Milliyetçilik Üzerine Hafıza Tazelemek…

Türk Milliyetçiliğinin siyasi aksiyonu olan, Milliyetçi Hareket Partisi bünyesindeki tartışmaların, kişiler üzerinden yürütülmesinin, önemli bir fırsatı heba etme riski taşıdığını görüyorum. Şüphesiz ki kişilerin bir anlamı vardır ve tartışılmalıdır, ancak bu tartışmayı, içinde bulunduğumuz düşünsel sıkışma alanına oturtmanın, kaçınılmaz bir görev olduğunu da görmemiz gerekir…

21. yüzyılın dünyasında, zamanın ruhuna nüfuz etmek, ülke, bölge ve yeryüzü ölçeğinde, ortaya çıkmış problemlere reçete yazmak, en başta Türk Milliyetçilerinin sorumluluğunda olması gerekir. Bu münasebetle, düşünce dünyamızı zenginleştirici bir tartışmayı ve yenilenmeyi gerçekleştirmek zorundayız… 

Üzerimizde oluşturulmak istenen algıları, kronikleşmiş ön yargıları, yetersiz kaldığımız fikri ve aksiyoner alanlarımızı tedavi etmek için bu fırsatın iyi değerlendirilmesi gerekmektedir… 

Bilinmelidir ki, mutfağında; akıl, hafıza, envanter, tarih, bilim, teknoloji, vicdan, sevgi, saygı, demokrasi, kadro, vizyon, proje, sorumluluk, kriz yönetimi ve sorun çözmeyi ikame eden, bir fikri ve kurumsal inşanın gerçekleştirilmesi, milletin Türk milliyetçilerinden talebidir…
Milletimiz, Milliyetçilik başta olmak üzere, her alanda düşünsel sıkışma yaşıyor. Ülkemizin hemen hemen bütün sorunlarında, düşünsel sıkışmanın neden olduğu kafa karışıklığı ve çözümsüzlük karşımıza çıkıyor. Aslında, yaşanmaması gereken bir düşünsel sıkışma yaşanmaktadır…

Oysaki düşüncelerimize derin anlamlar katmanın yolu; farklı düşünce ve seslere kulak vermek ve referans kaynaklarımızı hatırlamaktan geçer…

Rahmet ve şükranla andığımız, Türk Milliyetçiliğinin referans isimlerinden bir kısmını hatırlatmak, düşünce dünyamızın bu değerli fenerlerinin ışıklarını yansıtmak, yaşanan düşünsel sıkışmanın açılmasına bir nebze katkı sağlamak için bu makaleyi kaleme aldım… 
Türkiye’de milliyetçilerin en fazla önem vermesi gereken konulardan birisi, kuşaklar arasındaki kültürel devamlılıktır. Çok önem verildiği iddia edilmesine rağmen, kuşaklar arasında kültürel devamlılık yerine kültürel kopukluk, son yıllarda ne hazindir ki giderek derinleşmektedir…

Prof. Dr.Erol Güngör, milliyetçilik, kültür değişmeleri, din, tasavvuf, sosyoloji, Batı medeniyeti gibi önemli konulardaki özgün düşünceleriyle 1970’li ve 80’li yıllarda milliyetçi gençliği derinden etkileyen önemli bir düşünürdür. Türk Milliyetçiliğine entelektüel derinlik kazandıran Erol Güngör’ü, gençlerimizin çoğunun bilmiyor olması da hayret vericidir…

Erol Güngör, eskiye devamlı bir şeyler katarak onu her an yenilemeye önem vermiştir. Tarih, Kültür, Milliyetçilik kitabındaki şu düşünceleri bugün de büyük önem taşımaktadır:

"Milliyetçilerin en çok dikkat etmeleri gereken bir hassas denge noktası, durağan bir muhafazakârlıkla, milliyetçiliğin birbirine karıştığı yerdir. Milliyetçiliğin tarihi değerlere büyük önem vermesi, özellikle modern çağın değerleri, bu eski değerlere göre insanı tatminden çok uzak kaldığı zamanlarda, onları kolayca aldatabilir. Milliyetçilik kendi içine kıvrılmış, kapalı bir sistem değildir. Kendini devamlı yenilemek zorundadır. Geçmişte kullanılan bir sanat formunun, büyük kıymet verilen bir fikir veya edebiyat eserinin, bir kıyafetin, insanları her zaman ve mekânda aynı derecede tatmin etmesi beklenemez. Eskiye devamlı bir şeyler katarak, onu her an yenilemediğimiz takdirde, tıpkı bir müzede yaşayan insanlara benzeriz. Müzeler güzeldir; ama hayatın dışında şeylerdir."
Türkiye’de milliyetçilerin düşünsel sıkışmalarının en başında, Batı ile münasebetler gelmektedir. 

Eskiye yeniyi katmak için batıda ki gelişmeleri yakından takip etmek gerekir, bu konuda Rahmetli Erol Güngör’ünde hocası olan Prof. Dr. Mümtaz Turhan hocanın bakış açısına ihtiyacımız var… 

Yrd. Doç. Dr. Seçil. Deren,Kültürel Batılılaşma adlı yazısında MümtazTurhan’ın düşüncelerini şu şekilde aktarmıştır:

“… Sosyal psikolojinin Türkiye’deki ilk uygulayıcılarından olan Prof. Dr. Mümtaz Turhan, seçkin ve eğitimli kesimler tarafından, Batı tekniğinin Türk kültürüne sentezlenmesi gereğini bir kez daha dile getirir. Turhan’a göre; Türkiye’nin önündeki tek yol Batılılaşmak, Batı medeniyetinin temel öğelerini yaşama geçirmektir. Bu öğeler; ilim ve ilim zihniyeti, ilimin uygulaması olan teknik, ilim zihniyetinin gelişeceği çevrenin koşulu olarak hukuk ve özgürlüktür. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri’nde, medeniyet alanı değiştirmeye zorunlu bir toplumun kültürü, bu değişim anında tamamen ortadan kalkıp, onun yerine hakim milletin kültürünün geçemeyeceğini belirtir. İki toplum, iki kültür karşılaşınca, birinin mutlaka yok olması gerekmez; sentez,ister istemez gerçekleşir. Batılılaşıyoruz diye dinimizin, benliğimizin kaybolacağı iddialarının hiçbir ilmi değeri yoktur. Ne var ki, Türkiye Batılılaşamamıştır, çünkü insan unsuru göz ardı edilmiş, sadece Batılıya benzer şekilde yaşar gibi görünülmeye başlanmıştır.Eski yaşam tarzını terk etmek Batılılaşmak değildir. Turhan’a göre, Türkiye’nin Batılılaşmasında aydınlara çok özel bir görev düşmektedir… Bu güne kadarki deneyimin başarısızlığının sebebi, romantik ve taklitçi ‘sözde münevverler’ dır. Turhan’ın 1950’lerde hâlâ şikâyetçi olduğu şekilci Batılılaşma,aslında Tanzimat’tan beri süregelmekte olan bir sorundur ve Osmanlı geçmişinin reddiyle iyiden iyiye, Avrupa hayranlığına ve körü körüne taklide dönüşmektedir…”

Türkiye’nin çağdaşlaşma sorununa kafa yormuş olan ve Doğu-Batı sentezinin gerekliliğini savunan Peyami Safa, bu konuda şu yaklaşımı savunmuştur:

“Yabancı medeniyeti ya toptan reddetmek veya toptan benimsemek gibi iki tepkinin dışında üçüncü bir şans daha vardır ki o da bu milletin yabancı bir medeniyetle kendi millî ve dinî geleneklerini uzlaştıran ahenkli bir sentez yaratabilmesidir… Doğu-Batı sentezi bizim yani bütün insanların tarih ve ruh yapısı kaderimizdir. Doğu ile Batı arasındaki mücadele her insanın kendi nefsiyle mücadelesine benzer. Bunların sentezi insanın var olmak için muhtaç olduğu vahdetin ifadesidir. İnsan bütünlüğü ve tamlığını ancak bu sentezde bulabilir.” 

Türkiye’de milliyetçilerin düşünsel sıkışmalarının bir başka başlığı, tarihle ilgili kafa karışıklığıdır.

Prof. Dr. Fuat Köprülü, Türkiye’de tarihçiliğe bilim hüviyeti kazandırmaya çalışan ilk kişi olduğu gibi Osmanlı tarihine yönelik bakış açısını da değiştirmiştir…

“Maziden mahrum milletler, istikbale kuvvetle yürüyebilmek ve medeniyetâleminde kendilerine bir mevki tayin edebilmek için hiç yoktan bir mazi icadına çalışırken, bizim gibi çok zengin, şanlı bir maziye malik bir milletin geçmişine karşı nihayetsiz bir ısrarla göz yumması ne büyük bir nankörlüktür” 

Geçmişte dünya tarihine yön vermiş bir milletin ve medeniyetin mirasçısı olan Türk milleti, tarihine yabancılaşmanın bir sonucu olarak geçmişini yeteri kadar tanımadığı gibi geleceğine de kayıtsız davranmaktadır. Aliya İzzetbegoviç bir konuşmasında:

“Hatırlama ilerlemiş medeni halklar ile geri kalmış ilkel halkları birbirinden ayıran ölçüttür. Medeni halkların anıları vardır. Önemli olaylarını hatırlayan halklar tarih dediğimiz şeye sahip olurlar.” demektedir… 

Birinci Dünya Savaşı sonunda, İstanbul’un işgal edilişini protesto etmek amacıyla düzenlenen Sultanahmet Mitingi’ne konuşmacı olarak katılan Mehmet EminYurdakul, “Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve vatanî hatıralara malik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor…” demiştir…

Geleceğe yönelik Büyük Türkiye vizyonunu oluşturmak konusunda tarihi önemli bir bilim dalı olarak gören Dündar Taşer, derin tarih bilgisi eşliğinde yaptığı gerçekçi yorumlarla dikkatleri üzerine çekmiştir. Kendi neslini yeteri kadar tarih bilgisi ve millî şuura sahip görmeyen Dündar Taşer, bu nesli şu şekilde tarif etmiştir:

"Bizim neslimiz bir reaksiyon neslidir; yılgın, aciz, rahatçı, ürkek, çekingen, nemelazımcı ve renksizdir. Dedelerimizin her meseleyi halledip bitirmediğinden müteessirdirler. Fatih Sultan Mehmet’in asfalt yol yapmadığına da çok kızgındırlar. Uslu uslu otururlar, akıllı akıllı konuşurlar. Ne işimiz vardı Yemen’de; niye gittik Viyana’ya; bu Kıbrıs meselesi nereden çıktı başımıza diye şikayet ederler. Dedikleri bu; düşündükleriyse daha beterdir. Tek gayeleri vardır: Sorumlu olmamak. Millî ve tarihî sorumluluk bir yana, resmî vazifeden olan sorumlulukları bile üstlenmemektedirler.”

Mustafa Necati Sepetçioğlu ise, eskiyi inkâr eden kopuşlara dayalı, derinliği olmayan, nitelikten yoksun kabuk değiştirmelerden büyük bir rahatsızlık duymuş, bu konuda duyarsızlık sergileyenlere isyan etmiştir. Bu isyanını kendine has üslubuyla şöyle dile getirmiştir:

“… Bizde! Berberlerin kuaför; baytarların veteriner; hekimlerimizin doktor, cerrahlarımızın operatör olduğunda… Kaçışlar, eskimelerden korkmalar ve kendini bir şeyler olmuş sanma hastalıkları yaşanmıştı. Değişme, sadece bir kabuk değiştirme sıradanlığından taşmamış olsa önemsenmeyebilinirdi ötesine de ulaşıldı ardından. Şimdi düzeltme ve iyileştirme güçleri de yetkileri de ellerinde olduğu halde kendilerini şikâyetçi sanmaktan bugün, hatta aptallaşmış yetkililer de etkililer de çaresizdir…” 

Türkiye’de milliyetçilerin bir başka düşünsel sıkışma alanı, birey-toplum ve Devlet ilişkisidir. 

Devlet ve Fert adlı kitabın da yazarı olan Ahmet Ağaoğlu,kişisel teşebbüsün gelişememiş olmasını önemli bir toplumsal eksiğimiz olarak değerlendirmiş“Toplumun gelişmesi ferdin gelişmesine bağlıdır.”sözleriyle bireyin gelişimini engelleyen nedenleri şu şekilde ifade etmiştir:

“… Ailede ve okulda ezilmiş, din ve edebiyatın eğitici etkilerinden mahrum olan fertler, genel hayata karışır karışmaz hükümetin ezici, sıkıcı ve öldürücü baskı ve denetimi altına giriyorlardı. Bu şartlar içinde yaşayan fertlerde içtimai denilen iyi vasıflar nasıl meydana gelebilir? Her taraftan sıkılmış ve ezilmiş ruhlar kaplumbağa gibi kendi kabuklarının içine saklanıyor. Herkes kendini kurtarmaya çalışıyor. Herkes yalnız kendini düşünmeye çalışıyor. Böyle bir çevrede ferdi teşebbüsler, ferdi kahramanlıklar beklemek boş yeredir…”

“Herkes kendini kurtarmaya çalışıyor. Herkes yalnız kendini düşünmeyeçalışıyor.” sözleriyle, bugün de sıkıntılarını yaşadığımız gerçek birey olamamanın nedenlerini bir sosyolog gibi ortaya koymuştur… 

Türkiye’de milliyetçilerin bir başka düşünsel sıkışma alanı, din-milliyetçilik ilişkisidir.

Türkiye yeni bir yüzyıla geçmişte olduğu gibi kimlik tartışmalarıyla girdi. Din ile milliyetçilik ilişkisi bu tartışmalarda en çok dikkat çeken noktalardan birisini oluşturmaktadır. Bir insanın hem dindar hem milliyetçi olabileceğini kabul etmek yerine, dini ve milliyetçiliği birbirine zıt ve rakip değerler olarak görmek, toplumsal harcımızı erozyona uğratır. İki önemli değerden birini tercih etmek mantığı yerine, bunların her ikisini toplumsal kimliğimiz içinde çağın gerekleri doğrultusunda anlamlandırmak, toplumsal yapımızı güçlü hale getirecektir…

Dini ve milliyetçiliği birbirinden ayrılmaz iki değer olarak görüp, bu iki değerin yaratacağı manevi sinerji eşliğinde, çağın gerektirdiği bilim ve teknoloji donanımına sahip bir millet, geleceğine güvenle bakabilir. Türklüğü bedeni, İslamiyet’i ruhu bilen Ahmet Arvasi, bu yaklaşım doğrultusunda önemli düşünceler ortaya koymuştur…

Türk-İslam sentezi yerine Türk-İslam ülküsü düşüncesinin mimarı olan Ahmet Arvasi, geri kalmış bir memleketi şu şekildetanımlamıştır:

“… Denebilir ki; geri kalmak demek, eğitim bakımından geri kalmak demektir. İnsanı muasır ihtiyaçlarına göre yetiştirip kadrolaştıramayan cemiyetler isterlerse dünyanın en zengin coğrafyalarında otursunlar, dünyanın en mühim körfezlerine, limanlarına, boğazlarına ve kanallarına sahip olsunlar, topraklarının altında petrol denizleri bulunsun, yabancı mühendislerin ellerinden çıkan lüks ve konfora sahip olsunlar yine de geri kalmış memleketlerdir…”

Türkiye’de, milliyetçilerin düşünsel sıkışma alanlarından biride, yaşamla-davayı bütünleştirememeleridir. 
Galip Erdem, ülkücü bir insanın davasında samimi olabilmesinin sırrını gençlere şu şekilde açıklamıştır:

“… Bugün tamamen haklı olarak ülkücülüğe aykırı davranışlarından dolayı kınadığın ağabeylerin, senin yaşındayken ülkücülüklerine asla toz kondurtmak istemezlerdi. Ama hayat adını verdiğimiz düşmana yenildiler. Şimdi sapmalarını bağışlatmak için münasip bir bahane aramanın peşine düşmüşlerdir… Neden böyle oluyor? … Hayat dediğimiz en büyük düşmana yenilmemiz yüzünden oluyor. Yapımız çıkarlarımızdan vazgeçebilmeye müsait değildir. Hele çağımıza hükmeden maddecilik, belki de hiç kavuşulmayacak sevgili uğruna zahmet çekmemize, acılara katlanmamıza imkân vermiyor. Ancak bir müddet,özellikle hiç bir sorumluluğu yüklenmediğimiz gençlik yıllarında her türlü baskıya dayanabiliyor, biraz yaşlanıp çoluk çocuğa karışınca dökülüyoruz… Yenik düşmemenin, ülkü kaygısını bir ömür boyu yürütebilmenin sırrı nedir? Yenilmemenin tek sırrı vardır: Nefsini yenmek! Ama nefsini yenmek,söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Nefsini yenebilen bir yiğit bütün bir dünyayı yenmiş sayılır.” 

Ülkü sahibi milletlerin tarihte büyük işler başaracağına inanan Nihal Atsız, Ülkü sahibi olmanın ne kadar önemli olduğunu şu şekilde açıklamıştır:

“Bir Milletin yürütücü kuvvetine ‘Ülkü’ denir. Toplumlardaki kişileribirbirine bağlayan nesne sadece kök birliği, çıkar ve ihtiyaç değil, bunlarla birlikte ve aynı zamanda ülküdür. Ülküsüz topluluk, yerinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır. Sözlük anlamı ‘and’ ve ‘uzak hedef’ demek olan ‘ülkü’ topluluğu, aynı yolda yürüyen bir kuvvettir ki, bu uğurda insanlar birbirlerine karşı içten sözleşmiş gibidirler.Ülkü; ilk önce insanların gönüllerinin derinliğinde, şuur altlarında, hayallerinde doğar ve önce kendini destanlarda gösterir. Sonra şuura geçer, büyük kılavuzlar tarafından açıklanır. Daha sonra da büyük kahramanlar, onu gerçekleştirmek için büyük hamleler yapar. Bu hamle sırasında da ülkülü millet, kahramanların ardından gönül isteği ile koşar. Bütün bu uğraşmalar arasında da millet yürür; önce manen, sonra maddeten ilerler, olgunlaşır, erginleşir…”

Her şeyin maddiyata endekslendiği günümüzün dünyasında, millî duygunun varlığının ne kadar önemli olduğunu, Sadri Maksudi Arsal şu sözleriyle açıklamıştır:

“… Bir milletin ekseriyetinin ruhunda derin, kuvvetli millî duygu ve şuur kaynaklarının bulunması o milletin toprağında bitip tükenmez petrol kuyularının bulunmasından daha mühimdir.”

Ez cümle,

Gündelik hayatın anlık akışı içinde tarih bilincinden yoksun insanlarımız, geçmişe ve geleceğe dair şuur eksikliğinin bir sonucu olarak kendilerini ve ülkemizi ufuksuzluğa mahkûm etmektedir. Dünya dengelerinin yeniden şekillendirildiği bu yüzyılda, yönlendiren ülke olmak yerine yönlendirilen ülke olmak hicran vericidir. Demem o ki; Slogan kumpasına girmiş, toptan reddiyeci, siyasetin matematiğini ve dilini kullanamayan, düşünsel sıkışmışlık yaşayan bir yapının, ne devlete, nede millete hizmet edemeyeceği, tecrübeyle sabit hale gelmiştir...