“Komşularla sıfır sorun!..”  Kulağa ne hoş geliyordu değil mi?

Bu, dikensiz gül bahçesi demekti ama unutulan bir şey vardı; dikenleri olmasa güllerin sapları rüzgârlara, üzerlerinde serenat yapan bülbüllerin ağırlıklarına ve gelip geçenlerin dokunuşlarına dayanabilir mi idi? Önemli olan gülleri dikenleri ile birlikte sevmesini öğrenmek, tıpkı aile hayatında olduğu gibi komşularla da kırıp dökmeden yaşamasını bilmekti ama olmadı, olmuyor.

Her ne kadar iktidar çevreleri ve şakşakçıları dış politikada başarılı bir grafik çizildiğini allandıra ballandıra anlatıyor olsalar da durum  öyle değil. Bu konuda güdülen politikalardaki tutarsızlıklar,  bir öyle bir böyle yapılan konuşmalar derlenip toparlandığında ortaya çıkan zikzaklar, en usta grafikçileri bile yoracak durumda. Hani adettendir, “Ben söylemiştim, ben yazmıştım” denir ya,  habererk.com’da Mart 2021’de yayınlanan “Sıfır Sorundan Pek çok  Soruna… ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE YAP-BOZ POLİTİKASI” ve Kasım 2021’de yayınlanan, “AKP İÇİNDE SAĞDUYU SAHİBİ BİR KİŞİ BİLE KALMADI MI” başlıklı yazılarıma göz atmakta fayda var. O yazılarımda geçen ifadeler son aylarda Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’la, son günlerde de Suriye ve İsrail’le barışmak için yapılan temaslar, söylenen sözlerle birlikte değerlendirildiğinde daha çok anlam kazanacak ve testi kırılmadan yol göstermeye çalıştığımız anlaşılacaktır.

Önce, Mart 2021’de yayınlanan yazımdan bazı paragraflar aktarayım:        

“AKP iktidarları  “Komşularla sıfır sorun” parolası ile işe koyulmuştu. Suriye’yi yöneten Beşar Esad’la can – ciğer kuzu sarması aile pozları veriliyor, Fenerbahçe Spor Kulübü Suriye’ye gönderilerek bir dostluk/kardeşlik maçı yaptırılıyor, “Kardeşim Esad – Kardeşim Tayyip” hitapları ile ortak Bakanlar Kurulu bile toplanıyordu. Mısır’la da iyi ilişkiler vardı. Öyle ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2012 yılında Mısır’a giderek Kahire’de adeta bir miting bile düzenlemişti.           

Ön hazırlıklardan sonra “Arap Baharı” gibi kulağa hoş gelen bir isim altında Libya, Tunus, Mısır, Suriye ve Irak’ta iç isyanlar başlatıldı. İran’a uluslararası ambargolar uygulandı. ABD, yine kulağa hoş gelen ve başta bölge halkı olmak üzere dünyaya ümit saçan bir söylemle oralara “Demokrasi getireceğini!” söylüyordu. Demokrasi için bir ülkenin kendi vatandaşları gerektiğinde kan da dökebilir, can da verebilirdi ama Amerika demokrasi getirmiyor, düpedüz kaos yaratıyor, el attığı her ülkeyi adeta yaşanmaz hale getiriyordu.

Bu arada AKP iktidarlarının o “Komşularla sıfır sorun” hayali de güme gitti. “Kardeşim Esat” “Diktatör Esed”e dönüşürken Mısır’ın iç meselesi de bizimkilere dert oldu ve Büyükelçimizi bile geri çekiverdik. Mısır’da, Suriye’de, İsrail’de Büyükelçimiz yok. Başbakan Erdoğan Şubat 2011’de “Libya’da NATO’nun ne işi var? Böyle bir saçmalık olur mu yahu” diye karşı çıkıyordu ama Türkiye Mart 2011’de 5 Savaş Gemisi ve bir Denizaltı ile NATO güçleri arasındaki yerini alıyordu. Böylece, 1974’teki Kıbrıs Harekâtımız sırasında bize yardımcı olan Kaddafi’yi de üzüyorduk. Sonra olanlar oldu, Libya bölündü ve bir iç savaş başladı. Türkiye haklı olarak meşru Libya Hükümeti’nin yanında yer alarak anlaşmalar da imzaladı ama orada da hassas bir denge politikası gerekiyordu. Çünkü yarınların ne getireceği, Libya’da hangi grubun söz sahibi olacağı belli değil.

Irak’ta Saddam, Mısır’da Enver Sedat, ardından Mursi, Libya’da Kaddafi gitti ama değişen bir şey olmadı. Üstelik akla gelebilecek hemen her şey, her konu eskisinden binlerce, milyonlarca defa daha kötü. Irak, Suriye, Mısır, Libya ve hatta Tunus’ta milyonlarca insan boş yere hayatını kaybetti pek çoğu da sakat kaldı, kardeşi kavgalarının önü açıldı. Türkiye’de en az 5 – 6 milyon sığınmacı var. Kendi derdimiz kendimize yetmezken mecburen onlara da bakıyor, elden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyoruz. Üstüne üstlük ABD ve Rusya’nın göz yumması ile Irak’ta bir Kürt Devletçiği kuruldu, Suriye’de de PKK/PYD devletçiği oluşturulmak üzere. Kısacası işimiz çok, derdimiz büyük. En son, Papa’nın Irak ziyareti sırasında ortaya çıkan “Hatıra pul”daki harita bir hançer gibi Anadolumuza saplanıyordu ve bu ilk de değildi. Hayatını idame ettirebilmesi için pek çok bakımdan Türkiye’ye muhtaç olan Barzani yönetimine bu hadsizlikleri kesin bir dille bildirilmediği için Papa’nın gelişini de fırsat bilerek, hayal ettikleri Kürdistan’ın Türkiye’nin bağrına saplanacağını akıllarınca dünyaya ilan etmiş oldular. Keza, Suriye’deki duruma hâkim olamadığımız için yurt dışındaki tescilli tek toprağımızı terk ederek orada bulunan Süleyman Şah Türbesi’ni de sınırımıza taşımıştık.

Kıbrıs’ta ise ömrünü Kıbrıs davasına veren, Bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kuran, Kıbrıs davasını ve Türkiye’nin bu konudaki ana politikasını en iyi bilen kişi olan Rahmetli Denktaş’ın Türkiye’ye gelip gidişlerinden rahatsız olunarak adeta kovulmuştu. Durumun vahameti, AKP iktidarının desteği ile seçilen Mehmet Ali Talat ve Mustafa Akıncı Türkiye’den çok Rum politikaları doğrultusunda icraat yapınca anlaşılabildiği için son seçimlerde Denktaş ekolünden gelen Ersin Tatar’a destek olundu. Yani ne olup biteceği gün gibi ortada olan konularda bile büyük öngörüsüzlük vardı.

Peki, neden böyle oldu, niye bu hale geldik?

Eskiler, “Bana benden olur her ne olursa, başım rahat eder dilim durursa” diye boş yere söylememişlerdir. Atatürk, daha sonra 1942 – 1944 yılları arasında Hariciye Bakanı olarak da görev yapacak olan zamanın Hariciye Kâtibi Umumisi (Dışişleri Genel Sekreteri) Hüseyin Numan Menemencioğlu’na, “Komşuların iç işlerine karışmayın” talimatını vermiş, sonra da eklemiştir: “Arap ülkeleri ile tarihi, sosyal, kültürel ilişkileri geliştirin fakat aralarındaki anlaşmazlıklara karışmayın.”

Bu, büyük öngörüleri olan büyük bir devlet adamının talimatlarıdır. Biz ise ABD ve bazen de Rusya’nın dolduruşlarına gelip Mısır’ın, Libya’nın iç işlerine karışarak “Müslüman Kardeşler” adıyla anılan grupları kendi hükümetlerine karşı destekleme gayretine düştük, Irak meselesinde de etkisiz kaldık. Bin yıllık Türk yurdu olan Kerkük ve çevresinin demografik yapısı değiştirildi, Türkmenler adeta sahipsiz kaldılar. Barzani yönetiminin duruma hâkim olması yetmezmiş gibi Türkmenler PKK çetelerinin de kuşatması altında. Türkiye Cumhuriyeti, Irak Merkezi hükümeti ve Barzani yönetimi ile kesin bir dille görüşerek Türkmen kardeşlerimizin haklarını korumak zorunda ve mecburiyetindedir.

Askerlikte, “Yığınakta yapılan hata cephede telafi edilemez” diye bir tespit vardır. Kısacası,  işin başında ya da stratejide yapılan hatalar halka halka eklenerek büyür ve içinden çıkılamaz bir hale geliverir. Çünkü açılan yaraları sonradan onarmaya çalışmak tıpkı eskiyip dökülen bir yapıyı tamir etmeye kalkmak gibidir; bir türlü düzen tutmaz.

Günümüzde bir “Doğu Akdeniz” meselesi var. Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler Türkiye, Suriye, İsrail ve Mısır ama Türkiye nerede ise dışlanmış ya da yalnız bırakılmış durumda. İktidar sözcüleri bir zamanlar bu duruma “Değerli yalnızlık” diyorlardı ama günümüz şartlarında özellikle uluslararası ilişkilerde yalnızlık hiçbir işe yaramıyor. Haklı olarak Libya ile yaptığımız “Mavi Vatan” Anlaşmasını daha önce Mısır, Suriye ve İsrail ile yapsa idik Yunanistan buralara hiç sokulamazdı bile. Ancak Mısır’ı göz göre göre ve bir hiç uğruna Yunanistan’ın yanına itiverdik. Yunanistan da Avrupa’daki ağa babalarının itmesi ile Türkiye’nin aleyhine olan her işe dalıyor, devamlı da silahlanıyor. Ege’de işgal ettiği adacıklara ve kayalıklara karşı net bir tavır konmadığı için de şirretliği giderek artıyor.

İş işten geçtikten, Suriye, Mısır ve İsrail ile köprüleri attıktan çok sonra şimdi bir yol aramaya, Mısır’la “diplomasi” kurmaya çalışılıyor. AKP iktidarları dışişleri konusunda en olmayacak işleri yaptı. Zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 26 Şubat 2019’da yaptığı bir konuşmada, “Darbeci Sisi, katil sisi” ifadelerini kullanmış, 13 Mart 2019’da “Sisi’nin oturduğu masada asla oturmam dedim. Onunla asla görüşmem dedim” diyordu. 12 Mart 2021 günü ise “Tabi gönlümüz özellikle ister ki Mısır’la olan süreci çok daha güçlü bir şekilde devam ettirelim” dedi.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron için de “Geri zekâlı, tedaviye ihtiyacı var” ifadeleri kullanılmış, Fransız mallarına boykot ilan edilmişti. Ancak 3 Mart 2021 günü kendisine “Diyalog ve işbirliği” teklifinde bulunuldu. FETÖ ile işbirliği yaptığı için tutuklanan ABD’li papaz ve Almanya için çalışan gazetecinin iade edilmeyeceği kesin olarak ilan edilmesine ve hatta “Bu can bu tende olduğu müddetçe” gibi iddialı bir cümle kurulmasına rağmen papaz için Trump, gazeteci için Merkel telefon edince hemen iade edildiler. Oysa Türkiye klasörler dolusu belge göndermesine, Bakan düzeyinde heyetlerin gidip gelmesine, telefon görüşmelerine rağmen FETÖ iade edilmedi. Keza, ABD ve Almanya’ya kaçan FETÖ elemanları ile PKK’lılar da iade edilmediler, edilmiyorlar.

Örnekler çoğaltılabilir ama gerek yok. Bilinmesi gereken şudur ki, dış politikada yapılacak işler kuyumcu terazisi hassasiyeti ile tartılmalı, ip üzerinde yürüyormuşçasına dengeye dikkat edilmeli, başımıza konan talih kuşu varsa onu ürkütmemek için de özen gösterilmelidir.

Diplomasi dilinden uzaklaşılması, pek çok alanda olduğu gibi Büyükelçi atamalarında da liyakate dikkat edilmemesi, devlet tecrübesi olmayan, uluslararası ilişkilerden habersiz ve hatta ABD ve Alman vatandaşı olanların Büyükelçi olarak atanmış olması büyük risk taşıyor. Yakın ya da uzak komşularla olan ilişkilerde, dünya düzeni gereği ilişki kurmak zorunda olduğumuz başka devletlerle olan münasebetlerde oldukça hassas olunması, diplomasi dilinin terkedilmemesi gerekiyor. Bu dil terk edilip olup bitenlerin heyecanı ile kırıp dökücü cümleler kullanılınca tamiri çok zor oluyor. Bu demek değildir ki teslimiyetçi, her şeye “evet” diyen bir politika güdülsün! 

Ekonomide, sosyal hayatta ve insan haklarında gerçek bir şeffaflığa, dış politikada da açıklığa ve tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi şaşmaz öngörülerle hareket eden, ayakları yere basan politikalara ihtiyacımız var.”

Kasım 2021’de yayınlanan yazımızdan da bazı aktarmalar yapalım:           

“Sıcak bir gündem olduğu için önce BAE/Birleşik Arap Emirlikleri konusundan başlayalım. “Körfez Ülkeleri” diye bilinen BAE ve benzerleri Allah’ın verdiği petrol zenginliği ile şımarık zengin çocukları gibi lüks ve israf denizinde yüzüyor, şatafattan taviz vermiyor ve paralarına güvenerek üzerlerine vazife olmayan işlere de karışıyorlar.

2016 yılı Temmuz ayında yapılan “Hain Darbe Girişimi”ni finanse ettikleri Türkiye’deki en yetkili ağızlar tarafından dillendirilmişti. Keza bu Emirliğin, iyi ilişkilerimizin bozulmasına sebep olan Mısır’daki darbenin de destekçisi olduğu biliniyordu. AKP iktidarı bu sebeple de BAE’ne mesafe koymuş, AKP destekçisi gazeteler BAE ve Veliaht Prens Muhammed bin Zaid’le ilgili “Şerefsiz Bunlar” manşeti ile çıkmıştı. Yeni Şafak Gazetesi’nin sorumlusu İbrahim Karagül ile şu anda AKP Merkez Yönetim Kurulu Üyesi olan ve milletin meteliğe kurşun attığı, pahalılıktan, peş peşe gelen zam yağmurundan bunaldığı şu günlerde 5000 TL’lik atkısı, 9000 TL’lik gözlüğü eleştirilince mahcup olup özür dileyecek yerde “Kapıcılar gibi mi olmamızı istiyorsunuz” deme pişkinliğini gösteren Mücahit Birinci, BAE Veliaht Prensi için neler yazmışlardı neler? Önce onları bir hatırlayalım isterseniz:

Yenişafak Yazarı İbrahim Karagül’ün 20 Ocak 2020 tarihinde, Veliaht Prens Muhammed bin Zaid’in resmi ile birlikte yayınladığı tweet:

“Bu adamı durdurmak en büyük terörle mücadeledir. Ortadoğu’nun terör trafiği BAE’li Muhammed bin Zaid’de, yani bu adamda kesişiyor. Yemen’de, Suriye’de, Libya’da, Kaşıkçı cinayetinde, avaş suçlarında hep o var. Ttürkiye’yi vuran bütün terör örgütlerini besliyor.”

AKP Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Av. Mücahit Birinci’nin 04 Mart 2020 tarihli tweet’i:

“BAE denen KABİLE’nin reisi coronavirüse yakalanmış… Firavun’un da burnuna sinek girmişti.”

Ve sıkı durun; aynı Mücahit Birinci’nin, Veliaht Prens Türkiye’ye gelirken 24 Kasım 2021 tarihinde attığı tweet:

“Bakın bazıları BAE güzellemeleri yaparlardı

BU ÜLKE Türkiye’ye mesafeli iken… Şimdi yatırımla geliyor, sövmeye başlarlar…”

Yani şimdi ben Mücahit Efendi’ye ne diyeyim, ne yazayım? “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” mu desem, Türkiye ile arası açıkken “KABİLE” olarak vasıflandırdığı bir grubu, bir topluluğu, bir yeri,  aradan iki yıl bile geçmeden “ÜLKE” konumuna getirip kendi yaptığı sövme işini başkalarına atarak yaptığı iftirayı mı anlatsam, “Böyle de dönüş olmaz ki bre Mücahit, ağır ol” mu desem? Çokbilmiş İbrahim Karagül’e, “Bu adamı durdurmak en büyük terörle mücadeledir”  dediğiniz kişi Türkiye’ye geldi ve Saray’da Devlet Töreni ile karşılandı. Şimdi önünü açmış mı oluyoruz? Söyleyecek sözün, yazacak yazın, atacak tweet’in yok mu diye sorsak mı? Ne yapsak, ne desek, neden anlarlar gerçekten bilemiyorum. Pes vallahi pes, pes!...

Ya iktidar medyasının “Amiral Gemisi” durumundaki Yeni Şafak’a ne demeli?

27 Haziran 2020 tarihli Yeni Şafak’ın  BAE ile ilgili manşetine bakar mısınız?

Ana başlık: “BAE – PKK HATTI ÇOCUK TİCARETİ”

Ara başlık ise şu: “HER KUMPASIN İÇİNDE”

23 Ekim 2020 tarihli Yeni Şafak’taki manşet ise daha iddialı:

“ŞEREFSİZ BUNLAR”

“BAE’nin başını çektiği İsrail’le normalleşmenin ucu İslami değerlerle savaşa vardı.”

Sonra iki alt başlık:

“YAHUDİLER HİCAZ’IN SAHİBİ”, “ZAYED DESTEK VERİYOR.”

Ve Yeni Şafak 25 Kasım 2021: “BAE İle 10 Anlaşma.” “10 milyon dolarlık Fon Ayırdık!”

Görüldüğü gibi 2021 yılının Mart ve Kasım aylarında yayınlanan yazılarımızda  olmuşları ve olması gerekenleri yazmışız. Hariciye’de görevli bir “Monşer”  değilim, Dış Politika Uzman değilim,  siyasetle de ilgim yok ama aklıselim bunları gerektirdiği için yazmış, fikirlerimi söylemişim. Devletimizi yönetenlerin şimdi geldikleri nokta ortada. Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’a verilmeyen taviz kalmadı. Mısır ayak sürümese neler olacaktı bilmiyoruz. Suriye meselesinde “Kardeşim Esat”tan “Diktatör Esed”e, ondan da tekrar “Kardeşim Esat” söylemine evrilmekte olan süreci ise hep birlikte dikkatle, ibretle ve hayretle takip ediyoruz.

İşin garibi her şartta durumdan vazife çıkarmasını çok iyi bilen Doğu Perinçek bu konuda ön alıyor,  bir zamanlar “Yansın Suriye, yıkılsın İdlib, kahrolsun Esad” diye kükreyen MHP Genel Başkanı da Esat yönetimi ile görüşme çabalarını destekleyen açıklamalar yapıyor. Kısacası, olup bitenlere nereden bakarsak bakalım karşımıza öngörüsüzlük çıkıyor. Zamanında yapılan ikazlar dikkate alınsa idi bu duruma düşülmeyecek ve “Madem başa dönecektik niye bu çıkmaz sokağa girdik” diye hayıflanılmayacaktı.

Yazımıza, “Dış Politikada Sıfıra Sıfır Elde Yarım” başlığını atmıştım. “Sıfıra Sıfır” belli de o “Yarım” ne diye merak edenler için açıklama yapalım: Rusya ve Ukrayna ile olan ilişkiler…

Bu konuda tutarlı bir politika yürütülüyor. Ancak karşı ülkeler buna bizden daha çok mecburlar. Buna rağmen Rusya Suriye’deki hareketlerimizi sınırlamaktan vazgeçmiyor, PKK ve PYD’yi terör örgütü olarak kabul etmiyor. Üstelik PKK’nın Moskova’daki temsilciliğini de kapatmıyor. Onun için Rusya ile olan ilişkilerimizde de tam bir başarı olduğunu söyleyemeyiz. Buçuklu ya da yarım başarılar ise iki tarafı keskin bıçak gibi tehlikelidir, ne zaman nerede, nasıl bir yara açacağı belli olmaz!