Prof. Dr. Nadir Devlet’in makalesi Türk Cumhuriyetleri ve sorunlarını dile getirmesi bakımından dikkat çekti.

Devlet’in makalesi şu şekilde:

Türk Cumhuriyetleri ve Sorunları Prof. Dr. Nadir DEVLET İstanbul Ticaret Üniversitesi, Türkiye Türk topluluklarının büyük çoğunluğunu Avrasya’da yaşarlar. SSCB resmen dağılınca eski Sovyetler birliği Cumhuriyetlerinin 15’i de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Rusya Federasyonundaki Özerk Tataristan ve Çeçenistan Cumhuriyetleri egemenliklerini ilan ettilerse de Moskova tarafından engellendiler. Böylece dünya tarihinde örneğine az rastlanan bir değişim oldu. Bir gün önce SSCB vatandaşı olanlar ertesi gün başka bir bağımsız cumhuriyetin vatandaşı oluverdiler. Bu değişimde aslında değişik Türk topluluklarının -birkaç tanesi hariç- rolü olmadı. Yani bu değişiklik 1905 veya 1917 devrimleri gibi siyasi güçlerin, işçilerin, askerlerin, köylülerin mücadelesi veya arzusu ile gerçekleşmedi. Liderler karar verdi ve kansız bir devrim oldu. Tabii ki bu kadar kolay elde edilen bağımsızlığın değerinin de ne olduğu pek anlaşılmadı. Değişik halkların bu doğrultuda fazla beklentileri, hatta fikirleri yoktu. Bağımsız cumhuriyetler Sovyet döneminden kalan sorunların mirasını ve ek olarak da bağımsızlığın ortaya çıkardığı yeni sorunlarla mücadele ile baş başa kaldılar. 1989 nüfus sayımına göre SSCB’nin toplam nüfusu 285 milyon olup, % 50’sini Ruslar, kalanını diğer halklar teşkil ediyordu. Türk ve Müslümanlar ise 80 milyona yaklaşan nüfusla neredeyse her dört Sovyet vatandaşından birini oluşturuyordu. Ruslar için tehlike olmaya başlayan bu sorun ve diğer sorunlar Kafkasya ve Orta Asya’dan kurtularak aşılacaktı. Neticede Aralık 1991’de üç Slav cumhuriyetinin devlet başkanlarının ortak kararı ile kurulan BDT’yle SSCB sona ermiş oldu. Böylece 65 milyon Türk kökenlinin 50 milyonu kendi bağımsız yönetimlerine kavuştular. Ancak İran’daki 25 milyon1 , Rusya Federasyonu’ndaki 15 milyon, Çin’deki 10 milyon ve diğer ülkelerdekilerle birlikte takriben 50-55 milyon Türk kökenlilerin kendi bağımsız yönetimleri bulunmamaktadır. İşte bu gerçek bugün olduğu gibi gelecekte de etnik, kültürel ve siyasi bir sorun olmayı sürdürecektir. Türk siyasi, belki de etnik ve kültürel Birliği düşüncesine en yakın örnek olarak Arap Birliği gösterilebilir. Arapların şansları batılı kolonyal güçlerin hâkimiyeti altında kalmaları ve bağımsızlığa kavuşan Türkîlerden neredeyse 50 yıl önce bağımsız olmalarıdır. Arap Birliği 22 bağımsız ülkeden oluşur. Birliğe bağlı devletlerde yaşayanların tabii ki hepsi Arap değildir. 360 milyon nüfusun 85 milyonunu kökeni Arap olmayan çeşitli azınlıklar teşkil eder. Dolaysıyla onların ana dilleri de Arapça değildir. Bu birliğin temeli 1945 yılında atılmıştır. Arapça farklı şive ve lehçelere bölünmektedir, ancak tek bir alfabe kullanılmasının dışında güncel standart Arapçanın bütün okullarda okutulması ve yayınların bu dilde yapılması 1 https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ir.html 2 neticesinde Arap aydınları bir birini anlamakta zorlanmazlar. Buna rağmen Arap Birliği zirvelerinden sonuç çıkmamaktadır. Germen dilleri başlıca Almanca ve İngilizceye ayrılmakta ve (Hollandaca, Danimarka’ca, İsveççe, Norveççe gibi) dilleri içermektedir. Bu dilerde konuşanlar bir birini anlamamaktadırlar. Slav dilleri de doğu, batı ve güney şubelerine ayrılıp (Rus, Ukrayna, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Polonya, Sırp-Hırvat, Bulgar, Makedon) aynı şekilde bu dilleri konuşanlar birbirlerini yeterince anlamamaktadırlar. Türk dilleri de dört ana grupta, Oğuz, Kıpçak, Kaşgar, Sibirya guruplarında mütalaa edilebilir. Ana gruplardakiler birbirlerini nispeten anlarlarsa da, diğer bir gruptan olanla anlaşmaları hayli zordur. Bir haylisi kendi edebi dillerini oluşturmuş, bu dillerde bazıları bir asırdan fazladır eser vermişlerdir, ayrıca imla ve alfabe birliği de yoktur. Türk Birliğini oluşturmada en önemli kültürel sorun budur. Tabii ki bizler işin kolayına kaçarak Türkiye Türkçesinin ortak dil veya standart dil olmasını talep edebilir, argüman (delil, savunma) olarak da nüfusumuzun diğerlerinden çok olduğunu gösterebiliriz. Ancak bunun psikolojik, kültürel ve tabii siyasi anlamda geçerliliği ne kadar olacaktır? Türkiye Türkçesini bağımsız Türk cumhuriyetlerinde zorunlu ders olarak okuttuk diyelim, bağımsız olmayanlarda bu sorun nasıl aşılacaktır? Kısacası siyasetçilerin aldıkları kararları, söylemleri ve bunu duygusal olarak destekleyenleri ile bu sorunun çözüleceğine inanmak gerçekle bağdaşmayacaktır. Türk Dünyası henüz birlik anlayışına yaklaşmış değildir. Çünkü bu konu ancak siyasi platformda dile getirilmekte ve geniş halk kitlelerine inmemiştir. Hatta toplumu yönlendiren siyasetçilerin, yazarların, şairlerin, gazetecilerin, öğretim üyelerinin çoğunluğunun gündeminde Türk birliği konusu yoktur. Kısacası ilgisizlik ve bilgisizlik vardır. Dolaysıyla Türk Dünyası ile ilişkilerimiz resmi ve gayr-ı resmi olarak iki başlıkta mütalaa etmemiz gerekmektedir. Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile resmi ilişkilerin Türk Dünyası bağlamında etkisi bu konuda resmi anlaşmalar çerçevesinde gelişebilir. Ancak diğer Türk toplulukları ile ilişkilerimiz onların bağlı bulundukları devletlerin siyasi insaflarına kalacaktır. Diğer bir ifade ile bu konuda bir yaptırım gücümüz olamayacaktır. Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları veya diğer adı ile 10. Türk Zirve Toplantısı 15-16 Eylül 2010 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşti. Ancak Özbekistan Devlet Başkanı diğer zirvelere olduğu gibi bu zirveye de katılmadı. Özbekistan eski SSCB’deki beş Türkî cumhuriyet arasında en fazla nüfusa sahip ülke olmasına rağmen yıllardır bu zirveye celp edilememektedir. Bu işin siyasi, ekonomik hatta kültürel boyutudur. Ülkeler arasında siyasi bir takım sorunların olması olağanüstü bir durum değildir. Ancak siyasi atmosfer uygun olmadığında olayın insani ve buna bağlı kültürel boyutu da gelişmemektedir. Türk zirveleri ancak devletlerarasındaki ilişkileri şeklinde kalmaktadır. Gerçi Türkiye konunun kültürel boyutunu geliştirmek için TİKA, TÜKSOY, Kazak-Türk, Kırgız Türk üniversiteleri gibi kurumları ile katkı sağlamaya çalışmaktadır. Ancak bunlar resmi kurumlar olup, gene talimatlar doğrultusunda çalışan bürokratik kurumlardır. Dolaysıyla entelektüel, 3 bilimsel veya sanatsal özgürlüklerin ikili, çoklu ilişkilerde gelişmesini sağlamakta yeterli olamamaktadırlar. Yeni bağımsızlığa kavuşan Türk Cumhuriyetleri Sovyetler döneminden bina, tesisler, fabrikalar, barajlar, hastaneler, eğitim kurumları, alt yapı gibi olumlu miraslar almışlardır. Ancak Sovyet döneminin yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmacılık, her şeyi devletten beklemek, özgürlüklerin kısıtlanması, muhalif güçlerin susturulması, yani göstermelik demokrasi gibi olumsuz unsurları da miras kalmıştır. Bu ülkeleri ziyaret edenlerin ekserisi bu gibi negatif unsurların bağımsızlığın 20. yılında dahi ortadan kalkmadığını vurguluyorlar. Şüphesiz bu sorunlar evrensel, bazı ülkelerde az, bazılarında çok. Gelişmiş ülkelerde bu nevi yetersizliklere, hatalara tabii ki daha az rastlıyoruz. Bağımsızlığın 20. yılında bazı ülkelerin daha iyi konuma geldikleri de bir gerçek. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın ekonomik alanda başarılarını bütün dünya şahit oluyor. Aslında bunlar şanslı ülkeler. Nedeni ise her birinin dünya pazarlarında aranan petrol, doğal gaz gibi önemli enerji kaynaklarına ve az nüfusa sahip olmalarına dayanıyor. 20 yıl bu ülkeler için gelişme ve kalkınma yılları oldu, başta inşaat sektörü olmak üzere bir hayli alanda yeni eserler yaratıldı. Ancak doğal yer altı zenginliklerine sahip olan Özbekistan nüfusunun fazla olması ve bazı başka nedenlerden bu kalkınmayı sağlayamadı. Kırgızistan ise yer altı zenginliklerinin yetersizliği dolaysıyla beklenen ekonomik gelişmeyi sağlayamadı ve ülkede sorunlar çıktı. Kalkınmayı gerçekleştiren üç ülkenin ve diğerlerinin zaafı ise bu doğal zenginliklerin sonsuza kadar sürmemesine dayanmaktadır. Ekonomik kalkınma mono kültür tarım, petrol ve doğal gaz gibi zenginlikler dayanan ve başka çeşitli alanlarda üretim yapamayan ülkeler gelişmiş teknolojileri her zaman yurt dışından alarak ekonomik anlamda bağımlı kalacaklardır. Geçen yıldaki gibi küresel bir krizden etkilenecek ülkelerin alternatif gelir kaynakları olmalıdır. Ayrıca Avrasya bölgesi, bilhassa Kafkasya ile Orta Asya akılcı politikalar yürütülmediğinde istikrarı sağlamada zorlanacak, bu da ekonomik gelişmeler darbe vuracaktır. Adı geçen bölge iki dev Rusya ile Çin arasında olduğundan bu iki güce de her zaman bir takım tavizler vermek durumundadır. Bugün dahi Afganistan istikrarsız bir konumda olup bölgeye menfi etkilerini yaymaktadır. Yeni Türk Cumhuriyetlerinde Sovyetler Birliği döneminden miras aldıkları sınırlar ve etnik kimlikler de sorun olmaya devam etmektedir. Ülkelerin çoğu komşuları ile sınır sorunlarını çözmek için resmi komisyonlar kurdular ve bazıları hatta çözüldü. Ancak Sovyet döneminde etnik kimliğin çokça vurgulanması müspet olarak o halkların dil ve edebiyatlarının gelişmesine neden olmakla birlikte birbirlerine rakip olmalarına da sebep olmuştur. Ekim devrimi öncesi aynı dili ve kültürü paylaşan Tatar-Başkurtlar, Kazak-Kırgızlar, ÖzbekTacikler birbirlerine rakip konumuna gelmişlerdir. 1990’lı yıllarda Özbeklerle Ahıska Türkleri ve Kırım Tatarları ile gene Özbeklerle Kırgızlar arasındaki kanlı çatışmalar unutulmaya yüz tuttuğunda, daha geçenlerde Oş bölgesinde Kırgız-Özbek kanlı çatışmalarına şahit olduk. İnternet aracılığı ile savunmasız insanların yakıldığını gördük. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorunu hala çözülemedi ve hemen her ay birkaç çatışmanın çıktığını haberini alıyoruz. Bunlara ek belirgin 4 çatışmaya dönüşmeyen yerel baskı ve sürtüşmelerin mevcudiyeti de inkâr edilemez. Orta Asya’da dolaştığınızda insanlar birbirlerini etnik olarak ayırma özelliğine sahip olmaları cidden şaşırtıcıdır. Dünyada, hatta en gelişmiş ülkelerde dahi ırki, dini ayırımcılık ve düşmanlığın artmaya başladığını ve bazı siyasi güçlerin bunu körüklediğini de gözlemliyoruz. Ancak eski Sovyet coğrafyasındaki etnik husumetler aslında 70-80 yıl uygulanan Sovyet milletler politikasından kaynaklanmaktadırlar. İşin ilginç yanı, dindaş ve kardeş toplulukların birbirlerini ayırmaları, hatta sürtüşmeleri sürerken, kendi bölgelerindeki Ruslara karşı her hangi bir husumetlerinin olmamasıdır. Bu da Rus yönetiminin milletler politikasını uygularken kendi “ağabey” konumlarını benimsetmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Bunlara ek olarak Orta Asya’da Afganistan’dan sızan İslami militanlar dolaysıyla Özbekistan ve Tacikistan’da istikrar darbe almaktadır. Bu şartlarda çatışan tarafları uzlaştıracak bir Türk gücünün veya istikrar antlaşmasının olmaması üzücüdür. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) Orta Asya’daki veya Kafkasya’daki kanlı çatışmaları bastıramayacağını gösterdi. Güvenlik kaygıları yeni bağımsız olan ülkelerin silahlanmaya başlamalarına neden olmuştur. On bir BDT ülkesinin askeri harcamaları bu yıl %5,5 civarında artmış bulunuyor. Kafkasya’da en fazla silahlanan iki ülke Azerbaycan ile Ermenistan var. Bu bir silahlı çatışmayı mı işaret ediyor? Orta Asya’da ise durum daha da ürkütücü gözüküyor. Bir taraftan buradaki ülkelerin Taliban güçlerinin dıştan muhtemel saldırısına koyacak durumda değiller. Diğer yandan ise ya sınırlarını veya halkı kontrol için savunma masraflarını artırıyorlar. Özbekistan şu anda Gayri safi yurtiçi hâsılasının (GSYH) %3,5’nu silahlı kuvvetlere harcıyor. Kazakistan sorunlu bölgelerden uzak olduğunda olsa gerek GSYH ancak % 1’ni harcıyor. Kırgızistan ile Tacikistan daha az harcıyorlar. Çünkü harcayacak paraları yok, ayrıca Rusya veya ABD’den destek alacaklarına inanıyorlar. Tarafsızlığını ilan eden Türkmenistan da savunmaya yatırım yapıyor.2 Tabii ki bütün bu harcamalara rağmen, bu ülkelerin askeri alt yapısının uzun süreli ülke savunmasına yeterli olacağını varsaymak pek gerçekçi olmasa gerek. Bağımsız Türk topluluklarını ise iki gurupta inceleyebiliriz. İlkini Rusya’daki kendi adlarını taşıyan özerk cumhuriyetlerde yaşayanlar ki, onlar az da olsa siyasi ve kültürel kimliğe sahiptirler. Bir de her Türkiye vatandaşı olup da Avrupa ülkelerinde, Irak’ta ve Çin’de yaşayanlar vardır. Her iki gurubun da kaderi yaşadıkları ülkenin siyasetine bağlıdır. Türkiye’nin değişik nedenlerden bu ülkeleri etkilemesi pek söz konusu değildir. Çin ile ekonomik ilişkilerimiz hızla gelişmekte, ancak orada yaşana Uygurların kaderi lehinde bir şey yapılamamaktadır. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde dahi yabancı unsurlara karşı tepkilerin artığı 2 https://mail.google.com/mail/?shva=1#inbox/12b6cd8dc1a0237d 5 düşünülürse, totaliter rejimlerde yaşayan Türklerin kaderleri ile ilgili yapılacak pek bir şey gözükmemektedir. Kısacası, Türkiye’nin gelecekte çıkacak sorunlar karşısında ne gibi rol oynayacağını bugünden söylemek mümkün değildir. Türkiye bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile işbirliğini geliştirmek istediğini göstermekte ve diğer ülkelerin vatandaşı olanlarla da kültür aracılığı ile imkânlar çerçevesinde işbirliği oluşturma gayreti içindedir. Ancak bu ülkelerdeki soydaşlarımız hak ve hukuklarına, hatta kendilerine ciddi tehditler doğduğunda uygulanacak politikalar henüz belirlenmemiştir.

Editör: TE Bilişim