Uzun yıllar ondan haber alınamamıştı.

Gece yarısı yola çıktı, Sabah namazına henüz vakit vardı, kasabaya geldi Ulu Cami'nin şadırvanına oturdu omzundaki heybeyi oturağa bıraktı hava soğuktu, o aldırmıyordu, soğuğa alışmıştı, mermer taşa ayağını çıplak olarak bastı önce ürperdi sonra gülümsedi ve abdestini aldı.

Müezzin imamdan önce gelmiş camiyi açmış, ışıkları yakmıştı. Şadırvandaki kişiyi fark edememişti. Saatine baktı, minarenin ışıklarını ve ses cihazını açtı, cihaz ısınınca diyanet tarafından gönderilen Ezan ses kaydını açtı. Arada heyecana gelip ezanı mikrofondan kendisi okurdu, bazı siyasilerin karşı çıkması karşısında artık canlı ezan okumuyordu.

Yolcu yamalı yün çoraplarını giyindi yün takkesini başına geçirdi, kırlaşmış sakallarını sıvadı, heybesini eline aldı camiye girdi.

Ayakkabısını kenara çıkarttıktan sonra heybesini asasını da orada müsait bir yere bıraktı ve caminin en arka tarafına, tabutların bulunduğu yere oturdu.

Tabut koyu yeşil ile boyalı bütün haşmetiyle orada anıt gibi duruyordu. Yüzünü tatlı bir tebessüm kapladı sonra tebessüm hüzne döndü. İçinden bütün geçmiş mevtalara Fatiha gönderdi.

Cemaat yavaş yavaş camiye geliyor sobanın etrafında toplanıyorlardı.

Yolcuyu fark ettiler, cami olduğu için kim olduğunu, neyin nesi olduğunu soramadılar. Yıllar önce yolcular gelir köy odasında kalırlar ve camiye gelirlerdi. Köy kasaba olmuş ve odalar da kalmamış, yerlerine varisleri tarafından büyük iş yerleri açılmıştı.

Cemaatten yaşlı biri yanık sesiyle Kur'an okumaya başladı, cemaatten gelecekler olduğundan birlikte namaz kılmak için hem vakit kazanıyorlar hem sevap işliyorlardı.

İmam geldi cübbesini giyindi ve minberin kenarında yerini aldı. Kuran tilaveti Fatiha ile bitmişti. Cemaat bulunduğu yerde hizalandı ve Sünneti kıldılar.

Müezzinin Kametinden sonra imamın arkasında saf tutuldu, cemaat az olduğundan ikinci saf oluşmadığından yolcu sol tarafta en sona geçti ve farzı eda ettiler. Duadan sonra meraklı bakışlar yolcuya çevrildi.

Ayağa kalkanlar, bir birleriyle el sıkışanlar yolcuyu merak ediyorlar, konuşmak için can atıyorlardı.

Yolcu istifini bozmadan yerine iyice yerleşti, sağ ayağı altındaydı elinin yardımıyla sağ ayağını sol tarafına verdi boynunu büktü elleri kucağında zikir çekiyordu.

İmam gayet yavaş hareket ediyor, cemaat sabırsızlanıyordu. İmam rahledeki Kur'anı yerinden aldı sessizce okumaya başladı. Cemaatten bir kaç kişi de imama uydu ve ön taraftaki raflarda bulunan Kur'anları aldılar okumaya başladılar.

Yolcu kimseye bakmadan sessizce yerinden kalktı ve ayakkabısını giyindi heybesini omzuna asasını eline aldı camiden çıktı.

Cemaatten kalanlar ve imam Kur'anı bitirmişler fakat yolcuyu görememişlerdi. Şaşkınlıkla bir birlerine baktılar, hepsinin yüzündeki merak rahatlıkla fark ediliyordu.

Camiden dışarıya çıktılar etrafa bakındılar fakat yolcuyu göremediler.

Kendi aralarında bu yolcunun bir "ermiş" olduğuna karar verdiler.

"-Allah'ın evinde olan rahmani olur, ibadetini yapan ve birden gözden kaybolan ermiştir." diye kendi aralarında konuştular.

Gün ağarmak üzereydi, yolcu fırının önüne geldi, yeni çıkan ekmeklerin kokusu onu adeta mest etmiş, derinden nefesini içine çekiyordu.

Kıyafeti eski olduğundan fırıncı onu dilenci zannetti, yüzü nurluydu ve içinde ılık bir duygu oluştu. Kahvaltı için getirdiği tereyağı ve çökeleği hamurun içine koydu hemen fırına attı. Yolcuya baktığında göz göze geldiler, bir birlerine gülümsediler. Yolcu aslında onu yıllar öncesinden tanıyordu fakat konuşmuyordu. Fırıncı içeriye eliyle davet etti ve boşta olan sandalyenin üzerindeki unları önlüğüyle sildi ve oturmasını istedi.

Yolcuya sorular soruyor fakat yolcu cevap vermiyor sadece başıyla evet veya hayır işareti yapıyordu. Fırıncı çok meraklansa da: "Gariptir" diye fazla üstüne gitmiyordu. Fırında pişirdiği börek kokusu ortalığı sarmıştı ve küreğin üzerindeki böreklerden bir tanesini yolcunun önündeki masaya koydu. Yardımcısı hiç konuşmuyor onları izliyor işine bakıyor, çıkan ekmekleri raflara diziyor ve ustasına hamur yetiştirmeye çalışıyordu.

Yolcu kesesindeki metal paralardan birisini çıkarttı ve masanın üzerine koydu. Fırıncı bunu görmedi fakat yardımcısı görmüştü. Hemen parayı ittirdi: "Amca siftah senden bereket Allah'tan, bu bizim ikramımız" dedi.

Yolcu aldırış etmedi böreği önce kokladı sonra eliyle kopartarak parça parça ağzına aldı çiğnemeye başladı.

Fırıncı çaya baktı demlenmişti, son parti hamurlar kalmıştı fırına sürülecek acele etmiyordu. Çaydanlıktan kırmızı kuşaklı bardaklara çay doldurdu birisini yardımcısına diğerini yolcuya verdi ve fırının başına geçti.

Yolcu böreğin yarısını yemiş, yarısını heybesindeki mendilin içine sardı ve mendilini heybenin içine yerleştirdi. Çaydan son bir yudum aldı ve kesesinden çıkarttığı kağıt parayı masaya bıraktı ve sessizce fırından çıktı. Fırının içinde pişen ekmekleri çıkartan fırıncı ve yardımcısı yolcunun çıkışını göremediler. Bir birlerine manasızca baktılar ve son ekmekleri raflara yerleştirdikten sonra masanın üzerindeki demir ve kağıt parayı eline aldı birden şaşırdı.

Otuz yıl öncesinin tarihlerini taşıyan paralar tedavülden kalkmıştı ve paralar geçersizdi. Fırıncı böreği ve çayı içinden gelerek ikram etmiş, bir karşılık beklememişti.

Yolcu otuz yıl önceki köy ile şimdiki şehirleşmiş kasabayı dolaşmaya başladı, omzunda heybesi elinde asası dolaşıyor herkes dilenci diye pek itibar etmiyordu. Bazı evlerin önünde duruyor bakıyor sonra uzaklaşıyordu.

Öğlen olmuştu, çarşıyı dolaşırken üç hilalli bir bina gördü ve açık kapısından içeriye girdi. Başında kasketli zayıf yaşlı bir adam oturuyordu, masa başında demli çayını ve sigarasını tüttürüyordu.

Ayağa kalktı ve yolcuya yakınındaki sandalyeyi gösterdi. Bir kaç soru sordu, yolcu başıyla evet hayır manasında eğdi kaldırdı.

Başkanda fazla konuşkan birisi değildi, "Tanrı Misafiri" diye ilgilendi ve elini cebine attı, kağıt paralardan bir kısmını büktü elinde sıkıştırdı, yolcuya verecekti.

Yolcu masanın üzerindeki açık mavi kitaplara göz attı ve gülümsedi.

Yaşlı adam da gülümsedi ve:

"-Hazine Adası, Bunları oğlum yazdı, okumak istersen hediyemiz olsun.

"Oğlum şimdi Belçika'da yaşıyor" dedi ve bir müddet bir birlerine baktılar, sanki yıllar öncesinden tanışıyorlardı.

Yolcu "evet alıyorum" manasında gözlerini kırpıştırdı ve sağ elini kitapla birlikte saygı ifadesiyle göğsüne vurdu.

Başkan duygulandı, gözleri dolmuştu.

Yolcu kitabın arkasındaki siyah beyaz yazarın resmine baktı ve gözlerinden iki damla yaş yanaklarından sakallarına aktı ve sakallarının arasında kayboldu.

Öğle ezanı okunmaya başladığında yaşlı başkan abdest almak için çıkıp tekrar odasına geldiğinde yolcu yerinde yoktu. Masanın üzerinde kehribar bir tespih duruyordu. Tespihin başında boncuktan örülmüş imamesi vardı. İmamenin üzerinde iki harf vardı: "İ.A." Başkan düşündü

tespihe baktı, namaza yetişecekti ama bir türlü hareket edemedi, birden yüzünü şaşkın bir ifade kapladı.

Yıllar önce oğlu hapisteyken İzmir'den bir tanıdığı bu tespihi ona:

"Hapisteki oğluna ver" diye hediye etmişti.

Yaşlı başkan yıllar öncesini hatırlamaya çalışıyor ve gözlerinden yaşlar akıyordu. Oğlu önceden hapisteydi, şimdi sürgünde vatanından uzaklarda. Tespihi eliyle okşadı, isminin ve soyadının baş harfleri olan boncuktan imameyi kokladı. Çok güzel kokuyordu, ceza evine kolonya ve esansların girmesi yasak olduğundan imamenin boncuk kısmının içindeki pamuğa esans akıtılırdı.

Yaşlı başkan hazine bulmuş gibi sevinçli, bir o kadar da hüzünlüydü.

Tespih ona bahşedilen bir hazine gibiydi.

Hemen dışarıya çıktı, yolcuyu görüp görmediklerini sordu. Hiç birisi gördük demiyordu. Şaşırıyordu, durumu anlatınca arkadaşları: "Evliya birisi" dedi, birisi sesini yükseltti: "Ne evliyası o anarşist" dedi.

Herkes kendi düşüncesini öne sürüyor ve yolcunun kim olduğuna bir türlü karar veremiyorlardı.

Yıllarca sakladığı tespihi bir türlü hapishane arkadaşına verememiş, onu hapisten çıktıktan sonra yıllarca aramış bir türlü bulamamıştı.

Bir arkadaşı: "En iyisi sen onun köyüne git, babasına teslim et." demişti.

Kasabadan çıktıktan sonra şehirler arası yolda yürürken ruhundaki rahatlık yüzene aksetmiş ve gönül rahatlığıyla Konya istikametine giden otobüse el kaldırdı.