınayıp boykot etme yoluna gitmiyor. Mesela ikide bir “Yahudi mallarını, Alman, Fransız mallarını protesto edelim” haberleri, paylaşımları çıkıyor da Çin mallarına ses çıkaran yok. Filistin için gösterilen tepkiler ise ancak kınamadan ve yapılan dualardan, hutbelerle vaazlarda okunan ayetlerle hadislerden ibaret kalıyor. Bir de çeşitli dernek ve grupların düzenlediği protesto gösteriler var.  Siyasi partilerin yaptıkları konuşmalar ise daha çok bu konuda hassasiyeti olan milletimize yani tribünlere hitap ediyor.

Bir de bu konuda asıl ön alması gereken iktidar cephesi var tabii. Sayın Dışişleri Bakanı o ülkeden bu ülkeye pek çok yere gidip görüşmeler yaptı. Sayın Cumhurbaşkanı telefon diplomasisi kurmaya çalıştı. İyi, güzel; olması gereken budur. Ancak elimizle yapılan ya da yapılmaya çalışılanlar “Keskin sirke küpüne zarar verir” misali dilimizle bozuluyorsa hiç ama hiçbir işe yaramaz. Nitekim son günlerde yapılan ateşli konuşmalar ve hele de 28 Ekim günü düzenlenip Cumhurbaşkanı’nın da katılacağı bildirilen miting diplomasi yoluyla yapılmaya çalışılanları boşa çıkarır. Çünkü tıpkı cami kürsüleri gibi devlet yönetimi de ağlayıp sızlanma yeri değildir. Devletler etkilerini diplomasi yoluyla konuşarak göstermelidirler. Değilse acizlik olur.

Cenab-ı Allah Rahman Suresi 33. Ayette “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin ötelerine geçmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Fakat Allah’ın verdiği özel bir güç/ilim olmadıkça geçemezsiniz” buyuruyor. Peygamberimiz, “İlim Müslümanın yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır” diye öğüt veriyor. Peki biz ne yaptık ve ne yapıyoruz?

İlim yoluna girmeden, teknolojik atılımlar yapmadan, düşmanla baş edebilecek güce kuvvete kavuşmadan kınamalar ve dualar çare olmaz. “Gayret bizden yardım Allah’tan” diye güzel bir temennimiz, bir duamız vardır da o gayret bir türlü semtimize uğramaz. Din adamları hem insanları hem de yönetici konumunda olanları bu konuda uyarmalı, gayrete getirmelidirler.

Son söz: Cami kürsüleri ile devlet yönetimi yalnızca ağlayıp sızlanma yerleri değildir. Dokuzuncu, onuncu asırlarda ilim dünyasına ışıklar saçan Müslümanların nasıl bu hale geldikleri, getirildikleri de sorgulanmalı, Kur’an ve bilimin yol göstericiliği ile yeniden harekete geçilmesi konusunda rehberlik edilmelidir. Yoksa Filistin için, Doğu Türkistan için daha seksen sene, yüz sene yas tutar, yasımızı gelecek nesillere devreder, sığınmacı akınlarını önleyemeyiz.