Bir türlü sükûna kavuşmayan ve kavuşturulmayan, kavuşturulmak da istenmediği apaçık ortada olan “Güzel ve yalnız ülkemin” güzel insanları!

En az üç bin yıllık bir devlet geleneğimiz, yaklaşık bin iki yüz elli bin üç üz yıllık da İslamiyet’le tanışıklığımız var. Türklük açısından baksak da, Müslümanlık açısından baksak da durum değişmiyor; geçmişimizde ve özümüzde adalet, hoşgörü, insana ve emeğe saygı var. Hümanizmi ortaya atanlardan ve savunucularından bile Yunus Emre’nin “Yaratılanı severim Yaradan’dan ötürü” ve Mevlana’nın, “Kim olursan ol… gel” misali cümleler çıkmamış, insan ve tabiat sevgisini böylesine güzel anlatmak bizden başka kimseye nasip olmamıştır. Yani karakterimiz böyle şekillenmiştir şekillenmesine de şimdi bize ne oldu?

“Şimdi” diyorsam da belli bir geçmişi var tabii… Bir defa siyaset bizi kirletti ve adeta genlerimizle oynadı. Kimsenin birbirine saygısı yok. Siyasi partiler adeta “din” gibi, siyasi liderler de “peygamber” gibi algılanıyor. İktidarın elinde devlet imkânları -ve günümüzde olağanüstü yetkiler- olduğu için o kanat daha katı, daha acımasız, daha pervasız.

İşin içine siyaset girince, bakış açısına o pencereden yön verilince ortada ne adalet kalıyor ne hoşgörü, ne sevgi, ne saygı! Artık “Bir bildiği vardır” ya da “Vardır bir hikmeti” anlayışı devreye giriyor ve insan robotlaşıyor. Oysa Yüce Allah robot olmamızı istemediği için devamlı “Akletmiyor musunuz?”, “Düşünmüyor musunuz?” “Aklınızı kullanmıyor musunuz?” “Öğüt/ders almıyor musunuz?” diye kafamıza vururcasına sorup duruyor, durmaksızın ikaz ediyor.

Gündemde olduğu için belediyelerin ve devlet kurumlarının kiraladıkları otomobiller meselesinde bile milleti ikiye ayırıp kutuplaştırmayı başardılar. Onlar başardı da ey benim milletim, sen niye figüran oluyorsun? Aklını başından mı aldılar? İşte her şey konuşuluyor, gizli ve açık ortalığa saçıldığına göre bir değerlendirme yapsan olmaz mı?

Ama olmuyor işte! Milletin “akletme” ve “düşünme” melekeleri iğdiş edilmiş. Bir de televizyonların kadrolu “gazeteci”, “akademisyen”, “kamuoyu araştımacısı” gibi etiketleri olanlar var ki her akşam milletin kafasını ütüleyip duruyorlar. En son biraz kulak misafiri olmuştum ve hayret etmekten kendimi alamadım. Vay efendim, “İmamoğlu bin yedi yüz bilmem kaç araç demişmiş de toplaya toplaya yedi yüz küsur araç toplayabilmiş”miş!.. “Onlar aslında hizmet araçları” imiş! Oysa daha sinyalleri alınamayan ve nerelerde oldukları tespit edilemeyen araçlar da varmış ama umurlarında bile değil.

Aslında, yalnızca kiralık otomobiller meselesi ile sınırlı kalmayıp kamu kurumlarınca kiralanan binalarla ilgili konuların da gündeme getirilerek kamuoyu ile paylaşılması gerektiği düşüncesindeyim. Çünkü o konuda da usulsüzlüklerin olduğu, büyük bir rant oluştuğum kanaati hakim.

Bugünkü gündeme dönecek olursak… Ortada ciddi mi ciddi iddialar var: Şahıslar, hatta devlette resmi görevi olan müdürler, memurlar mesela kredi ile otomobil alıp bunu –herhalde kiralama şirketi aracılığı ile olsa gerek- belediyeye kiralayıp ödediği kredi taksitinin iki katı gelir elde etmiş ve bununla da yetinmeyip o aracı kendisine “Makam aracı” olarak kiralamış. Burada devlete, belediyeye ve tabii millete, hepimize atılan kazığı hesap edebiliyor musunuz? Kaç yönlü, kaç çatallı kazık? Bunun İslamiyet’ten önceden beri gelen Türk töresinde yeri var mı? Yok! İslamiyet’te yeri var mı? Yok!.. Bunu yapanlar “Müslüman” mı? Herhalde kendilerini öyle sanıyorlar!

Bir başka iddia: Belki sayıları çoktur da, Sayan ve Kavakçı ailelerinin devlet kadrolarından dikkat çekecek ve gözlerden kaçmayacak ölçülerde sebeplendirildiklerini artık duymayan kalmadı. Şimdilerde Milletvekili olan bayan Kavakçı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alakasız bir burs alarak yurt dışına gittiği zaten yazılıp çizilmişti. Şimdi de bu aile fertlerinden bazılarına İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce otomobil tahsis edildiği ortaya atıldı.

Bu konular elbette önümüzdeki günlerde bütün yönleri ile açıklanacak ve belgelenecektir de malum, hem de önemli bir devlet kurumu tarafından belgelenen bir yolsuzluk daha var: Yine İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve yine otomobil konusu. Hani o, “100 kilometrede 63 litre benzin yakan otomobiller” var ya, onlardan söz ediyorum. Benim aracım da o araçlarla aynı motoru kullanıyor ve ben 63 litre yakıtla inanın tam 1200 kilometre yapıyorum. Daha açık bir ifade ile depomu doldurup Ankara’dan Antalya’ya gidip geliyorum. Bunda şehir içi hareketler de dâhil. Onun için kimse kusura bakmasın; bu konuyu sorgular ve hakkımı ararım arkadaş! Bu dünyada olmasa da öbür dünyada hakkımın teslim edileceğine de inancım sonsuz. Çünkü ben bir Müslümanım ve öyle inanıyorum.

Peki ya sen arkadaş? Niye sorgulamıyor ve niye hesap sormuyorsun?

İslamiyet’ten önce toplanan Türk kurultaylarında Kağan sorgulanabiliyor ve hesap veriyordu. Bir bedevi gelip Peygamber Efendimizi sorgulayabiliyordu. İslamiyet’e girmeden önce Müslümanları, hidayete erdikten sonra da inkârcı müşrikleri tir tir titreten Hz. Ömer Halife olarak hutbesini irad ederken “Hata edersem ne yaparsınız” diye sorunca, “Seni kılıçlarımızla doğrulturuz” cevabını almış ve minberden inip şükür secdesine vararak “Allah’ım sana şükürler olsun ki Ömer’in hatalarını düzeltecek kulların var” diye dua etmişti.

Yine Hz. Ömer, yeni diktirdiği elbisesini giyerek minbere çıkınca Sahabe’den biri kalkarak sormuştu: “Ya Ömer! Beytül Mal’dan sana da bana da aynı kumaş düşmüştü. Bana düşen kumaştan bir elbise çıkmamışken sana nasıl oluyor da çıkıyor? Bunun hesabını vermedikçe seni dinlemeyeceğim!”

Hz. Ömer, durumu izah etmesi için cemaat içinde bulunan oğluna işaret etti. Cevap şu idi: “Bana da aynı kumaş düşmüştü. Ben hakkımı babama verdim ve ikisini birleştirip bu elbiseyi yaptırdı!”

İşte onlar böyle idi ey aziz milletim! Müslüman sorgulamakla mükelleftir. Siz sorgulamazsanız, biz sorgulamazsak Allah sizi de, bizi de, sorgulamadıklarımızı da mutlaka sorgulayacaktır. Körü körüne iddiada bulunur ve körü körüne savunma yaparsak başımıza gelecek olan sorgulanmak ve cezasını çekmektir. Haklı olarak sorgularsak da elbette mükâfatı verilecektir. İnanıyorsak durum budur.

Son söz: İslamiyet Allah’a teslim olmaktır; siyasete değil!