Bu yazıyı yazmakta kararsızdım. Herkes siyâset yazarken kim okur ki? Ama Mustafa Kutlu’yu okuyunca “Kesinlikle yazmalıyım.” dedim. Belki bir insanın daha hayâtı değişir.

Mustafa Kutlu, ceviz-sincap ilişkisini anlatan bir belgesel seyrettikten sonra yazıyı kaleme almış. Şöyle diyor:

“Kâinatın kitabını seyrederken, orada cereyan eden doğrudan ilişkilere bakarken ilahî nizamın nasıl tıkır tıkır işlediğini görüyorum. İçime bir ferahlık ve güven hissi doluyor. Bu âhengi bir tek insanoğlu bozmakta. Ceviz ve sincap ilişkisinden, insanların birbirleriyle ilişkilerine geçtiğimizde türlü ihtiraslar, kinler, zulümler, fesatlıklar, ikiyüzlülük, riya, açgözlülük, israf, tabiata karşı duyarsızlık, bönlük, gurur ve nefretle karşılaşıyoruz.

Beton denizi içinde yüzen bir apartımanın bilmem kaçıncı katında, bir beton dairede, gözlerim TV ekranında, tabiattan uzak ve fakat onun görüntülerine dalmış öylece hüzünlere gark oluyorum.

Neyse ki şu doğa belgeselleri bir sükunet ve içtenlik adası olarak bizleri zaman zaman içimize döndürebiliyor. Ağaçlar, sular ve kuşları bırakıp mecliste bir kanun teklifinin görüşülmesine mi, rezil bir tolk-şow programına mı, kan-revan içindeki haberlere mi bakalım yani? Sağolasın sincap kardeş.”

Kutlu’nun ekrana bakarak hissettiği ferahlık ve güveni, yerinde, yâni doğada hissetmenin zevkini yaşıyorum bir süredir ve “Ne kadar geç kalmışım!” diye de hayıflanıyorum. Belki de böylesi daha iyi. Diğer türlü memûriyeti, bürokrasiyi, Meclis’i, siyâseti, basını hep merak edip gözümde büyütecektim. Belki ben de bölge milletvekiline uğradığımda Meclis lokantasında yediğim yemeğin fişini evimin duvarına asıp, gelen gidene gösterecektim. Evet evet, böyle daha iyi. Kesinlikle özlenecek bir dünya olmadığını biliyorum artık.

Bu sabah erkenden kendimi dışarıya attım. Sokak köpekleriyle selâmlaşacak kadar erkendi. Sonra yavaş yavaş bir iki insan ve araba belirdi. Hava mis gibi... Şöyle bostanlara doğru uzanayım dedim. Bir bostanda çalışan iki hanıma yaklaştım.

“Kolay gelsin!”

“Sağol”

“Yürürken gördüm de. Bu bostan sizin mi?

“Hangi bostan?”

“İşte bu bostan?

“Sen buna bostan mı diyosun?”

Allah’tan zihnim açıktı. Yoksa, “Bacım bizde bu da yok.” diyebilirdim. Ben daha cevap vermeden devam etti:

“Biz karpuz tarlasına bostan deriz. Burası bahçe!”

“Biz sebze ekilen yere bostan deriz.”

Biraz sohbet ettik. İhtiyacım olunca uğrayabileceğimi söylediler. Düşünsenize, evde maydonoz yok, git bostandan tâze topla.

Az ileride, suyu boncuk gibi akan bir dere gördüm. İçim açıldı. Daha da heveslendim. Tabana kuvvet devam…

Yürüdükçe gördüğüm güzel evlere, bahçelere hayran hayran bakakaldım. Oturduğum ev cılız ve kurak geldi. Oysa daha geçen gün arkadaşımın hediye getirdiği kiraz ağacını dikerken neredeyse ağlayacaktım.

Ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum. “Herhâlde kayboldum.” diye düşünürken hepimizin yolunun düşeceği bir bahçeye rastladım. Ağaçların, çiçeklerin altında yatanlara baktım. Kim bilir buralarda nasıl bir ömür sürdüler?

Kendimi Tolstoy’un hikâyesindeki adama benzettim. Dolan dolan eni sonu 2 metrekare yer… İktidar ol, muhâlefet ol, eni sonu iki mertekare yer... Memur ol, bakan ol, eni sonu iki metrekare yer…

Tekrar köye doğru yürümeye başladım. Duraklarda, merkeze işe gitmek için bekleyenler çoğalmaya başladı. O kadar çok yağmur yağdı ki asmalar yeni sürgün vermişler. Dokundum, ipek gibi.

Yukarı tepelere doğru baktım. Biraz daha cesâretim gelince oralara yürüyeceğim. Belki bir sincap görürüm. Ormanın şarkısını dinlerim.

Geçen hafta Menekşe Yaylası’na çıkarken yolda sırt çantalı, biri kız biri erkek iki gençle karşılaştık. Arabaya aldık. Birlikte yaylaya doğru gittik ama yaylayı bulamadık. Orman kuytularını dolaştık. Yolda durup durup çiçeklere, bitkilere baktık. Kızın adı Deniz, oğlanınki Aytaç. Deniz, çiçek toprağı aradığımı duyunca bir yerde arabayı durdurdu. Yolun yukarısına tırmanıp toprağı avuçladı. Toprak elinden akarken bakışını görmelisiniz. Sanki altın akıyor. Her tarafından şehirlilik akan bu kızın buralarda ne işi olabilir? Belli ki şehri sevmiyor. Kulağını kabartıp ormandan gelen sesleri dinleyebilen bu kız, şehrin gürültüsüne nasıl tahammül etsin?

Yayla yolunda bir böğürtlen bahçesi gördük. Sâhibi emekli olunca buraya yerleşmiş. Yaz-kış yaşıyormuş. Yaşı 71 ama 50 falan gösteriyor. Öyle dingin ve huzurlu ki. Düzce Pürenli yaylasında karşılaştığım Akhanım’ı hatırladım. Yaşını sorduğumda “50 ama geceleri saymıyom, 25.“ demişti. Buralarda zaman ağır akıyor. Yaşlanmak, yorulmak yok.

Mustafa Kutlu’ya engel olan ne bilmiyorum. Beton denizi içinde yüzen apartmanın bilmem kaçıncı katında televizyonda doğa belgeseli seyretmeye mecbûr değil.

Siz de değilsiniz. Kendinizi ihmâl etmeyin.

Ara sıra gezi ve doğa yazıları yazacağım. Belki içinizden birinin radikal bir karar almasına sebep olurum.

Not: Okuyuculardan Bekir Bozkaya, İzmir’deki bahçesine dâvet etti. Teşekkür ederim. İnşallah ilk fırsatta geleceğim ve gördüklerimi yazacağım.