Konu çok, gündem yüklü ama yazı yazmaya elim varmıyor. Bir şey yerken Rus Diktatörü Putin’in bağımsız bir ülkeye asker salıp perişan ettiği insanların, ağlaşarak feryat figan kaçışan masum çocukların görüntülerine rastlıyorum, lokmalar boğazımda düğümleniyor. Her gün, her saat zam ve vergi haberlerini duymak sinirlerimi bozuyor. Ekmek kuyruğu, yağ kuyruğu, akaryakıt kuyruğu, et kuyruğu görmek insanı deli ediyor.

Evet… İnanıyor ve tasdik ediyorum ki “Allah insanı iddiasından vuruyor!” Dağılıp yıkılan, Payitahtı ve elde avuçta kalan toprakları işgale uğrayan Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet çıkaran Atatürk ve arkadaşlarına hakaret edip Türkiye’yi yokluk günlerinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı gibi büyük bir felakete sokmayan İnönü devrine olmadık hakaretleri savuranlar o dönemlere ait ne söyledilerse misli ile başlarına geldi, gelmeye de devam ediyor.

Dillere pelesenk edilen söylemlerden biri de 1977 – 78’lerde Ecevit döneminde yaşanan yağ ve tüp gaz kuyrukları idi. O yıllar Türkiye bir kavga ortamına da sürüklenmişti ve “Sağ – sol çatışmaları” diye adlandırılan kavgalar sürüp gidiyordu. Ecevit döneminde bizler de “Zam Zulüm İşkence, İşte CHP” diye sloganlar atarak yürümüş, bu sloganı çıkardığımız dergilere manşet yapmıştık. Ancak bir sloganımız daha vardı: “Ne Amerika Ne Rusya Ne de Çin; Her şey Türklük için!”

Bizim nesle fikriyatımızın iktidarı kısmet olmadı ama gelip geçen iktidarlar “İki cami arasında binamaz” (Namazsız) misali Rusya ile Amerika arasında gidip gelmişlerdi ki, son yıllarda camilerin sayısı artınca yöneticilerimiz Çin’le de al gülüm ver gülüm politikası gütmeye başlayınca artık “Üç cami arasında binamaz” durumuna düştük. Adı geçen ülkelerin üçünde de cami pek geçerli değil ama teşbihte hata olmaz değil mi?

“Yazı yazmaya elim varmıyor” demiştim ama asıl mesele bilgisayarın başına oturabilmek imiş. Ünlü bir siyasetçinin, “Allah verdikçe veriyor” dediği gibi, ben isteksiz olsam da parmaklarım tuşlara gittikçe kelimelerle cümleler döküldükçe dökülüyor ki nerede duracağı belli olmaz. Onun için en iyisi işin kolayına kaçayım ve artık bir İrfan Mektebi gibi de olan Sosyal Medya’dan derlediğim notlarla bir yol çizeyim.

Milletimizin en büyük derdi zamlar, vergiler; dolayısıyla hayat pahalılığı. Geçim derdi ve kimsenin önünü görememesi, gelecek için plan yapamaması, çocuklarının, torunlarının geleceğinden endişe duyması gibi konular söyletiyor da söyletiyor, yazdırıyor da yazdırıyor…

İşte bir paylaşım:

“AKP dönemi günlük program: Sabah ekmek kuyruğu. Öğle vakti Ayçiçek Yağı kuyruğu. Akşamüzeri Pazarlarda ucuz sebze – meyve kuyruğu. Gece bir önceki geceye göre zamlı, bir sonraki geceye göze zamsız benzin kuyruğu!”

Bir başka paylaşım: “Ülke ve fabrika kuranlara küfredip fabrika ve toprak satanları alkışlarsan yağ ve ekmek kuyruklarında titreyerek beklersin!”

“İrfan” dedim ya; şu benzetmeye bakar mısınız?

“Oto gaz 10.71 ile Malazgirt Zaferi’ni, Benzin 18.81 ve 19.23 ile Atatürk’ün doğumu ve Cumhuriyet’in kuruluşunu, Mazot 20.23 ile Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutladı. Ayçiçek Yağı ise Ay’a yapılacak ‘Sert iniş’i beklemeden Uzay’a çıktı!”

Bir de “Ben hep 50 liralık mazot alıyorum. Onun için zamlardan etkilenmiyorum” esprisi vardı değil mi? O espri artık tarihe karışsa da halk irfanı bakın nasıl yaşatıyor:

Hasan: “Ben hep 50 liralık mazot alırım; zamlardan bana ne!”

Pompacı: “Bre Hasan, 2006’da sana 50 liraya 19.97 litre mazot veriyordum. Ankara’dan Konya’ya gider gelirdin. Şimdi 2022 başlarında 2.96 litre mazot veriyorum; Ulus’tan çıksan Gölbaşına varamazsın!”

Hans: “Ben hep 50 Euroluk mazot alırım; zamlardan bana ne!”

Pompacı: “Hans kardeşim, senin için fark etmez; 2006’da 50 Euro’ya 29.43 litre mazot veriyordum, şimdi 2022 başlarında yine aynı. Berlin’den ister Bremen’e git mızıka çal, ister Köln’e git gez dolaş!”

Hani kerli ferli siyaset cambazları ile her işe maydanoz medya bülbülleri “Almanya’da, Fransa’da, Hollanda’da ekmek şu fiyat, benzin bu fiyat. Biz Avrupa’nın en ucuz ekmeğini yiyor, en ucuz benzinini kullanıyoruz” diyerek Euro/TL farkını ve dahi oralardaki Asgari Ücret miktarını görmezden gelerek esip savuruyor ve milleti kandırdıklarını sanıyorlardı ya, işte hesap burada. Yani kimse kül yutmuyor artık. Herkes her an dünyayı takip edebiliyor.

Asgari Ücret demişken birkaç örnek verelim ki daha iyi anlaşılsın. Almanya’da Asgari Ücret 1621 Euro. 1621 Euro ile tam 890 litre benzin alınabiliyor. Asgari Ücretle Fransa’da alınabilen benzin 880, Hollanda’da 837 litre. Peki, Türkiyemizde 4.253 TL olan Asgari Ücretle alınabilen benzin yalnızca 225 litre civarında. Bu gidişle o da şimdilik ve işte hesap ortada. Onun için siyasetçilerle medya bülbülleri boş yere nefes tüketip de milleti kandırmaya çalışmasınlar.

Bir de, “Vatandaşımızı enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyiz” deniyor değil mi? Öyleyse o konuya da değinmek gerekiyor. İşte örnekler:

Enflasyon, İsviçre’de yüzde 1.5, Fransa’da yüzde 2.8, Danimarka’da yüzde 3.1, İsveç’te yüzde 3.3, İtalya’da yüzde 3.8, Almanya’da yüzde 5.1, Yunanistan’da yüzde 5.1, İrlanda’da yüzde 5.1, Hollanda’da yüzde 5.7. Bu 9 ülkenin enflasyonları toplamı yüzde 35.5. Oysa Türkiye’de açıklanan resmi enflasyon yüzde 54.4. Piyasa enflasyonunun ise yüzde yüzün üzerinde olduğunu herkes görüyor ve biliyor.

Olup bitenleri kuzeyimizdeki savaşa ya da yayılmacı Rusya’nın bağımsız bir ülkeyi işgale kalkmasından doğan etkilere bağlama eğiliminde olanlar da var. Bu doğru değildir ve abesle iştigaldir. Bir devlet ayakları üstünde duracak tedbirleri almamışsa elbette her hareketten etkilenir. Özellikle tarım ve hayvancılıkta yani insanın yaşaması için gerekli olan temel gıda maddelerinde kendi kendine yeten bir ülke son 15 – 20 yıl içinde çoğu ürünlerin temininde dışa bağımlı hale gelmişse yetkililer bunun sorumluluğunu kabul etmek durumundadırlar.

Ancak ne var ki, dışımızda patlak veren savaş buğday ve Ayçiçek yağında Rusya ve Ukrayna’ya bağımlı hale geldiğimizi gün gibi ortaya çıkarmışken hala ders alınmıyor ve bu defa da zeytinliklerimizin talan edilerek zeytin ve zeytinyağında da dışa bağımlı hale gelmemize yol açacak yönetmelik değişikliği yapılıyor. Öngörüsüzlük bizi mahvedecek, ele güne avuç açar hale getirecek. Atatürk, Kurtuluş Savaşı şartlarında bile Eğitim Şurası’nı gerçekleştirmiş, yeni Kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında İzmir İktisat Kongresi’ni toplamış, 1933 yılında yaptığı bir konuşmada 60 yıl sonrasını görerek, “Bugün dostumuz olan Sovyetler Birliği yarın dağılabilir ve elinde sımsıkı tuttuğu dili bir dini bir kardeşlerimiz bağımsızlıklarına kavuşabilir. Onun için bugünden yarına hazırlıklı olmalıyız” diyebilmiş, 1936 yılında Montrö Boğazlar Andlaşması’nın tamamen Türkiye’nin lehine olarak düzenlenmesini sağlamıştır. Oysa günümüz siyasetçileri daha bir yıl önce “Kanal İstanbul” saplantısı yüzünden Montrö’yü tartışmaya açıyorlardı. Sözgelimi TBMM Başkanı Şentop, 29 Mart 2021 tarihinde, “Cumhurbaşkanı isterse Montrö’den çıkabilir” diyordu. Şimdi savaş kapıya dayanıp boğazların önemi anlaşılınca bu defa 25 Şubat 2022’de, “Türkiye, Montrö Andlaşması şartlarına harfiyen riayet ediyor ve edecek” diyor. Bu ne öngörüsüzlüktür Ya Rabbi! Bir yanda 60 yıl, 100 yıl, 1000 yıl sonrasını düşünerek karar veren bir lider, bir yanda da bir yıl ötesini düşünemeyen siyasetçiler!

Bu arada, yazıyı bitirip son kontrollerini yaparken Danıştay tarafından Kanal İstanbul İhalesi’nin iptal edildiği haberini duydum. İnşaallah doğrudur ve iktidar da bu inadından vazgeçer.

“Halkın irfanı” demiştik ya, işte iki güzel örnek ve bir anekdot:

“Kar yağdığında yok saydıkları Atatürk Havaalanı’na sığındılar, savaş çıkınca da Montrö’ye!”

“Demek ki ne imiş? Türkiye’nin “Kanal İstanbul”a değil de Tarım İstanbul’a ihtiyacı varmış!”

Madem komşularda savaş var, madem Çanakkale ve İstanbul Boğazlarımız bu savaşlar için çok stratejik öneme sahipler, madem işin içinde Rusya var ve bu boğazlar onlar için çok önemli; milyonlarca Türk’ü katleden, sürgünlere gönderen Stalin’le Atatürk’ün vefatından sonra Dışişleri Bakanlığı yapan Rüştü Saraçoğlu arasında geçen bir diyaloğun da yeridir artık.

Stalin, Moskova’ya giden Saraçoğlu’na, “Umarım boğazların anahtarlarını da getirmişsinizdir” deyince hiç beklemediği şu cevabı alır: “Maalesef… Mustafa Kemal Atatürk boğazların anahtarlarını da alıp götürdü!”

İşte öngörü budur, devlet adamlığı bunu gerektirir.

Uzun lafın kısası şudur ki, Türkiye’nin “Çılgın Projelere” değil akıllı yatırımlara, üretime, öngörüsü olan, macera peşinde koşmayan siyaset ve devlet adamlarına ihtiyacı vardır. Güneyimizde, kuzeyimizde çıkan, çıkarılan savaşlarla içinde bulunduğumuz zamlı, pahalı günler Atatürk’ün dış politika ve üretim anlayışlarının ne kadar isabetli olduğunu sağır sultanlara duyurup kör gözlere bile göstermeye yetecektir. Yeter ki inat edilmesin.