Temizenerji.org sitesinden Didem Taşbaşı'nın, Eskişehir Teknik Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Ekoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cengiz Türe ile yaptığı röportajda dünyayı derinden etkileyen iklim krizinin sebepleri, sonuçları ve etkileri ele alındı.

Taşbaşı'nın özel röportajının tamamı şu şekilde:

“Kentler, kendi projeksiyonlarına göre gerçekçi ve stratejik sürdürülebilir iklim eylem planları oluşturmalı”

İklim krizi giderek derinleşirken, dünyanın farklı coğrafyaları iklim krizini farklı etkilerle gözlemliyor. Birçok bölgede seller, hortumlar, fırtınalar, süper hücreler etkisini gösterirken, bir diğer bölge kavurucu sıcaklarla baş etmek zorunda kalıyor.

Kentler de iklim krizinin hem sebebi hem de etkilerinin en çok hissedildiği alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Kentlerin iklim krizinin etkilerini daha az hissedebilmesi ve bu krize en büyük etken olan sera gazı salımlarını durdurmaları için hala ümit varken, Eskişehir Teknik Üniversitesi Biyoloji Bölümü Ekoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cengiz Türe, bu mücadelenin öncelikle kentlerin en önemli yapı taşı olan bireylerin farkındalık kazanmasıyla başlayacağının altını çiziyor.

İklim kriziyle ilgili olarak dünyada yaşananlar hakkında değerlendirmeleriniz nelerdir?

İklim aslında çağlar boyunca dünyada çeşitli dönemlerde kriz denebilecek boyutlarda değişim gösteren bir faktör. Dünyada geçtiğimiz dönemlerde bir buzul dönemi yaşandı arkasından kurak periyotlar yaşandı. Bunları genellikle doğanın kendi dinamikleri içerisinde gerçekleşen iklim olayları olarak görüyoruz. Bugün yaşadığımız iklim olayları ise büyük oranda atmosferdeki sera gazlarının sanayi devrimi sonrası giderek artmaya başlaması ve buna bağlı olarak atmosferin ısıl yapısının bozulmasıyla birlikte ortaya çıkan bir sonuç. Dolayısıyla ilk önce yoğun bir şekilde sera gazlarının salımı başlıyor ve bunun soncunda da küresel ısınma dediğimiz atmosferdeki ısıl dengesinin bozulması ya da aşırı derece sıcaklık birikmesi ile gezegenimizin yıllık ortalama sıcaklığının değişmesi ve ardından küresel ısınmanın tetiklediği iklim değişikliği olayları var. Bugün yaşadığımız süreç yakın zamana kadar toplum tarafından çok inandırıcı ve kabul gören bir olay olarak görülmese de günümüzde değişiklikleri fark edebilecek boyutları yaşadığımız bir olaylar dizisi olarak karşımıza çıkmaya başladı. Öncelikle belli noktalarda etkisini gösterdiği için dünyanın diğer kesimleri sanki bunun kendilerini etkileyemeyeceğini düşünerek üzerine çok fazla gitmediler. Ama giderek ortaya çıkan olaylar sebebiyle uluslararası alınan tedbirler sonucunda önce Kyoto Sözleşmesi arkasından Paris İklim Anlaşması, Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi önlemlerle diğer ülkeleri de bu sürecin içerisine çekmeye yönelik çabalar sonucunda daha dikkat çekici noktaya ulaştı. Yaşananlar direkt olarak bir iklim olayı olmanın ötesine geçip yaşantımızı, sosyal ekonomik ve çevresel açısından da etkileyen ve aynı zamanda da insanların refah ve yaşam kalitesini de bozan boyutlara ulaştı. Bu konunun artık uluslararası düzeyde yüksek oranda dikkate alınması, hem sera gazlarının salımını azaltacak olan özellikle fosil yakıtlara dayalı enerji kaynaklarının tüketiminin azaltılması hem de enerji verimliliği ve tasarrufunun sağlanması başta olmak üzere bir dizi azaltım politikalarının devreye girmesini öngörüyor ve zorunlu kılıyor. Diğer yandan ise bugün bile hemen bu sera gazı salımını kessek bile uzun yıllar devam edecek iklim etkilerine karşı da hem kentlerin hem endüstriyel kuruluşların hem de birey olarak insanların dirençli ve dayanıklı hale dönüşmesi için iki yol haritası üzerinden hareket edilen bir kavram haline geldi.

Ekonomiyle olan ilişkisi nedir?

İnsanların iklimle ilgili olarak davranışları özellikle ekolojik anlamda da belirleyici. Eğer doğru çalışan ve işleyen bir ekosisteminiz ve ekolojiniz yoksa sağlıklı bir ekonominizin de olması mümkün değil. O nedenle paylaşılacak tarım alanı paylaşılacak konut alanı, paylaşılacak yeterli üretim olmadığı sürece ekonominin işleyişinin de normal olamayacağı dikkati çekiyor.

İnsanlar nedense çevresel ya da kültürel konularda hep ekonomiyi bunların önüne koyuyorlar. “Çevresel yarar mı ekonomik yarar mı?” dediğiniz zaman tercihler daha çok ekonomik yarar üzerinde odaklanıyor. Dolayısıyla bu konuda da insanların daha dikkatli davranması adına ekonomik kayıpları tetiklediği mesajları ön plana çıkıyor. Ancak sadece ekonomik kayıplar söz konusu değil; var olan gezegen kaynaklarının tahrip olması, gezegenin taşıma kapasitesinin azaltılması, bu nedenle de insan ihtiyaçlarının ve nüfusun artması bu süreçte ortaya çıkacak olan kayıpların insanların ve tüm canlıların geleceğini tehdit eder bir boyuta geldiğini de gösteriyor. O nedenle bu artık magazinel bir konu değil, gerçekten bilimsel olarak kanıtlanmış, etkileri de görülebilir duruma geldiği için tüm politikaların önüne geçen siyasetin ve politikanın da gündemini etkileyen “iklim krizi” dediğimiz noktaya ulaşmış bir olay olarak yaşamımıza dahil olmuş durumda.

Enerji ve sanayi sektörlerinin yoğun sera gazı salımları net sıfır hedeflerini nasıl etkiler?

Hedef koymak bir eylemi yapmayı gerektiriyor. Bir hedefiniz olursa bununla ilgili ölçülebilir çabalar gösterebilirsiniz. Ama öncelikle bu süreçle ilgili gerekli koşulların dünya genelinde tüm ülkeler için adil geçiş mekanizmalarını ortaya koyacak, fırsat eşitliklerine ve sıkıntılarına da beraber katlanabileceğimiz doğru bir sistem üzerine oturması gerekiyor.

Dünyadaki ülkeler hedefler belirledi ve bu hedefler enerji kullanımından üretim süreçlerine kadar hemen hemen her türlü proseste bir takım değişiklikler yapmak ve bunlara gerek teknolojik gerek zihinsel gerekse ekonomik yapı olarak uyum sağlamayı gerektiriyor. Bu uyum sağlamanın da kendine özgü hem ekonomik hem de sosyal bir maliyeti var. Bu ekonomik ve sosyal maliyetlere katlanma gücü olmayan ülkeler yüksek teknolojiye ulaşamadıkları için konvansiyonel yöntemlerle üretim sürecini devam ettirmek durumundalar. Konvansiyonel üretim araçları da genellikle enerji verimli olmayan ve fosil yakıtla idame ettirilen yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Bu sürece önderlik eden ülkelerin başarılı olması için hem ekonomik hem sosyal hem de teknolojik ve bilimsel anlamda kalkınmakta olan ülkelerin ekonomilerine ve sosyal yapılarına önemli olanda destek sağlamaları gerekiyor. Hem bu sürecin bu noktaya taşınmasında en önemli katkıyı sağlamaları nedeniyle hem de bundan sonra hedeflere ulaşılması açısından bu ülkelerin hızlı bir şekilde iklim dostu bir üretim sürecine girmesi ekonomik ve teknolojik pay ayırmaları zorunlu. Dünya bir bütün o nedenle de bir bölgede ortaya çıkan kirleticiler özellikle hava ve su ortamlarında kaynağı olmayan ülkeleri de etkiliyor. Bu nedenle ortak hareket ederken de herkesin gücü, sosyal yapısı, teknolojik ve eğitim düzeyi açısından oransal ve adil katkılar sağlaması gerekiyor.

Ülkemizin de halihazırda bu yapıları destekleyecek doğru bir adımları olmakla birlikte önemli oranda ek kaynağa ihtiyaç duyan yapıda olduğunu söylemem gerekir. Zihinlerde yavaş yavaş bu süreç oluşmaya başladı, bir şeyler yapmak gerektiğine herkes katılıyor ama bunları yapabilmek için de insanların bu maliyetlere katlanması gerekiyor. Bu mali yükler sebebiyle gelişmekte olan ve bu sürece katılması da istenen ülkelerin ekonomik anlamda yoğun bir desteğe ihtiyacı var. Aksi takdirde diğer ülkeler bu hedefe ulaşsa bile dünyadaki başka ülkelerin ulaşamaması gezegenin net sıfır olması anlamına gelmiyor. Sadece bir bölgeyi azaltmış oluruz ama sorunlar hala devam etmiş olur. O nedenle birleşik aklı gerektiren ve ekonomik anlamda da dünya genelinde de bir fonla desteklenmesi gereken bir süreç olması gerektiğini düşünüyorum. Ülkemizin bu anlamdaki başarısının da buna bağlı olduğunu belirtebilirim.

Dünya genelinde hedeflere ulaşmak için finansman koşulları da önemli…

Önce düşünce ve zihniyet olarak bu konuyu benimsemiş olmak, bunu yapmakla ilgili algı ve tutumun toplumda gelişmesi ve bu tutumu desteklemek adına da ekonomik desteğe ihtiyaç var. Yenilenebilir enerji teknolojilerine geçiş için altyapı ve bir takım teknolojik düzenlemelere ihtiyaç var. Rekabet koşulları içerisinde çevresel bir bedel ödemediği için diğer ülkelere daha ucuz üretim yapabilen ülkemiz bu avantajı da kaybederse hem çevresel maliyetleri kaldıramayacak hem de çevresel etkileri azaltamayacak diye düşünüyorum.  Ülkemizde bununla ilgili olarak Cumhurbaşkanlığı düzeyinden başlayan bir kanaat önderliği söz konusu. Ama pek çok ülkenin kaynaklarının bu süreçte kullanılmak üzere yeterli kapasiteye sahip olabileceğini düşünmediğim için bu konuyla ilgili küresel bir fonun ülkeler üzerinde destekleyici mekanizmaları çalıştırması ve adil geşiş mekanizmalarının sağlanmasının önemli olduğunu ve başka türlü bu yapılan mücadelenin kazanılmasının zorlaşacağını düşünüyorum.

Şehirler bu süreçte nasıl bir politika izlemeli, kendilerine ait net sıfır hedefleri olmalı mı?

Şehirler iklim değişikliğinin hem kaynağı hem de en büyük etkilenicisi. Bir kısır döngü söz konusu. Yapay ekosistemler olarak adlandırdığımız kentler dışarıdan madde ve enerji girdisine ihtiyaç duyan ve bunları da aslında doğa kadar verimli kullanmayıp birçoğunda da atık üreten bir yapıya sahip. Böyle olunca da kentlerin girdileri ve enerji talepleri de yüksek oluyor. Bu yüzden de her türlü etkiye açık ve stratejik olarak da zarar görebilirliği fazla oluyor. Kaynak devamlılığının sağlanması gerekiyor. Kentleşerek taşıma kapasitesinin üzerine belli yük oranları oluşturuyoruz. O nedenle şehirlerdeki bu dinamiğin döngüsel ekonomi dediğimiz en az enerji en az madde girdisi kullanarak ve en az atığı üretecek şekilde dizayn edilmesi gerekiyor. Bunun için de öncelikle şehrin temel birimi olan bireyin hem zihniyet dönüşümüne hem de kendisinin yönetilmesi konusunda kararlar alınırken bu süreçleri yapmayı taahhüt eden yöneticilere ve politika anlamda karar vericilere ihtiyaç var.

Bireyler toplum içinde tek başlarına karar almazlar. Bireylerin fikirlerini ve düşüncelerini etkileyen eğitim, sosyal faaliyetler, STK’lar, üniversiteler gibi pek çok düşüncenin kentsel ortamda çözülmesini sağlayacak birimler de var. Bu anlamda toplumun tutum ve davranışlarını etkileyecek, hızlandıracak ve gelişime katkı sağlayacak faaliyetlerini de artırmaları gerekiyor. Sorun çözme kapasitesi açısından kentlerin tüm paydaşlarının birlikte çözüm üretmeleri gerekiyor. Yönetimde etkili olacak 3E (Ekoloji-Ekonomi-Enerji) kuralına ihtiyacımız var. Bunların üçünü de optimum düzeyde doğru verimli olarak kullanmayı becermemiz gerekiyor. Bu da hem politikaların hem de stratejilerin ekolojik zekayla tasarlanmasını ve ekolojinin çıktılarıyla uyumlu hale gelmesini gerektiren bir kural. O nedenle şehirlerin yapısında özellikle minimalizm diyebileceğimiz, aslında var olan kaynakların daha az kullanılarak daha refah içinde yaşayabileceğimizi bildiğimiz pek çok konu var.

Kentlerin bu anlamda kendilerine göre giderek artırılan gerçekçi hedefleri olmalı. Kentler bu sürece başlamadan önce karbon salım ya da iklim etkisi potansiyelini belirleyip onun üzerinden yüzde 10-20-30 yıllık ya da birkaç yıllık politikalarla ve alınacak gerçekçi ve stratejik olarak kaynakları belirtilmiş ve aktivasyonları ve paydaş kurumların sorumlulukları tanımlanmış bir yol haritasıyla sürdürülebilir iklim değişikliği eylem planları oluşturmalı. Kentlerin adım adım daha az iklim etkisi olan ve bu süreci yaparken de iklim etkisinden daha az zarar görecek şekilde endüstriyel yapılarını, tarımsal yapılarını uyumlayarak sürdürülebilir kent hedeflerine ulaşmaları mümkün. Yapılan her türlü iklim projeksiyonunun da sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri dediğimiz pek çoğuyla da örtüştüğünü görüyoruz. Bu hedefleri yerine getirdiğimiz zaman da zaten aynı zamanda da iklim değişikliğinin çevresel etkilerinin de daha azaldığı ve refahın, toplumsal cinsiyet eşitliğinin ve bunun yanı sıra ekonomik ve eğitim süreçlerini mümkün kılacak.

“Kaynayan kurbağa sendromu” kentler için nasıl bir etki oluşturuyor?

Kaynağan kurbağa sendromu iklim değişikliğinin ne olduğuna insanların dikkatini çekmek için ortaya koyduğum bir kavramdı. İklim değişikliği için oluşturulmuş bir metafor olmasa da canlıların ani durum karşısında hızlı tepki verip aksiyon aldığını ancak yavaş yavaş, alıştıra alıştıra olan eylemlerde hızla aksiyon olmasının çok kolay olmadığını ifade ediyor. Küresel ısınmada giderek bir buçuk dereceye kadar artan bir durum yaşıyoruz. Bugüne kadar çok yavaş ortaya çıktığı için bunun farkına varmadık ve gezegenin kaynamasına neden olmaya başladı. Birdenbire ateşe değdiğimiz zaman hızlıca elimizi çekeriz reflekslerimiz vardır ama yavaş kaynatıldığı zaman haşlanacağımızın farkına varmayız. Bir yılda 1 buçuk derecelik sapma bizi nasıl etkileyebilir diye düşünürken kaynayan kurbağa sendromunu da bu yavaş artışı nitelendirmek için kullanıyorum.

Şehirler iklim değişikliğinin etkileri en aza indirmek için kısa vadede neler yapabilir?

Her kentin kendine özgü dokusu, kendine özgü dominant ekonomik sistemleri, mimarisi ve şehir planlaması, toplumsal bileşenleri var. O nedenle genellikle yapılan hatalardan biri bütün kentler için toplu çözüm önerisi üretme çabası. Yerelden evrensele doğru gitmek gerekiyor. Sorunların topluma aktarılması evrenselden yereledir ancak bilgi sahibi yapmak adına çözümler daima insanın ayağının yere bastığı, yaşadığı noktadan evrensele doğru gider. Eğitim şart ancak yaşanılan her sorunun okullara ders olarak konulması her zaman bilginin davranışa dönüşmemesi sorununa neden olabilir. Bilginin tutum ve davranışa dönüşmesi iyi örneklerin artması ve kolaylaştırılmasıyla doğru orantılıdır. Biz bunu doğru sağlamadığımız sürece hep klişe ve slogan iklimciliği ayakta kalır.

Siz her ne kadar bir kenti yenilenebilir enerji kaynakları ile donatıyor iseniz kişilerin enerji kullanım kültürlerini bağlı olarak tasarrufta bulunulmazsa aşağıdaki deliği tıkamadan yukarıdaki musluğu açık bırakmak gibi olur. Direkt olarak yenilenebilir enerji yatırımlarına gidip gitmemeyi de iyi incelemek lazım. Belki bir kentte sadece tasarruf kültürünün ve anlayışının, verimli araç ve gereçleri tüketme ve kullanma kültürünün gelişmesi yeterli olabilir. Onun üzerine ne kadar ilave yenilenebilir enerji teknolojileri yapmamız gerekiyor ona bakılması lazım. Biz elimizdeki tasarruf ve verimlilik araçlarını kullanmadan direkt yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapmaya başlamak bir kent için büyük oranda ekonomik ya da çevresel etkiler de yaratabilir. Sadece tüketim anımıza değil kaynaktan geri dönüşüme kadar olan süreçlerin tümündeki her aşamasında karbon ayak izimizi azaltmak, iklime katkı sağlayacak süreçler çalıştırmalıyız. O nedenle şehirleri iyi tanımlamak sürdürülebilir enerji eylem planlarıyla desteklenmiş iklim değişikliği eylem planları yapmamız gerekiyor. Pek çok seçenek var ve bu nedenle kenti yakından tanıyıp o kent için uygun kapasite neyse ona sahip olmak gerekiyor. Önce kentin sürdürülebilirlik açısından başlangıç noktasını belirlemek, bir SWOT analizini yapmak, bir başlangıç noktası belirleyip hangi aşamada neyin yapıldığını görerek yol alınması gerekiyor.

Eklemek istedikleriniz…

İklim değişikliği artık uzaktan seyredilebilen bir değişim değil, birebir etkileri ekonomik, ekolojik ve sosyal olarak direkt yaşantımıza girmiş durumda. Gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak için önlemlerimizi buna göre almalıyız.

Bununla birlikte bizim toplum olarak çok kullandığımız bir kavram var: “Havadan sudan”. TDK’nın sözlüğüne baktığınızda deyim olarak boş, lüzumsuz, gereksiz şeyler olarak kaydedilmiş durumda. Havasızlığa 3 dakika, susuzluğa 3 gün, açlığa da 15 gün dayanabilirken, lüzumsuz şeyleri ifade etmek için bu kavramı kullanıyoruz. Artık havadan sudan kavramının ifadesini çok önemli şeyleri nitelemek için kullanmamız gerekiyor. “Havadan sudan konuştuk” dediğimizde çok önemli şeyler konuştuğumuzu anlamamız gerekiyor ve biz de bu röportajda “havadan sudan” konuştuk.

Didem Taşbaşı / Temizenerji.org

Editör: Bumin Kağan Muti