Gökçen, yaptığı yazılı açıklamada, Türkiye ile Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti arasında 27 Kasım 2019'da imzalanan Akdeniz'de deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin Mutabakat Muhtırası'nın ardından Türkiye'nin, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile Doğu Akdeniz'deki doğal gaz ve petrol kaynaklarıyla ilgili ciddi gerginlikler yaşamaya başladığını hatırlattı.

Kıbrıs sorunu, Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığın statüsü, Fener Rum Patrikhanesi, hava sahası uçuş bölgesi (fır hattı) gibi sorunlar başta olmak üzere Türkiye'nin Yunanistan ile onlarca hukuki uyuşmazlık konuları hala devam etmektedir.

Prof. Dr. Salim Gökçen

İşte Prof.Dr. Salim Gökçen'in açıklamasının tam metni;

Türkiye ile Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti arasında 27 Kasım 2019 tarihinde imzalanan “Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası”nın ardından Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile Doğu Akdeniz’deki doğalgaz ve petrol kaynakları hususunda ciddi gerginlikler yaşanmaya başlanmıştır. Ancak Ankara, mevcut durumda bu ülkelerin kara sularının sınırlarına aldırmadan bu bölgelerde petrol sondajları yaptığını iddia etmektedir. Son olarak Türkiye’nin Meis Adası açıklarında sismik araştırmalar için ilan ettiği NAVTEX duyurusu ile ortaya çıkan gerginliğin ardından uluslararası unsurlar Türkiye ve Yunanistan arasında diyalog ortamının kurulmasını istemişlerdir. Aslında bu çabalar iki ülke arasında bir çözüm yerine sorunu dondurmak ve meseleleri ötelemeyi amaçlamaktadır. Çünkü iki ülke arasındaki ilişkilerdeki çözümsüzlük, Batı için tek çözüm olarak görülmektedir.

Yunanistan her ne kadar Türkiye’nin bu girişimine itiraz etse de İtalya ile imzaladığı münhasır ekonomik anlaşma hükümleri ile kendi tezlerini çürütmüş, Türkiye’nin haklılığını uluslararası kamuoyu önünde tescil etmiştir. Yunanistan’ın Doğu Akdeniz üzerinde yaptığı hukuksuz anlaşma, Türkiye’nin de önümüzdeki dönemde Akdeniz’e sahili olan diğer ülkeler ile ayrı ayrı münhasır alan anlaşmaları yapabilme imkânını yaratmıştır.

Ege’de ortaya çıkan krizi önlemeye yönelik müzakere masası önerileri karşısında Türkiye, “Ön şartsız bir şekilde Yunanistan ile bütün konuları; Ege kıta sahanlığı, adalar, hava sahası, arama tarama çalışmaları, Doğu Akdeniz ve diğer bütün ikili konuları konuşmaya hazırız” demiştir. Yunanistan ise yapılacak görüşmeleri istikşafi formatında ve diğer sorunlar masaya yatırılmadan sadece kıta sahanlığı ve deniz yetki alanlarının belirlenmesi konusunu kapsamasını istemektedir.

EGE’DE SÜREGELEN TEMEL SORUNLAR

Yunanistan, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazandığı 1830’lardan itibaren “Megali Idea” diye adlandırılan Bizans’ı yeniden canlandıracak “Büyük Yunanistan” projesini hayata geçirmeye yönelik çalışmalar yapmıştır. Yunanistan bu hedefini gerçekleştirmek için Türk devleti aleyhine her türlü örgütlü ve örtülü uluslararası propaganda faaliyetlerinde bulunmuş, bunu hayata geçirirken de her zaman Türk devletinin zayıf olduğu dönemleri fırsata dönüştürmeye gayret göstermiştir. Politikalarında her dönem bir büyük devlete dayanmayı ve ondan destek almayı ihmal etmeyen Yunanistan, bugün Türkiye ile arasındaki geçmişten getirdiği sorunları uluslararası organizasyonlara taşıyarak tartışılır hale getirmeyi başarmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorun sadece Ege’de kıta sahanlığından ibaret değildir. Ege’de; egemenliği belirsiz kayalıklar ile adacıklar ve adaların Lozan Antlaşması hilafına olarak silahlandırılması da bir sorun olarak Türkiye’nin karşısına çıkmaktadır. Ayrıca Kıbrıs sorunu, Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığın statüsü, Fener Rum Patrikhanesi, hava sahası uçuş bölgesi (FIR hattı) gibi sorunlar başta olmak üzere Türkiye’nin Yunanistan ile onlarca hukuki uyuşmazlık konuları hala devam etmektedir. Türkiye ile Yunanistan’ı hem birbirine yaklaştıran hem de tarih boyunca iki düşman komşu haline getiren meseleler çözümsüzlüğün temel kaynağıdır.  

İki ülkenin Ege’deki sorunları ve bunlara yönelik resmi tezleri de şu şekildedir;

1.Kıta Sahanlığı

Yunan Tezi: Yunanistan’a göre Ege’deki tek sorun, deniz yatağındaki tabii kaynakların önem kazanmasıyla sonradan uluslararası hukukun gündemine giren kıta sahanlığının belirlenmesi. Atina’ya göre kriz Türkiye’nin 1 Kasım 1973’Te Ege’de TPAO’ya petrol arama izni veren kararıyla başladı. Yunanistan’a göre Türkiye’nin Batı Ege adalarının kıta sahanlığı olmamasını ve kendi kıta sahanlığının Ege’nin ortasına kadar uzanmasını istiyor. Halbuki 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi (DHS) adaların da kıta sahanlığı olduğunu kabul ediyor. Türkiye bu yüzden konunun uluslararası hukuk açısından değil, siyasi olarak müzakereler yoluyla çözülmesinden yana. 1976’da Yunanistan’ın Adalet Divanı’na başvurusu Türkiye’nin onayı olmadığı için yetkisizlik kararıyla geri çevrildi. Türkiye kıta sahanlığının hakkaniyet prensibi gereğince Ege Denizi’ni ortadan bölen çizgi üzerinden ayrılmasını istiyor. Böylece Türkiye Batı Yunan adalarına kadar kıta sahanlığını genişletmiş olacak. Yunanistan ise bu konuda Lahey’de ısrarlı.

Türk Tezi: Ankara, Ege Denizi’nin ve adaların özel konumu dolayısıyla mevcut anlaşmalar yerine karşılıklı müzakereler ve hakkaniyet ilkesi çerçevesinde sorunun çözülmesinden yana. Türkiye, krizin zirveye çıktığı 1976’da Yunanistan’ın konuyu BM’ye taşıdığını, Güvenlik Konseyi’nin 395 sayılı kararıyla Türk tezini destekler şekilde sorunun doğrudan müzakerelerle çözülmesini önerdiğini belirtiyor. 11 Eylül 1976’da Yunanistan’ın başvurusu üzerine Lahey Adalet Divanı da Ege’de kıta sahanlığının karasuları sınırları dışında kalan bölümünün tartışmalı bölge olduğuna karar verdi. Bu görüşler çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan 1976 Bern Anlaşması ile kıta sahanlığıyla ilgili tek yanlı bir eylemde bulunmama kararı aldılar ve sorun bir süre giderilmiş oldu. Türkiye, 1987’de iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren sürecin Yunanistan’ın 1981’de müzakereler sürecini keserek tartışmalı bölgede araştırmalara start vermesiyle başladığını savunuyor.

Not: Ege Denizi dünyanın hiçbir yerinde olmayan coğrafi bir özelliğe sahiptir. Şöyle ki, Ege’de toplam 23000 km2 yüzölçümüne sahip 3000 civarında ada ve adacık bulunmaktadır ve bu adalar Ege Denizi’nin yaklaşık 10unu teşkil etmektedir. Büyük adaların çoğu Türkiye’nin hemen yanı başına serpilmiştir. Ege’nin güneyi de 21 tane ada ile bir zincir gibi kapatılmış durumdadır. Bu durumu ile Ege, hukuki olarak özel bir coğrafi deniz durumundadır. Buna rağmen dünyanın en büyük çok taraflı sözleşmesi olan Üçüncü Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (III.BMDHS) Ege’nin bu özel konumuna hukuki bir çözüm getirebilmiş değildir. 1950’lerde başlayan “deniz hukuku oluşturulma çabaları” dokuz sene ve 585 oturum günü boyunca sürmüş ve 157 devletten 3000 delegenin katılımıyla bu sözleşme oluşmuştur. Buna rağmen, özel coğrafi yapıda olan denizler için bir çözüm getirmemiş hatta Ege’de Türk çıkarlarına ciddi boyutlarda halel getiren kararlar aldığı için, Türkiye dünyada sözleşmeyi imzalamayan birkaç ülkeden biri olarak kalmıştır. Bu yüzden Yunanistan’ın kuruluşundan bugüne dek süregelen deniz sorunları, III.BMDHS ile de çözülememiş ve gittikçe birbiriyle girift bir hal almıştır.

2.Casus Belli: Karasuları

Yunan Tezi: Lozan’da 3 mil olarak belirlenen karasularını Yunanistan 1936’da 6 mile çıkardı. Önce buna itiraz eden Türkiye, mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde 1964’te kendisi de 6 mil kararı aldı. Yunanistan’a göre Deniz Hukuku Sözleşmesi, karasularını 12 mile kadar çıkarma hakkı veriyor. 1964’te Akdeniz ve Karadeniz’de kendi karasularını 12 mile çıkaran Türkiye’nin Yunanistan’ın bu hakkına karşı güç kullanma tehdidinde bulunarak BM yasasını çiğnediğini öne sürüyor. Atina, uluslararası hukukun verdiği bu hakkı ‘uygun bulduğu zamanda uygulama hakkını saklı tutuyor.

Türk Tezi: Mevcut 6 mil esasına göre Ege Denizi’nde Yunan karasuları yüzde 43.5, Türk karasuları yüzde 7.5 ve uluslararası sular ise yüzde 49 oranında. 12 mile çıkılması durumunda, aynı oranlar Yunanistan için yüzde 71.5, Türkiye için yüzde 8.8 ve uluslararası sular için yüzde 19.7 olacak. Bu durum uluslararası hukukun verdiği bir hakkın kötüye kullanımına en güzel örnektir. Türkiye’nin Ege’yi bir Yunan gölüne çevirerek Türkiye’nin bu denizden yararlanmasını önleyecek böyle bir girişimi kabul etmesi mümkün değildir. Türkiye, Haziran 1995’te Meclis kararıyla Yunanistan’ın 6 mil üzerine çıkma girişimini savaş sebebi (casus belli) kabul ettiğini duyurdu.

3.Milli Hava Sahası-Fır Hattı

Yunan Tezi: Yunanistan 1931’de hava sahasını 10 mile çıkarma kararı aldı. Bu kararı 1975’e kadar tanıyan Türkiye’nin askeri uçakları, bu tarihten sonra 10 millik Yunan hava sahasını ihlal etmeye başladı. 1944 Chicago Sivil Havacılık Konvansiyonu’nda her ülkeye hava trafiğini kontrol etmesi gereken uçuş bölgeleri verildi. Atina FIR’ı 1950, 52 ve 58 bölgesel hava trafiği konferanslarında tespit edildi. Türkiye tüm bu konferanslara katıldı ve alınan kararları kabul etti. Atina FIR’ı Yunan egemenlik alanının tamamını ve bir kısım uluslararası hava sahasını kapsıyor. Yunan FIR hattına girecek sivil-askeri tüm uçakların Atina’daki merkeze bilgi vermesi gerekirken, Türkiye 1974’te 714 sayılı NOTAM’la kendi FIR sorumluluk alanını Ege’nin ortasına kadar genişlettiğini duyurdu. Bunun üzerine Yunanistan ise 1157 sayılı NOTAM’la bu bölgenin uçuş emniyeti bakımından tehlikeli olduğunu duyurdu. Ankara 1980’de kendi NOTAM’ını geri aldı ama hala Chicago Anlaşması’nın askeri uçakları kapsamadığını ileri sürerek Yunan FIR hattını ihlal etmeye devam ediyor. Bölgede uluslararası havacılığın güvenli seyri için bölgeye giren Türk savaş uçaklarının bildirimde bulunması gerekiyor.

Türk Tezi: Türkiye’ye göre, 1944 tarihli sivil havacılık konvansiyonunun 1 ve 2’nci maddeleri ülkelerin milli hava sahalarının karasularının genişliğiyle sınırlı olması kuralını getiriyor. Ankara bu sorunun, Yunanistan’ın FIR (Uçuş Bildirim Bölgesi) sorumluluğunun bir milli egemenlik konusu olarak görmesinden kaynaklandığına inanıyor. Yunanistan teknik bir meseleyi egemenlik alanı olarak görerek aslında Ege Denizi’ndeki uluslararası hava sahasını yüzde 50 oranında kendi lehine azaltmış oluyor.

4.Adaların Silahlandırılması

Yunan Tezi: Atina’ya göre, adaların silahsız tutulmak kaydıyla Yunanistan’a verildiği tezi gerçeğin tamamı değil. Onlara göre, Montrö Anlaşması, Lozan’da silahsızlandırılması öngörülen iki adanın (Limni ve Semadirek) bu statüsünü iptal ediyor. Türk Dışişleri Bakanı T. Rüştü Aras’ın 1936 tarihli Meclis konuşması bu tezi destekliyor. Lozan’ın 13’üncü maddesiyle silahlandırmada sınırlama getirdiği adalarda (Midilli, Sakız, Sisam, Nikerya) Yunanistan bu kurallara uyuyor. 1947 Paris Anlaşması’ndan kaynaklanan sınırlamalar ise bu anlaşmaya taraf olmadığı için Türkiye’yi ilgilendirmez. Üstelik BM yasasının 51’inci maddesi Yunanistan’a kendini koruma hakkını veriyor. Özellikle Türkiye’nin Kıbrıs işgali ve Yunanistan’a yönelik Ege Ordusu’nu kurmuş olması bu ihtiyacı göstermektedir.

Türk Tezi: Adaların silahsızlık statüsü Lozan anlaşmasıyla Ege’de kurulan dengenin ve statükonun önemli bir parçasıdır. 6 ülkenin imzaladığı 1914 tarihli Atina Belgesi Yunanistan’a devredilen adaların silahsızlık statüsünü belirtiyor. Lozan’ın 12 ve 13’üncü maddeleri bu statüyü onaylıyor. Anlaşma özellikle Çanakkale Boğazı girişinde yer alan Limni ve Semadirek adalarına Boğazların güvenliği için daha sıkı bir silahsızlık rejimi getiriyor. Boğazların statüsünü belirleyen Montrö bu adalarla ilgili bir değişiklik getirmedi. 12 adayı Yunanistan’a devreden 1947 Paris Anlaşması 14’üncü maddesiyle adaların silahsız kalacağı hükmünü teyid ediyor. Dolayısıyla Yunanistan uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan sorumluluklarını ihlal ediyor.

5.Egemenliği Tartışmalı Adalar: Gri Bölgeler

Ankara, Lozan ve Paris anlaşmalarında ismi açıkça zikredilmeyen Kardak gibi adacık ya da kaya parçalarının Osmanlı’nın varisi ülke olarak Türkiye’ye ait olduğunu savunuyor. Yunanistan ise bunların anlaşmalarda ismi açıkça geçen adalara bitişik adacıklar olduğunu, dolayısıyla egemenliklerinin Yunanistan’a ait olduğunu öne sürüyor. Atina, Türkiye’nin Ege’de statüsü belli olmayan ‘gri’ bölgelere yönelik politikasını Yunan egemenliğine karşı bir iddia olarak algılıyor.

6. KIBRIS: Taksim, Enosis, Federasyon, Konfederasyon

Resmi beyanatlarında her iki ülke de Kıbrıs'taki problemin adada yaşayan Rumlar ile Türkler arasında olduğunu açıklasalar da gerçekte asıl söz sahibi başkentler Ankara, Atina ve Londra’dır. Türk tarafında entegrasyon, Rum tarafında Yunan-Rum Ortak Savunma doktrini ile ana-yavru ilişkilerinin bugün Doğu Akdeniz enerji anlaşmaları ile iyice derinleştiği iki ülke ilişkilerinde Kıbrıs'ı ihmal etmek mümkün değildir.

Yunan Tezi: Yunanistan'a göre Kıbrıs talihsizlik sonucu Megali İdea dışında kalan bir Yunan toprağıdır. Adadaki Türkler 1571 fethinden kalanlar ile Anadolu'dan göç edenlerden oluşuyor. Osmanlı ve İngiliz egemenliğinden sonra 1960'ta Kıbrıslı Rumların 4 yıllık direnişi neticesinde Kıbrıs bağımsızlığını kazandı. Zürih ve Londra anlaşmaları gereğince etnik temele göre kurulan cumhuriyette yüzde 18 oranlarına rağmen Türklere veto yetkisi verilmesi işlerin yürütülmesini zorlaştırdı. 1963'teki anayasa krizi yönetimi kilitledi. Cumhurbaşkanı Makarios'un değişiklik önerileri Türkler tarafından reddedildi. Türkiye'nin adayı işgal etme tehditleri üzerine konu BM'ye götürülünce, Güvenlik Konseyi 1964'te adaya Barış Gücü gönderme kararı aldı. Karar gereğince iki toplum arasındaki müzakereler 1968'de başladı ama müzakereler Türkiye'nin 1974 barış harekâtı ile kesintiye uğradı.

1974'te Atina'daki askeri cuntanın Makarios'a karşı askeri darbe girişiminde bulunması Türkiye'ye adaya müdahale etmek için aradığı fırsatı verdi. Halbuki Zürih, Londra anlaşmaları garantör ülkelere güç kullanma yetkisi vermiyor. Bu böyle olsa bile BM Yasası başka bir devlete karşı güç kullanımını yasaklar ve bu yasa tüm diğer anlaşmaların üstündedir. Ayrıca garanti anlaşması garantör bir devlete ancak diğer garantörlerle görüşmeler yapılıp ortak müdahale mümkün olmadığı zaman tek başına hareket etme yetkisi veriyor. Türkiye diğer garantörlerle asla müzakere yapmadı. Bir şekilde müdahale edilmiş olsa bile, düzenin kurulmasından sonra Türkiye'nin geri çekilmesi gerekirken Cenevre'de görüşmeler sürerken işgalin ikinci aşamasına geçilmiştir. Neticede adanın yüzde 37'si Türk işgali altına girdi ve bu durum hala sürmektedir. BM Güvenlik Konseyi, Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi, Bağlantısızlar Grubu ve İngiliz Devletler Topluluğu da aldıkları kararlarda konuya bu şekilde bakıyorlar.

Türkiye tüm bu kararlara rağmen KKTC'nin 1983'te kurulmasına yeşil ışık yaktı ve bunu tanıyan tek devlet oldu. BM Güvenlik konseyi 541 sayılı kararıyla tek taraflı bu hareketi kınadı. Diğer devletleri bu ayrılıkçı oluşumu tanımamaya çağırdı. Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi de benzer kararlar aldı.

Türk Tezi: Türkiye büyük stratejik önem atfettiği Kıbrıs'a, adada yaşayan Türklerin güvenliği ve garantörlük sorumluluğu çerçevesinde yaklaşıyor. Türkiye'ye göre Kıbrıs meselesinin kökleri Yunan ve Rumların adayı Yunanistan'la birleştirme (Enosis) arzularının Türklere ve İngiliz yönetimine karşı terör eylemlerine dönüştüğü 1950'lere kadar gidiyor. Atina'nın halkların kendi kaderini tayini çerçevesinde adayı Yunanistan'a katma yönünde BM'de yaptığı girişimler boşa çıkmıştı. 1960'ta İngiltere Kıbrıs'a bağımsızlık verdiğinde adada anlaşmalarla İngiltere, Yunanistan ve Türkiye'nin garantörlüğünde, her alanda eşitliğe sahip iki toplumun devletin tüm organlarında yetkileri paylaştığı, bölünmeyi ve başka ülkeyle birleşmeyi dışlayan bir düzen kuruldu. Ancak tüm bu oluşumları nihai hedeflerinde geçici bir duraksama olarak gören Rum ve Yunanlar daha devletin kurulduğu ilk günden itibaren iki toplum arasında kurulan dengenin iç ve dış unsurlarını yıkmaya başladılar.

1963 Aralık ayında şiddete başvuran Rumlar, Türkleri silah zoruyla tüm devlet organlarından kovdular. Türklerin bu baskılara direnmesi sonucunda yıllar sürecek acı günler başladı. 1963-74 döneminde yüzlerce Türk, paramiliter Rum güçlerince öldürüldü. Türklerin üçte biri evsiz bırakıldı. Hayatta kalabilenler adanın yüzde 3'ünü bulan küçük toprak parçalarına sığınarak, Türk Kızılay’ının yardımlarıyla mülteci gibi bir hayat sürmeye başladı. BM'nin 1964'te gönderdiği barış gücünün yetersiz kalması, diğer garantörlerin sorumluluklarını yerine getirmemesi ve Atina'daki cuntanın Kıbrıs'ı Yunanistan'a bağlamak için adada darbe girişiminde bulunması üzerine Türkiye adaya anlaşmalardan kaynaklanan hakları çerçevesinde 1974'te müdahale etti. Bu bir işgal değil, Türkiye için zorunluluk ve hak idi. Yapılmasaydı Türklerin etnik temizliği tamamlanacak, adanın bağımsızlığı sona erecekti. 1963'ten beri adada fiilen iki halk da kendi yönetimlerini kurmuş olmasına rağmen Rumlar iki toplumlu 1960 cumhuriyeti yaşıyormuşçasına Kıbrıs Cumhuriyeti adını kullandı. Dünya da bunu bu şekilde tanıdı. Müzakerelerin bugüne kadar başarısızlığının en önemli sebebi uluslararası toplumun bu tavrıdır. Türklerin öz yönetimi, kurumsal olarak evrilerek 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanıyla sonuçlandı. Türklerin iki toplumun eşitliğine dayanan bir federasyon kurulması yönündeki çabalarına rağmen Rumlar, Türkleri kendi yönetimlerinde bir azınlık olarak gördüklerinden bu çabaları engellemektedirler.

LAHEY’DE EGE’DEKİ KRİZİN EMSALLERİ

Uluslararası Lahey Adalet Divanı deniz davaları incelendiğinde Yunanistan’ın iddia ve tezlerini çürüten birçok kararın olduğu görülecektir. Nitekim 1970’li yıllarda Libya’nın Tunus ve Malta ile bazı adalar üzerinden yaşadığı kıta sahanlığı sorunlarının çözümü görüşmeleri sonrasında “deniz yetki alanlarının belirlenmesinde adaların dikkate alınmayacağı” hükümleri bu duruma en önemli emsal teşkil etmektedir. Lahey tarafından sonuçlandırılan bu tür kararlardan başka 1958 Sayılı BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 75’inci maddesi, devletlere tek taraflı münhasır ekonomik bölge ilan etmelerine izin verdiği görülmektedir. Dolayısı ile Türkiye’nin de kıyı sahibi olduğu denizlerde ilan ettiği tek taraflı münhasır alan kararları da uluslararası alanda yasal bir zemine sahip olduğunu göstermektedir. En önemlisi de Türkiye’nin Ege ve Akdeniz sahasında ilan etmiş olduğu münhasır alanlara itiraz eden Yunanistan, 9 Haziran 2020 tarihinde İtalya ile imzalamış olduğu Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşmasında iki ülkenin ana kara sahillerinin baz alındığı adaların kıta sahanlıklarının anlaşma hükümlerinde kriter olarak yer vermediğinin görülmesidir. Böylece Yunanistan kendi imzaladığı bir anlaşma ile adaların kıta sahanlıklarını yok sayarken, Türkiye’nin tezlerini reddetmesinin hukuksuz olduğunu ve dolaylı olarak Türkiye’nin tezlerini de zımnen kabul ettiğini göstermektedir.

EGE’DE YUNAN İDDİLARININ GÖRMEZDEN GELİNMESİ TÜRKİYE’Yİ NASIL ETKİLER?

Türkiye, dış ticaretinin 90’ını denizyolu ile yapmaktadır ve Ege Denizi, Türkiye’nin Batı Anadolu, Marmara ve Karadeniz Limanlarına yönelik deniz ticaretinin 75’inin geçtiği çok önemli bir saha durumundadır. Bu nedenle Yunanistan’ın tarihsel süreç içerisinde Ege’de sürekli olarak hukuksuz bir şekilde Türkiye’nin aleyhine gelişme göstermesi Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki egemenlik haklarının gasp edilmesine sebep olmaktadır. Yunanistan’ın Ege’deki bu hukuksuz girişimine bir “DUR” denilmemesi halinde Türkiye’nin yaşayacağı sorunlar şunlardır;

Türkiye’nin Batı kıyılarından Ege Denizi’nin açık deniz alanlarına çıkışı ile aynı şekilde, Ege Denizi’nden Akdeniz’e geçişi ciddi biçimde etkilenecek ve Yunanistan karasularına geçmeden Akdeniz’e çıkış mümkün olmayacaktır,

Açık deniz alanlarının parçalanması ve küçülmesi sonucu Türkiye Ege Denizi’nde askeri eğitim ve tatbikat yapamayacak, güvenliğine ilişkin tertip ve tedbirleri alma imkânları kısıtlanacaktır,

Ege Denizi Kıta Sahanlığının yaklaşık 90’ı Yunanistan’a ait olacak ve aynı oranda münhasır ekonomik bölge hakları da Yunanistan’a devredilmiş olacaktır.

Bu kapsamda Türkiye’nin denize yönelik ekonomik faaliyetleri (bilimsel araştırma, balıkçılık/süngercilik ve turizm) büyük ölçüde sınırlanacaktır.

Yunanistan ‘kıta sahanlığı’ konusunda da mevcut karasuları çizgisini esas alma tezini ortaya atmakla, Türkiye’nin Ege’de petrol arama haklarını sınırlandırmak istemektedir.

Bununla birlikte Yunanistan’ın yaptığı oldu-bittilere göz yumulması halinde Türkiye açısından, ulusal kıta sahanlığı olarak kabul edilen bölgeler Yunan karasuları içerisinde kalacak ve Türkiye bu bölgelerde hak iddia edemeyecektir. Ege denizinin büyük bir bölümünün Yunan ulusal karasularını oluşturması ve uluslararası sular sayılabilecek bölgelerin Yunan karasularıyla çevrili olması, Türkiye’nin olduğu kadar, bu sulardan yararlanan diğer devletlerin de uluslararası sulardan yararlanma haklarını “zararsız geçiş” hakkına dönüştürecektir. Yunan hava sahası da buna bağlı olarak genişleyeceğinden, Türkiye’nin Ege üzerindeki askeri uçuşları, hava ve deniz tatbikatları gerçekleşemeyecektir. Türkiye, Ege balıkçılığında da ekonomik ve ticari kayıplara uğrayacaktır.

EGE’DEKİ KRİZİN ÇÖZÜLME İHTİMALİ VAR MI?

İki ülke arasındaki asıl uzlaşmazlığın Ege Denizi’nde kurulacak olan yeni denge üzerinde olduğu söylenebilir. Gerçekten de 1923 Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye ve Yunanistan arasında kurulan dengenin artık iki ülke arasında güveni sağlamakta başarılı olmaması ve sık sık ihlal edilir olması, iki ülke arasında yeni bir statünün oluşturulmasını zorunlu hale getirmektedir. Lozan Antlaşması’nın iki ülke ilişkilerine sağlamış olduğu denge, dostluk ve işbirliğinin yanı sıra, karşılıklı güven esasına dayandığı halde, günümüz Türk - Yunan ilişkilerinde bu niteliklerin kaybolduğu gözlenmektedir. Aslında, Türkiye ve Yunanistan arasında güven ortamının sağlanmış olduğu bir durumda bile, iki ülke arasında çeşitli uyuşmazlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Sorunların çözümüne yönelik girişimlerden önce tarafların aralarındaki sorunları nasıl nitelendirdikleri de önemlidir. İki ülke arasında karasularının genişletilmesi ve kıta sahanlığının saptanması konularında çıkan görüş ayrılıklarının temelinde, Ege Denizi’nin coğrafi ve jeolojik açıdan uluslararası deniz hukukunun getirmiş olduğu genel hükümlerin uygulanamayacağı bir karakteristik özelliğe sahip olması bulunmaktadır. Bu kendine özgülük, Lozan Barış Antlaşması ile ilkeleri kararlaştırılan, ancak, sınırları henüz harita üzerinde belirlenip bir antlaşmaya bağlanmamış olan Türk – Yunan karasuları sınırlarının belirsizliği ile birleşince, Ege’de statükoyu tartışmalı ve dolayısıyla duyarlı hale getirmektedir.  Bununla birlikte, iki ülke arasında sağlanacak bir karşılıklı güven ortamı, sorunların çözüme vardırılması çabalarında taraflara kolaylık ve anlayış birlikteliği kazandırabilir. Gerçekten de iki ülke arasında karşılıklı güven sağlanamadıktan sonra uzlaşmazlık konuları üzerinde yapılan girişimler sonuçsuz kalabileceği gibi, tarafların sorunları hukuksal veya siyasi olmayan yollardan çözümlemeye gidebilecekleri olasılığı da gündemde yer etmeye başlamaktadır. Bu durum ise, uzlaşmazlığın giderek katılaşmasına yol açmaktadır.

İki ülke arasında yapılan diplomatik girişimler sırasında taraflar uzlaşmazlık konularının hangi noktalar üzerinde yoğunlaşmış olduğu üzerinde bile çoğu kez anlaşamamaktadırlar. Örneğin, Türkiye, Lozan Antlaşması hükümlerinin Batı Trakya Türk azınlığına tanımış olduğu haklara ve getirmiş olduğu yükümlülüklere uyulmasını Yunanistan’dan istediğinde Yunanistan, Lozan’da azınlıkların etnik değil dinsel kimliklerinin esas alınmasına dayanarak Türkiye’yi yapay bir azınlık sorunu yaratmak ve kendi içişlerine karışmakla suçlayabilmektedir.

Bir diğer yaklaşım farklılığı ise, görüşmelere başlanması konusunda çıkmaktadır; Yunanistan, Türkiye ile yapılacak bir görüşmenin ön şartı olarak bu ülkenin Kıbrıs’ta bulundurmuş olduğu askeri varlığını geri çekmesini, Kıbrıs Rum toplumunun egemenliğinde üniter bir devlete evet demesi gerektiğini ileri sürmekte ve ancak, Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunduktan sonra, iki ülke arasında Ege Denizi üzerinde çıkan sorunları görüşmeye razı olmaktadır. Türkiye ise, BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde devam eden toplumlararası görüşmelerin her iki ülke tarafından da desteklenmesi gerektiğinden hareket ederek, iki ülkenin de doğrudan taraf olmadığı bu sorunu bir tarafa bırakarak Ege Denizi’nde gerginliğe neden olan asıl sorunlara çözüm bulunması gerektiğini savunmaktadır.

Bununla beraber, iki ülke arasındaki sorunların çözümünü sağlayabilecek girişimler sırasında hangi yöntemlere dayanılacağı konusunda da görüş ayrılıklarından söz edilebilir; örneğin Yunanistan, Ege Denizi kıta sahanlığı sorununun iki ülkenin Uluslararası Adalet Divanı’na başvurulmasıyla ve Divan’ın vermiş olduğu kararlara her iki tarafın da kesin olarak uymasıyla çözümlenebileceğini savunurken Türkiye, uyuşmazlığın ancak iki ülke arasında yapılacak olan ikili görüşmelerde başarı sağlanamaması ve tartışmalı bölgelerin belirlenememesi durumunda Divan önüne götürülmesi gerektiğini savunmaktadır.

Taraflar arasında doğrudan sorunların özüne ilişkin olmayan konularda bile görüş ayrılıklarının bulunması, durumu güçleştirmektedir. Bu güçlükler iki ülke arasında sürdürülen iletişimin ve görüşmelerin kopmasıyla artmaktadır. Bu ise, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde süren gerginliğin her iki tarafta olduğu kadar üçüncü ülkeler arasında da artık kanıksanmasına yol açmaktadır.

Bütün bunların yanı sıra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar ve tarafların konuyu ulusal kamuoyları önünde birer “ulusal dava” olarak göstermiş olmaları, süreç içerisinde, dış politika karar alıcılarının hareket alanlarını sınırlayıcı bir etki de yaratmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, özellikle taraflar arasında bir diyalog süreci başladığı durumlarda ulusal kamuoylarının hükümetlerini herhangi bir taviz verip vermediği bakımından duyarlılıkla izlediği görülmektedir. Hükümetler, ulusal kamuoyları önünde ulusal çıkarlar ve haklardan ödün vermekle suçlanmak istememektedirler. 

Yunanistan’ın Ege’de sadece kendi menfaatleri doğrultusunda ileri sürdüğü taleplerde ısrarcı olması çözümü mümkün kılmamaktadır. Açıkçası Yunanistan, aradaki çözümsüzlüğün devamından yanadır. Ortaya çıkacak bir çözümün kendi menfaatlerine uymayacağını düşünmektedir. Yunanistan’ın uluslararası hukuku yok sayarak yaptığı uygulamaların arkasında “Batı’nın Şımarık Çocuğu” görüntüsü yatmaktadır. AB ve Batı’nın, tarih boyunca Yunanistan’ın Türkiye aleyhine yaptığı girişimleri sürekli desteklemesi ve yanında olması bu tavrın temel sebebidir.

Editör: TE Bilişim