Prof. Dr. Kemal Üçüncü’nün “30 yıl oy verdiğim MHP'nin temel yanılgısı...” başlığıyla kaleme aldığı yazısı şu şekilde:

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Çanakkale Zaferi, bir etnik kökenin, bir kavmin, ırkın zaferi değildir. Çanakkale Zaferi, Türkiye'nin, Anadolu'nun ve Trakya'nın olduğu kadar dünya üzerindeki tüm kardeş milletlerin, kardeş halkların, tüm kardeşlerin zaferidir'' dedi. [18 Mart 2013]

Aradan sekiz yıl geçiyor, Sayın Ekrem İmamoğlu’nun 18 Mart Çanakkale Zaferi tebriğini okuyoruz:

“Biz birbirimizi gözlerimizden tanırız, binlerce yıl yan yana olmuşuz, hep birlikte koca bir Vatan. Türkü Kürdü, Alevisi Sunnisi [Sünni olacaktı], Lazı Çerkesi... Çanakkale’yi geçilmez kılmışız. Dün gibi bugün de biriz. Kimsesizlerin kimsesiyiz, hep birlikte Cumhuriyetiz.” [18 Mart 2021]

Ben de “cûş u hurûşa” gelerek sert bir nara attım.

“Yaşasın halkların dostluğu yoldaş!”

[=да здравствует дружба народов товарищ (da zdravstvuyet druzhba narodov tovarishch

Bu iki değerli idarecimiz dünya görüşü ve siyasi partiler olarak birbirine zıt iki ayrı noktada durduklarını iddia ettikleri halde onları aynı noktada birleştiren bu yanlış tarih bilgileriyle dolu mesajların arka planını alt metnini irdelemeye ve anlamaya çalışalım.

Zira Türkiye için gerçek beka sorunu yanlış öncüllere dayanan bu çıkarsamadan kaynaklanıyor. Bu yanlış yargıdan yola çıkarak kendine özgü bir kültür felsefesi ve ona bağlı bir temel strateji ve siyasal perspektif üretemiyorlar. Şadırvan sohbetiyle, kantin solculuğu arasında sıkışıp kaldık.

Yanlışların neresini düzeltelim ki şaşırdık. Muhtemelen bunları “bilig bilmez danişmentler” yazıyorlar. Başkan olsa olsa böyle düşünür diye içinde bulundukları kolektif bilinçaltını kendi siyasi beklentileriyle soslayarak sunuyorlar.

LEJYON ORDULARINDA BİLE BÖYLE BİR ŞEY YOKTUR

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ''Çanakkale Zaferi, bir etnik kökenin, bir kavmin, ırkın zaferi değildir. Çanakkale Zaferi, Türkiye'nin, Anadolu'nun ve Trakya'nın olduğu kadar dünya üzerindeki tüm kardeş milletlerin, kardeş halkların, tüm kardeşlerin zaferidir'' dedi.

Tıpkı Leningrad, Stalingrad Savunması Rus’un büyük zaferi olduğu gibi, Çanakkale’de Türk milletinin büyük zaferidir. Amerikan, İngiliz, Fransız büyük sömürge devletleri bile zaferlerini kendi isimleriyle anar ve kutlarlar. Siz hiç Stalingrad Savunması yıl dönümünde askerde olan 100 civarındaki etnik halkın isimlerinin sayıldığını gördünüz mü, duydunuz mu? Orada sadece Kızıl Ordu vardır. Roma lejyonerler ordusu mu bu? Allah aşkına nereden çıkarsıyorsunuz bunları? Lejyon ordularında bile böyle bir şey yoktur.

Cumhurbaşkanımız ve Sayın İstanbul Belediye Başkanı şunu bilmelidirler ki, 150 yıl önce yine emperyalizmin güdümünde Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan önce Hristiyan sonra Müslüman azınlıklar, biz kendimize Türk demeyelim Osmanlı diyelim gücenmesinler teraneleriyle uğraşırken imparatorluğu paramparça ettiler. Ümmet defteri o gün kapandı. Ümmet millet öncesi, geri, kapalı ekonomi düzeninin insan için din değil, din için insan formasyonunun bir ürünüdür. Dini toplum ve hukuk düzeninde birey bir özne ve şahsiyet olarak yoktur, dolayısıyla hukuk kişisi değildir. Ona bahşedilen birtakım haklar vardır.

Onlar ihsandırlar. Hukuk, iki taraf arasındaki bir sözleşmedir.

Tanrı ile insan arasında bir sözleşmeden dolayısıyla bir hukuki ilişkiden açılamaz.

Biz ona inanırız, o bize takdir ettiği, uygun gördüğünce muamele eder.

Bunu öğrenin artık.

Kültürün ve dinin, millî olanın siyasallaştırılması toplumsal mutabakatı zedeler.

İçerde ve dışarıda büyük ve topyekûn bir mücadele vermesi gereken Türkiye’nin bu gibi yapay gündemlerle cephesini zayıflatmaması gerekir.

Kültürün ve tarihin dolayısıyla bunları ifade eden kavramların yeni ihtiyaçlara göre yeniden biçimlendiği gerçeğini görmezden geliyorlar. Rönesans’tan Fransız İhtilali'ne kadar olan kültürel ve siyasal değişim ve dönüşüm sürecini bu sürecin siyaset ve hukuk düşüncesine yaptığı etki ve katkıları siyaset felsefesi anlamında millet ve yurttaş kavramının oluşumunu, hukuki özne olarak ferdin yükselişini, dogmatik hukuktan pozitif hukuka geçiş, Ortaçağın “din için insan” formasyonundan “insan için dine dönüşümü”, “kuldan yurttaşa” dönüşüm bu sürecin dünyanın geri kalanına etkilerini nasıl yok sayabiliriz? Değişen dönüşen dünya, üretim ve mülkiyet yapısı, üretim ve geçim biçimiyle düşünce biçimi arasındaki ilişkilerin üzerinden atlayarak tarihsel zamanı geriye sararak millet öncesi yapılara ümmete ve klana doğru yeniden gidişi zorlayan Neoliberal, kimlik siyaseti “Yeni Ortaçağ"ı davet ediyor. Bu tehlikeden uzak durmamız lazım.

HASTALIK...

“John Stuart Mill’e göre, kapitalist üretim ilişkilerine uyum gösterebilmiş, bünyesinden bir burjuva sınıfı çıkarabilmiş ve devletleşebilmiş ulusal topluluklar ‘millet’, bunları gerçekleştirememiş olanlar ‘milliyet’ sıfatını alıyordu. Bu doğrultuda, örneğin, Fransızlar ve İngilizler millet, buna karşılık Basklar ve İskoçlar milliyet payesine uygun görülüyordu. Bu tasnife uzanan yolun fikri inşacılarından John Stuart Mill, kendi ifadesiyle, “insan ırkının aşağı ve daha geri parçası”nı oluşturan bir halkın, “uygarlaşmış ve kültürlü” bir halk tarafından eritilmesinin, eritilen topluluk için avantajlı bir durum olacağını belirttikten sonra, birinci kategori içine, “kendi kayalıklarında içe kapanık şekilde, geçmiş zamanların yarı vahşi kalıntısıyla, kendi küçük zihinsel yörüngesinde dönen” Breton, Bask, Galli ve İskoçları, ikinci kategoriye ise Fransız ve İngilizleri koyuyordu.

Engels, Marx ve Hegel Avrupamerkezci tarih anlatısının etkisiyle tarihli halklar-tarihsiz halklar ayrımına gidiyordu.

Buna göre, ‘devlet kurma yeteneğini gösteren’ halklar tarihli, ‘bu yetenekten mahrum olanlar’ tarihsiz halklardı. İkincilere düşen görev, birincilere engel olmamak, onlara yol vermekti. Hegel’in tarihli halklar-tarihsiz halklar terminolojisini ve millet-milliyet tasnifini benimseyerek devraldılar. Bu ikilinin de Avrupa’nın ‘küçük’ uluslarına bakışı, biraz daha inceltilmiş bir şekilde olsa da, temelde John Stuart Mill’inki gibi oldu. Avrupa dışı topluluklara bakışları da, genel Avrupa entelektüel ikliminin sonucu olarak, sorunlu oldu. Polonya ve İrlanda halklarının mücadelelerine destek vermiş olmakla birlikte, bu durumun Avrupa-merkezci bakışlarında radikal bir kırılmaya denk düştüğünü savunmak zor.

Ekrem Bey solcuysan Marx böyle diyor, sağcıysan Mill benzer şeyleri söylüyor, ortaya karışık diyelim orda da sizin etnik kompartmanlarınızı sayacak bir durum yok.

Tehlikeli bir wigizm hastalığı var cemiyetimizde özellikle siyasal iktidarın sosyolojik tabanında. Wigizm, “tarihî geçmişi, günümüzdeki herhangi bir kavramı ortaya çıkaracak, bugünkü sonuçları verecek şekilde örgütlemek.”

Ekrem Bey Atlantik’in Ortadoğu ve Avrasya politikalarını bu politikalar bağlamında Türkiye’nin hedef olduğunu bilmeden oyuna siyasi olarak ihtiyaç duyduğu “terör örgütüyle aynı sosyolojiyi paylaştıklarını ifade eden” HDP seçmenine pozitif mesaj verebilmek adına tarihi gelişigüzel ortaya karışık tadında yorumlayarak “wigizm” yapıyor.

Bunu Atatürkçülüğün neresiyle nasıl telif ediyorlar? Ben de gerçekten “HDP’siz asla olmaz diyen” CHP’li Atatürkçülerden dinleyip öğrenmek istiyorum.

Bilmemek ayıp değil!

Aynı şeyi siyasal İslamcılar ve AKP yapıyor. Türk tarihine Ortaçağ üretim düzenini prekapitalist dünyanın hülyası ümmet gözlüğünden bakıyor ve şaşı görüyor. Bahsettikleri gibi bir tarih olmadığı için Türk kültür tarihiyle eklemlenemiyorlar. Bu kültürel bir şizofreni yaratıyor. Prof. Dr. İsmail Kara'nin (Star Gazetesinde, Fadime Özkan ile röportaj, 13 Ağustos 2012) dile getirdiği “Türkiye İslamcılığının en büyük zaafı ve handikabı enternasyonalizm ve ümmetçilik üzerinden kendi toprağına yabancılaşmasıdır” tespiti tam da bu durumu çarpıcı bir biçimde ortaya koyar.

Siyasal İslam ve tarikat, cemaat enternasyonalizmiyle “milli beka” yapılamaz. Tarih kısa süre sonra kimin yanıldığını gösterecek. Ben yanıldığım takdirde organik tarıma ve kuzu beslemeye çekileceğimi, cehaletimi ifade edeceğimi, özür dileyeceğimi “dağvacı gardaşlarıma” taahhüt ediyorum. Bilim tarihçimiz İ. Fazlıoğlu deyimiyle “Nazar, manzarayı yaratır. Bir nazarınız yoksa manzara ortaya çıkmaz. Fakat her nazar, bir manzara yaratsa bile, doğru bir manzara için bir nokta-i nazara gereksinim duyar. Nokta yoksa, iyi bir yerde durmuyorsanız yanlış yeri görürsünüz."

30 yıl oy verdiğim, artık epeydir milli siyasi muhtevasını ve üslubunu onaylamadığım “partizan milli romantik duygularımızın baba evi” MHP’nin temel yanılgısı buradadır.

Şiir:

“Sarp bir güvercin düşüyor yüreğimden

buna dayanmalıyım

ölünce bir partizan gibi ölmeliyim” [İ.Özel] diyebilme lüksümüz kalmadı.

"ANDIMIZ" DÜŞMANLIĞIYLA YAN YANA DURAMAZSINIZ

Bir fikri felsefi planda savunmak partizan duygularla örtüşmüyor belki de.

Milli pencereden tarihsel metinlerimiz ve milli demokratik devrim birikimi içerisinden bakınca “andımız “ düşmanlığıyla yan yana duramazsınız.

Bizim yolumuzun öncüleri bunu tartışmasız bir biçimde ortaya koymuşlardır.

Ötesi zırvadır, zırva, mugalata tevil götürmez, klasik mantıkın temel kuralıdır.

Okuyanlar, araştıranlar bilir.

Türkiye sahası İslamcılığı çok ciddi bir nazari sefalet içerisindedir. Kavramları tercüme ve aparmadır, tıpkı tercümeci Marksistler gibi. Ortak mutabakatları Türk düşmanlığıdır. Oysa ki sosyal bilimlerde kendi teori ve kavramlarınız yoksa yapacağınız şey en iyimser tabirle “karanlık odada kara kuş avlamak” olur.

Erol Güngör Hoca’nın yıllar önce “vatanı külli mıntıka, seccadesinin serildiği yer olan İslamcılık” türü için yaptığı tespitini isabetine binaen tekrarlamakta fayda var:

“Bu manada İslamcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. Bunların maksadı İslam ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyade kendi yaşadıkları ülkedeki milliyetçi politikayı nötralize etmektir. Bu azınlıklar ayrılıkçı bir politika takip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettikleri an kendi istikametlerinde bir milliyetçilik hareketi açmaktan hiç geri kalmazlar; böyle bir güce erişemedikleri müddetçe İslam davasının şampiyonu olarak görünürler.”

Sayın Erdoğan, Sayın İmamoğlu;

Türk, bir halkın ve etnisitenin adı değildir medeniyet kurucu büyük bir milletin adıdır. T.C.’nin asli kurucu iktidarıdır. Bu ülkenin farklı etnik müslim ve gayrı müslim bileşenleri Türk bayrağı ve ordu armadası altında savaştılar.

Sayın İstanbul Büyükşehir Belediye Reyizimiz;

Türk, 5000 yıllık bir tarihin 12 milyon kilometrekarelik bir alanı yurt tutmuş 55 milyon kilometrekareyi yönetmiş bir milletin adıdır.

Arkanızda fon olarak duran bayrak Türk bayrağıdır, Türk milletini temsil eder. Diğerleri onun farklı etnik kökenlere mensup yurttaşlarıdırlar.

Farklı etnik kökenlerdeki yurttaşlar orada aynı bayrak aynı yurttaşlık için mücadele ederler. Siz bu tartışmayı açarsanız, aynı seviyede konuşan bir başkaları da “bunu nereden çıkarıyorsunuz?” Genelkurmay, şehitlerin künyelerini ve memleketlerinin dağılımını yayınladı, bakın bakalım gibi gereksiz ve yanlış bir sohbet açar. Bu bize kaybettirir. Nereden çıkarıyorsunuz bu boş folklorik yaygarayı. Size yakışan %65’lik sosyolojisi olan Müdaf’â-yi hukuk blokunun siyasal dili olmak, onu kapsayabilecek siyasal dili üretmektir. Mustafa Kemal ittifakını Şerif Paşa ve Bogos Nubar Paşa’nın Kürtleriyle yapmadı. Bakın size KTÜ öğretim üyesi değerli dostum Prof. Dr. Mehmet Okur hocamız makalesiyle cevap vereyim. “İtilaf Devletleriyle birlikte hareket eden sözde Kürt aydınlarına sert tepki gösteren Doğu ve Güneydoğu halkı, gerek son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne gerekse Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderdikleri telgraflarla bu kişileri protesto etmişlerdir.

Erzincan’dan gönderilen ve 26 Şubat 1920 günü Meclis-i Mebusan’da okunan telgrafta şöyle denilmektedir:

“Meclis-i Mebusan Riyaset-i Celilesine”

Vatan haini, din düşmanı Şerifnam şahsın Bogos Nubar ile teşrif-i mesai ederek Kürtlerin mukadderat-ı atiyyesi hakkında beyan-ı mütalaa ettiğini istihbar ettik. Kürtlük ve Türklük birliktir. Yekdiğerinin öz kardeşi ve din kardeşidir, her iki millet için vatan müşterektir. Tarihi işhad ederek muhterem vekillerimize şurasını arz ederiz ki Kürtler vatanlarının istihlâsı uğrunda şimdiye kadar Türklerle ilk ‘saf-ı harb’de kanlarını akıtmışlar ve âtiyen de hükümetimizin beka ve saadeti için aynı surette hareket edeceklerdir. Camia-i Osmaniye ve islamiyeden hiçbir zaan ayrılmak fikir ve hayallerinden geçmez. Dünyanın sonuna kadar bu camia-i İslamiye ve Osmaniye dahilinde yaşamak azmindedirler. Binaenaleyh gerek mahüd Şerif ve gerek bunun âmâline hizmet edecek herhangi bir herifin azm-ı mâruzumuz hilafındaki müracaat ve teşebbüsatını kemâl-i nefretle red ve hükümet-i mukaddesimize tevhid-i mukadderat eylediğimizi bütün âlem-i insaniyete ilan eyleriz. İcab eden mahallere de müracaat edilmiştir. Ulemadan Şeyh Saffet, Belediye Reisi Ali Rıza, Ulemadan Şeyh Hacı Feyzi, Tüccardan Arapzade Ahmet, Keçeli Aşireti Reisi Yusuf, Abbasi Aşireti Reisi Seyyid Ali, Kelami Aşireti Reisi Hüseyin,Tüccardan Ruhzade Halis, Eşraftan Hacı Mehmet, Balabanlı Aşireti Reisi Paşa Bey,Ulemadan Müftü Osman Fevzi ve daha ismini sayamadığım ebediyete intikal etmiş merhum önderler. Cümlesini rahmetle anıyorum.

BUGÜN BU TEMEL VARDIR

Bunu herkes duysun!

Türkler ve Kürtler Mustafa Kemal önderliğinde kaderlerini ve siyasal iradelerini kongreler meşruiyetiyle gönüllü olarak bu şekilde birleştirmişlerdir. Bugün de bu temel vardır. İttifakımız bu büyük şemsiye altındadır.

Kimin nerede duracağına kendisi karar verecek.

Gerisi meydanda belli olur.

Bizce durulacak doğru yer Atatürk ve arkadaşlarının durduğu yerdir. Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’ya bakınca XX. yüzyılın tarihi pratiğinin bu tercihi doğruladığını görürüz. Sayın Kılıçdaroğlu bir sohbetimizde “XX. yüzyılı en doğru okuyan lider Atatürk’tür” tespitiyle bunu çarpıcı bir şekilde vurgulamıştı, yazdım. CHP’nin bu tespite daha fazla dikkat ve özen göstermesi çok önemli.

Millet olmak tasada ve kıvançta bir olmaktır, görmeyelim duymayalım dedikçe bu teraneyi öteden beri dayatan zümreler Türkün tarih bilincinin ve ona önderlik eden aydınların bunu yutmayacak kadar bilgi ve irfanı feraseti mevcuttur, Muuusa Muuusa da o kadar da uzun boylu değil!

Kim darılıyorsa darılsın kim güceniyorsa gücensin.

Bu yanlış tarih bilgisi ve bilinciyle milli beka filan olamaz.

Kendimizi aldatmayalım.

İstiklal Marşı milli andımızdır diye buyuruyorlar, lakin İstiklal Marşı'nda (bence bir mahsuru yok ama) Akif “kahraman Türk ırkından” bahsediyor, Andımız da ırk vurgusu da yok.

Bu nasıl bir çelişki? “Andımıza kızıyorum ama istiklal Marşı'nı seviyorum” Sayın Davutoğlu’nun icadı bir numerodur. Bizce bir kıymeti harbiyesi, ilmi değeri ve ciddiyeti yoktur.

Daha önce Yasin Aktay “Türk yoktur” diye himmet incileri saçtığında (!) yazmıştım şimdi Ekrem Beyi de katarak bir daha anlatayım:

“Tayyip Bey’in ve Ekrem Bey’in etrafındaki “bilig bilmez danişmentler” kadrosunda ciddi bir sosyal bilimler kültürü zaafı var. Bu durum Türkiye için ciddi bir milli güvenlik sorunu yaratıyor! Ümmet, millet, ulus, boy, aşiret, klan, etnisite kavramlarını gelişigüzel bağlamından kopuk, Batı düşünce kuruluşlarının jargonuna göre kullanıyorlar.

Orta Çağ İslam literatüründeki millet tabirini ‘bir inanç topluluğu’ olarak belli belirsiz ihsas ettiriyorlar. Modern çağda adsız millet gibi arkaik bir yaklaşım söz konusu.

İl, ur, uruk, boy, soy, oymak, avul, oba, ulus, millet farklı terimlerdir. Bu anlamda Türk bir etnisitenin değil milletin adıdır. Yörük, Avşar etnisitedir. Ama Türk, milletin adıdır ve bütün kültür havzasındaki etnisiteleri de hukuken ve kültürel olarak kapsar.

Türkler, Eski Dünya’daki bütün kadim medeniyetlerle kültürel ve siyasal ilişkilerde bulunmuş tarihin kıdemli bir milletidir. Toynbee’den Spengler’e bütün büyük tarih filozofları Türk kültürünü [bazen İslam medeniyeti başlığında] dünyanın büyük kültür ve medeniyetleri arasında zikrederler. (...) Kuzeyde tün ortasından güneyde kün ortasına kadar Tundra kuşağından Akdeniz havzasına, Mezopotomya’ya, Türkistan’dan, Adriyatik sahillerine kadar ulaşan 12 milyon kilometrekarelik alan Türk kültür ve medeniyetinin tarihsel olarak meskûn olduğu coğrafyadır.

Asya, Avrupa ve Afrika’nın toplam alanı 85 milyon kilometrekaredir. Bu alanın 3/2’sini oluşturan 55 milyon kilometrekarelik alan tarihsel süreçte Türk boy ve topluluklarının siyasal olarak denetim altına aldıkları alandır. 20 doğu boylamı Budapeşte’de Gül Baba tekkesi Batı’daki en son Türk eseri 100 doğu boylamı Saha-Yenisey hattından Tarım havzasına kadar olan alan, en doğu ucudur. Güneyde Sudan-Hartum ve Suakin limanından Yemen’e, kuzeyde Tundra kuşağını takiben Petersburg, Tümen ve Sibirya’ya kadar olan Türk kültürünün coğrafyasıdır Bütün bu coğrafyalarda Türk kültürünün izleri/eserleri vardır. (...) Bu coğrafyada Türklerle beraber farklı etnisiteler ve inanç gelenekleri beraberce yaşaya gelmişlerdir. Farklı etnisitelere sahip Müslim topluluklarla aynı inanç dairesi içerisinde ortak bir inanç repertuarında yoğrularak müşterek bir medeniyet sembolizmi ve grameri üretildi. Kürtler, Gürcüler, Arnavutlar, Lazlar, Çerkesler, ilh. Hep bu sembolizmin ve gramerin öğeleridir. Tekil olarak bu kültürleri ele aldığınızda özgün “unique” anlamda bulacağınız şey, sınırlı ve arkaik bir folklorizmden öteye gitmez. Oysa bu halkların da dahil olduğu ve adına “Türk Kültür Havzası” dediğimiz alan, ortak medeniyetimizin omurgasını teşkil eder. Söz konusu akraba halklar, tarihsel süreçte Türk siyasal hakimiyetinin yarattığı yaşam ve kendini üretme geliştirme imkanı bulmuşlardır. Türk siyasal hakimiyetinin zayıfladığı veya kesintiye uğradığı tarihsel kesitlerde bu halkların, her anlamda mağdur ve mazlum olduğunu görürüz. Bu anlamda havzadaki Türk siyasal aklı ve teşkilatçılığını bir istiare ile atomun yapısına benzetebiliriz. Merkezde çekirdek olarak Türk siyasal teşkilatçılığı ve siyasal aklı bulunmaktadır. Çekirdeğin çekim gücü proton, nötron ve diğer parçacıkları bir arada tutarak maddenin oluşumuna imkan sağlamaktadır. Bu anlamda Türk siyasi erki bu coğrafyada ortak inanç eksenindeki akrabalarımızı kendi barış ve güvenlik alanı içerisinde koruyup himaye ederek varlıklarını devam ettirmelerine imkan sağlamıştır/sağlamaktadır.

Türk kültür havzası yaşam sahasında coğrafyasında bulunan bütün bileşenleri ile beraber oluşturduğu medeniyete ve coğrafyaya Batılı seyyahlar ve düşünürler tarihsel süreç içerisinde Turchia, Micro Turchia, Macro Turchia, demişlerdir.

Medeniyetimizin muarız olan Batı medeniyeti bu anlamda bizi karşı değer kümesine konumlandırırken Osmanlı, Safevi, vb.. boy isimleri ile değil Türk olarak tanımlaması üzerinde yeterince durulmamıştır. Batı, bizdeki birleşen etnik toplulukların pek ala farkındadırlar. Karşılarındaki alanı tabir eden ve tanımlayan, hegemonya ve gelenek olarak bütününe Türk demişlerdir. Yani Balkanlarda, Orta Doğu’da, Kafkaslar’daki, Afrika’daki bütün mücadelelerde karşılarında bu coğrafyaları temsil eden siyasal akıl ve antitite olarak Türklüğü anlamış algılamış tescil ederek tanımlamışlardır.”

TARİH ÖRNEKLERLE DOLU

Türk kültür ve siyasi tarihini doğru bir biçimde inceleyip anlamadan bu millet adına ciddi ve doğru bir iş yapmanız mümkün değildir. Ciddi devlet gelenekleri buna çok önem veririler.

Siyaset ve devlet adamlarının Türk kültür tarihini gerektiği ciddiyetle okuyup anlama ve değerlendirmeye veyahut bu bilince sahip kadrolarla çalışarak devlet maslahatını görmeye davet ediyorum. Devlet aklını oluşturan danişmentlerin asgari 20.000 kitabı, şöminesi, postu, fuları, boğazlı kazağı olacak, şaraplardan (veya meşrubattan) anlayacak, Nazdrovya fennini, salonu meyhaneyi, mescidi, kutsalı, milliyi [katılmasa da dışardan kuşatacak Tanpınar gibi] meclisi bilecek, masada, ilim ve kültür meclislerinde yetişmiş olacak. Dürümcüyle milli beka olmaz, Yahya Kemal’le, Gökalp’la, Akçura’yla, Ağaoğlu’yla, Hüseyinzade Eli Bey’le, Galiyev’le, Mağcan’la hemdem olabilecek o geleneğin halkası kadrolarınız olacak. Attila İlhan, "Kim Kaldı?" şiirinde bunu anlatır. Kamacı cengaverin ve meyhane solcusunun duygusal romantizmiyle heba edilen bir şiirdir.

Ötesi herkes için hüsran olur.

Tarih bunun örnekleriyle doludur.

Editör: TE Bilişim