Mondros ateşkesi sürecinde Osmanlı Devletini Mondros’ta kimin temsil edeceği sorusuna ilk olarak Adliye Nazırı Hayri Efendi ‘’Hüseyin Rauf Bey’’ ismini vermiştir. Rauf Bey ise diplomasi mesleğinde tecrübeli bir zatın tayini, ordu mensuplarından elverişli birinin de ona yardımcı olarak katılmasını önermiş ve affını istemiştir.

Ancak Sadrazam İzzet Paşa’nın doğrudan hitabı, padişahın da bir an evvel muharebenin sonlanmasını istemesi ve esir tutulan İngiliz General Towshend’in mütarekeyi müzakere edecek “Heyette Rauf Bey’in bulunmasının faydalı olacağı görüşü” üzerine görevi kabul etmiştir.

Bu maksatla 24 Ekim gecesi Peykişevket adlı destroyerle İstanbul’dan Bandırma’ya geçen Osmanlı heyeti üyeleri, buradan trenle İzmir’e, 26 Ekim sabahı Muzaffer adlı römorkörle İzmir’den ayrıldıktan sonra bir İngiliz mayın tarama gemisine geçmişlerdir. Önce Midilli Adası’na, buradan da Liverpool adlı İngiliz kruvazörüyle Limni Adası’nın Mondros Limanı’na ulaşmışlardır. Heyet gece vakti İngiliz Agamemnon zırhlısının güvertesinde Amiral Calthorpe tarafından karşılanmıştır. Fakat saatin geç olduğu ve heyet üyelerinin yorgun olduğu için görüşmeler ertesi sabaha bırakılmıştır.

Ertesi sabah, müşavir olarak katılacak olan iki kumandan Amiral Seymur ve Albay Labens ile Binbaşı Dikson, kâtiplikle görevli birkaç genç teğmen gelmiştir. Görüşme öncesi baş başa bir konuşma isteğini Calthorpe kabul etmiştir. Rauf Bey, savaşa girme nedenini asıl olarak “Rus tehlikesi olduğunu, bir ihtilal gerçekleşmişse de Rus tehlikesinin tamamen ortadan kalkmadığını, istiklale dokunacak şartların kabul edilemeyeceğini” diplomatik bir dille iletmiştir. Bir saate yakın sessizce dinledikten sonra Calthorpe, Osmanlı ve İngiliz menfaatlerini korur bir dostluğun yeniden başlaması için elinden geleni yapacağını belirtmiştir. Fakat birçok İngiliz gibi o da sözünde durmamıştır.

Rauf Bey kendisine uzatılan metni incelediğinde bütün askerlik ve siyasi hayatının en sıkıntılı ve küçük düşürücü anıyla karşı karşıya kaldığını hissetmiştir. Bu metni, millet ve devlet adına imzalamak kendisi için çok zor bir durum olmuştur. Maddeleri okumak için süre istediğinde ise Calthorpe’den “Bu bir teklif değil, karardır” cevabını almıştır.

Mevcut durumu Padişah’a ve Bab-ı Ali’ye bildiren Rauf Bey; “evet” cevabı gelince mütarekeyi imzalamıştır. Bundan sonrasındaki mütareke döneminde İstanbul’un en bedbaht adamı da Rauf Bey olmuştur. Zira Mondros’tan dönüşünde gazetelere verdiği “İmzaladığımız mütarekeyle bağımsızlığımız ve saltanat hukuku tümüyle kurtarılmıştır” beyanatı; İngilizlerin sözlerinde durmaması nedeni ile eleştiriye uğramıştır.

Osmanlı Hükümetince 12 milyon İngiliz altını karşılığında satın alınan “Sultan Osman, Reşadiye ve Fatih Kruvazörlerini” teslim almak üzere İngiltere’ye gittiğinde de İngilizlerin verdikleri sözlerde durmadığını bizzat görmüştür. İngilizlerin bu çirkin tutumu yerine Rauf Bey’i suçlamak tuhaf ve anlaşılması güç bir durumdur.

Rauf Bey, 1911 yılında İtalyan-Osmanlı savaşında Trablusgarp’ta ikmal işlerini sağlamak için görev almıştır. Hemen akabinde başlayan Balkan Harbi’nde ise Hamidiye Kruvazörü’ne komutan olarak atanmıştır. 1912-1913 yılları arasında Varna, Dıraç Şinkin baskınları ile Osmanlı devletinin belki de tek başarısına imza atmıştır.

Balkan bozgunları sonucunda ortaya çıkan moral çöküntüsüne karşı Osmanlı Deniz Kuvvetlerinin haysiyetini kurtarması neticesinde Rauf Bey’e “Hamidiye Kahramanı” unvanı verilmiş ve harekât sonunda İzmir’de iken rütbesi binbaşılığa yükselmiştir. Çünkü Balkan Harbi, Osmanlı Devleti açısından gaflet, bozgun ve felaket anlamına gelmektedir. Rumeli topraklarının büyük bir kısmı bu savaşta kaybedilmiştir.

NUTUK IŞIĞINDA RAUF ORBAY – ATATÜRK KAVGASI!

Rauf Orbay bir gün Mustafa Kemal’in odasına gelir ve paşayla çok önemli bir konu hakkında görüşmek istediğini söyler ve Mustafa Kemal’i Refet Bele’nin Keçiören’deki evine davet eder. Paşa kabul eder bu teklifi. Yine bu davete Ali Fuat Cebesoy’da katılır. Bu dörtlü Refet Paşa’nın evinde toplanır ve başlarlar sohbete. Rauf Bey o dönem Mustafa Kemal’e muhalefet edenlerin tek adresidir. Bir müddet sonra Rauf Bey, Mustafa Kemal’e Cumhuriyet, padişahlık ve halifelik hakkındaki görüşlerini sorar. Bunu sorarken de meclisin derin bir kaygı taşıdığını da söyler. Mustafa Kemal’den padişahlığın ve halifeliğin kalkmayacağına ve cumhuriyetin gelmeyeceği dair güvence ister.

Mustafa Kemal bu sözlerin üzerine Rauf Orbay’a sen ne düşünüyorsun? diye sorar. Rauf Orbay ise “Ben padişahlık ve halifelik onuruna gönül ve duyguyla bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelenleri arasındaki yerini almıştır. Benimde kanımda o ekmeğin kırıntıları vardır. Padişahlık ve halifelik onurunu ortadan kaldırmak, onun yerine başka bir düzen koymak yıkım ve çöküntüye yol açar.” der.

Mustafa Kemal sorusunu bu defa da Refet Bele’ye yöneltir. Refet Bele’de “Rauf Bey’in bütün düşünce ve görüşlerine katılıyorum Gerçekten, padişahlıktan, halifelikten başka bir yönetim söz konusu olamaz.” der.

Mustafa Kemal sonra Ali Fuat Cebesoy’a döner ve ona da sorar aynı soruyu. Ali Fuat Cebesoy ise “Moskova’dan yeni geldim. Durumu değerlendirmedim. Şimdi görüş belirtmeyeceğim” diyerek cevaplamaktan kaçınır.

Aldığı bu cevaplardan sonra Mustafa Kemal arkadaşlarına “Söz konusu sorun bugünün sorunu değildir. Meclisteki bazılarının kaygıya kapılmasına gerek yoktur.” der. Rauf Orbay’da bir rahatlama göze çarpar. Tüm gece bu konu konuşulur ve sabaha karşı Rauf Bey, Mustafa Kemal’den az önce söylediklerini kürsüden Meclis’e de söylemesini ister. Mustafa kemal “hay, hay o da olur” der. :) Bununla da yetinmeyen Rauf Orbay muhalefet milletvekillerine zaferini göstermek amacıyla Mustafa Kemal’den padişahlık ve halifeliğin teminat altına alındığı bir yazı ister. Mustafa Kemal ona da “hay hay” der. Bir kâğıt parçasına kurşun kalemle bunları yazar. Bu kâğıt parçası Rauf Orbay için bir zafer sayılmıştır. Artık muhalefetin rakipsiz lideri olmuştur.

Bundan sonrasını Atatürk’ten dinleyelim:

“Baylar, belki birtakım kişilere göre Rauf Bey üzerine aldığı görevi yapmıştı. Ben de, genel ve tarihsel görevimin o güne ilişkin evresini, açıkladığım gibi yapmıştım. Ama genel görevimin gerektirdiği temel işi yapma ve uygulama zamanı gelince de hiç duraksamadım. Tevfik Paşa'nın telyazıları dolayısıyla padişahlığı halifelikten ayırmaya ve önce padişahlığı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, hemen Rauf Bey'i Meclisteki odama çağırmak oldu. Rauf Bey'in, Refet Paşa'nın evinde sabahlara dek dinlediğim düşüncelerini ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi, ayakta, kendisinden şunu istedim: "Halifeliği ve padişahlığı birbirinden ayırarak padişahlığı kaldıracağız! Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz!" Rauf Bey'le bundan başka hiçbir şey konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, yine bu iş için çağırmış olduğum Kazım Karabekir Paşa geldi. Ondan da, bu yolda konuşmasını rica ettim. Baylar, (Meclisin) o günlerle ilgili tutanaklarında görüldüğü üzere, Rauf Bey kürsüden bir iki kez konuştu ve dahası, padişahlığın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesini de önerdi. Burada bir nokta, kafalarda düğümlenip kalabilir. Bana, Padişaha bağlı kalmayı borç bildiğini, padişahlık katının yerine başka nitelikte bir makam koymaya çalışmanın yıkıma yol açacağını ve büyük acı doğuracağını söylemiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı öğrendikten (sonra); özellikle kararımı desteklemesi ve padişahlığın kaldırılması için Mecliste bir konuşma yapması yolundaki isteğim karşısında hiçbir şey söylemeksizin uysallık göstermiştir. Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey, eski inançlarını değiştirmiş miydi? Yoksa bu inançlarında aslında içtenlikli değil miydi? Bu iki noktayı birbirinden ayırmak ve biri üzerinde tam bir kanı ile yargıda bulunmak güçtür. “

Editör: Habererk Haber Merkezi