Bugün yüksek refah seviyeleri ve vatandaşlarına sağladıkları güvenlik, özgürlük ve adalet ortamıyla gıpta ile baktığımız, ideolojisi ne olursa olsun yeterli imkanlara sahip insanlarımızın çocuklarını daha iyi bir eğitim ve insanca bir yaşam için göndermeye can attıkları ülkeler bulundukları konuma yüzyıllar boyunca süren kanlı isyanlar, toplumsal olaylar ve iktidar kavgalarını aşarak gelmiştir.   

Bütün bu mücadeleler tek bir sorunun cevabını bulmak için yapılmıştır. Kim hükmedecek, iktidar nimetleri nasıl dağılacak?   Anti Yunan medeniyetinde demokrasinin ilk izlerini görüyoruz (Tabi ki her herkes için değil) 

İnsanlık tarihinin çok büyük bir diliminde yönetici erkin iktidar yetkisini bizzat Tanrıdan aldığı ileri sürülmüş ve çoğunlukla din adamları da gönüllü olarak bu yalanın önemli bir parçası olmuştur. Fakat aydınlanma çağıyla birlikte batıda kilise otoritesi ve kutsal krallar sorgulanmaya başlamış, sürecin sonunda tanrısal iradenin yeryüzündeki temsilcisi kabul edilen krallar hesap sorulabilir, değiştirilebilir ve görev süresi bittiğinde şapkasını alıp bisikletine binerek evine giden sıradan insanlar haline dönmüştür.

Çok değil 4 asır önce halk iradesinden bahsetmek sultan ve krallara yapılacak en büyük ihanet, tam bir fitne sebebiydi.

İngiliz düşünür Thomas Hobbes devlet öncesi ilkel toplumlarda insanların sürekli bir çatışma hali içinde yaşadığını ve devletsizlik durumunda hayatın sefil, korku içinde ve çok kısa sürdüğünü, insanların bu kötü durumdan kurtulmak için kendi iradelerini gönüllü olarak daha üstün bir iradeye teslim etmesi (devlet) ve bu iradeye yaşam hakkına müdahale etmediği sürece mutlak itaat edilmesi gerektiğini söyler. Aynı zamanda devletlerin bir zorunluluk sonucu oluştuğunu ve İktidarların meşrutiyetinin ilahi bir kaynağa değil, karşılıklı rızaya bağlı olduğunu ileri sürmeye cesaret eden ilk kişidir. İngiliz kralı 1’nci Charles'ın kafasının kesilerek idam edilişine ve sonrasında çıkan karışıklıklara şahit olması fikirlerinin oluşumunda etkili olmuştur.

Yaklaşık 2-3 asırlık bir süreçte yöneticilerin Tanrısal yetki ve meşruiyete sahip olduğu devlet düşüncesinden, halkın yaşamını koruduğu için katlandığı ceberut devlet anlayışına, sonrasında özgürlük ve mülkiyet hakkını koruma altına alan adil devlete ve en sonunda mümkün oldukça az gölge yapan ve gücün yasama, yürütme ve yargı arasında paylaşıldığı günümüz modern devlet anlayışına geçiş olmuştur. 

Thomas Jefferson'ın dediği gibi gerçek demokrasi hata yapan hükumetleri değiştirmenin güvenli yoludur. Seçme hakkı olmazsa kanlı devrimler olmak zorunda kalır, insanların bu haklarının korunmasını barış, özgürlük ve güvenliği getirir.

Biz Türkler İslam’la tanıştıktan sonrada eski ananelerimizde olduğu gibi yöneticilerimizin Tanrı tarafından seçilmiş ve kendilerine kut verilmiş yüce insanlar olduğu ve devletin hükümdar ailesinin ortak malı olduğu gelenek ve inancını uzun zaman bırakmamışız... Ortada hükümdarların ölümünden sonra kimin başa geçeceği, devletin parçalanmadan varlığını nasıl sürdüreceği gibi oldukça can yakan bir sorun varken , Peygamberimiz döneminde olmayan Emevî saltanat geleneği ve kutsal devlet anlayışı neredeyse sorgulanmadan kabul edilmiş ve ulemanın da onayıyla suçsuz olduğuna bakılmadan yaşı ne olursa olsun, taht üzerinde hak ileri sürebilecek kardeşlerin katline onay verilerek  sorun çözülmeye çalışılmıştır. Padişahlar, sultanlar ulemadan ne istemiş de ulema istemezük demiş? İtiraz eden, sultanlarla ve sarayla arasına mesafe koyan alimlerin tarih boyunca çektikleri herkesin malumu. Çoğunlukla muhafazakâr kesimden yazarlara sorduğunuzda taht kavgalarında yüz binlerce insan ölecek iken topu topu sayısı 50'yi bulan günahsız sabinin öldürülerek muazzam bir fitne engellenmiştir. Mantıksız değil ama hiçte vicdani, insani ve dine uygun da değil.  Üstelik bugün bile bu kafa yapısı üstü kapalı da olsa devletin kutsallığı karşısında vatandaşların haklarını görmezden geliyor, iktidarda kalmak için her yolun mubah olduğunu, geçmişteki uygulamalardan ders alınması gerektiğini söyleyebiliyor.   Bu coğrafya da halkın, ulemanın, eli kalem tutan eğitimli kesimlerin daha adil, daha özgür daha insancıl bir yönetim için yüzyıllar boyunca zorlayıcı, dişe dokunur bir talebi olmamış, Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında yaşanan Tanzimat Fermanı ve meşrutiyet ilanı bile bizzat batılı devletlerin korkusu ve silah zoruyla olmuştur.

Söz konusu olan şey insan sağlığı ve hayatı olduğunda en mahrem organlarımıza gavur icadı boruların, tüplerin girmesine, ellenmesine, didiklenmesine cevaz veren, kendilerini namahrem bayanların ellerine teslim eden bazı din adamları konu insanların canları, malları, huzuruyla direk ilişkili demokratik yönetim tarzı olduğunda ‘ne demokrasisi Allah muhafaza biz şeriatçıyız’ diyerek itiraz edebilmektedir. 

Üstelik güya şeriat ile yönetilen ülkelerin kralları, prensleri kendi halkları açlık ve sefalet içinde kıvranırken süper lüks yatlarda çıplak mankenlerin getirdiği şarapları yudumlarken.

Tarihten, medeniyetten, ilimden dünyanın geçirdiği süreçlerden bi haber, sorsan Arapça WC'nin yerini söyleyemeyecek tipler kendilerince kitabımızdan çıkarımlar yapıp her konuda bir sürü fetvalar veriyor. Üstelik Peygamberimiz kendisinden sonra ümmetin başına kimin geçeceği ve hangi yöntemle seçileceği konusunda herhangi bir uyarıda bulunmamışken, bir başka hadisinde; benden sonra hilafet -veya nübüvvet hilafeti- otuz yıldır (başka bir hadiste ilaveten sonra ısırıcı sultanlar, sonra zalimler, sonra da nübüvvet yolu üzere Raşid Hilafet gelir) buyurmuş iken.

Bu yazıda amacım atalarımızı, tarihi kişilikleri sorgulamak, yerin dibine batırmak değil, geleceğimize ışık tutacak tartışmaları geçmişin karanlık olayların gölgesinde değil bugünün sosyolojik ve psikolojik, tarihi gerçeklerinin ışığı altında tartışılması gerektiğidir. Bu aynı zamanda açlık, fakirlik, kuraklık ve gelir adaletsizliğinin en yoğun hissedildiği ülkelerin neden İslam ülkeleri olduğu sorusunun cevabıdır.