Yoğun bir şekilde teşkilatlanma faaliyetleri yürüttüklerini belirten Babacan, “81 ilde, 922 ilçede teşkilatlarımızı kurmak için yoğun bir çaba başlattık. 18 komisyonumuz, 18 bölgede 81 ili tarıyorlar ve teşkilatlanmada belli bir eşiğe gelmek için olanca hızımızla çalışıyoruz” dedi.

İlk parti kurma fikrinin ne zaman ortaya çıktığına dair bir soru üzerine Babacan, “İlk böyle kendi arkadaşlarımızla oturup ‘Yaa yeni bir şeyler yapmak gerekecek’ diye karar verdiğimiz tarih, tam olarak söyleyeyim, 19 Şubat 2019’dur” dedi.

31 Mart seçimleri için yürütülen seçim kampanyası sırasında partiden ayrılıp yeni bir parti kurmak istemediğini dile getiren Babacan, “Hiç olmazsa kimse demesin ki, ‘Bak siz ayrılık gayrılık yaptınız tam seçim kampanyasının ortasında. Ayrıldınız, o yüzden de seçimi kaybettik’ gibi herhangi bir ithamla da karşı karşıya kalmamak için, ne olacaksa bir olsun, ondan sonra da biz, adımlarımızı atmaya başlayalım dedik ve 8 Temmuz’da partiden ayrılmam, 8 Ağustos’ta artık ciddi bir şekilde çalışmaya başlayacağımızı duyurmam, işte geldik 9 Mart 2020 tarihinde de DEVA Partisi’ni kurmamız” diye konuştu.

Babacan, bir soru üzerine 2015-2019 yılları arasında tam bir sessizlik dönemine girdiğini, kamuoyuna açık bir şekilde konuşmadığını ancak uyarılarını parti içinde sürekli dile getirdiğini söyledi.

Babacan, 2001’de AK Parti kurulduktan sonra bugüne kadar konuştuğu her şeyi inanarak konuştuğunu belirterek, “O günden bugüne kadar söylediğim, konuştuğum her şeyin bugün arkasındayım. Yani getirsinler, tekrar altına imzamı atarım. O kadar rahatım; çünkü konuştuğum her şeyi inandığım için konuştum, içtenlikle konuştum; ama inanmadığım bir şeyi de zorla kimse bana söyletemedi” dedi.

16 Nisan 2017 Anayasa değişikliğinin normal şartlarda yapılmadığını belirten Babacan, 15 Temmuz 2016’da FETÖ’nün hain bir darbe teşebbüsü olduğunu, Anayasa değişikliğinin bunun arkasından gündeme geldiğini, Anayasa değişikliğinin normal şartlarda tartışılamadığını ifade etti.

“ ‘Allah’ın lütfu’ ve ‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’, o dönemin kodlarıdır”

Babacan, “Parti içi demokrasi, hiçbir partide çalışmadı. MHP ile AK Parti’de küçük iki komisyon kuruldu. Onlar bir araya geldi ve herkesten boş imzalar toplandı. Birdenbire pat diye bir gün Meclis’e tasarı olarak geldi, sunuldu. Süreç, böyle işledi ve tartışılamadan da çok hızlı bir şekilde oylandı geçti. Hatta şu önemlidir: Biliyorsunuz, 15 Temmuz’dan sonra bir “Allah’ın lütfu” ifadesi kullanılmıştır. Referandum oylamasından hemen sonra da “Atı alan Üsküdar’ı geçti” ifadesi kullanılmıştır. Bunlar, o dönemin kodlarıdır” diye konuştu.
Bugüne kadar Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın halktan istediği her şeyi halkın ona verdiğini belirten Babacan, başkanlık sistemine geçişi şöyle değerlendirdi:

“Türkiye’de uygulanamayacağının tecrübesi oldu”

“Dedi ki, ‘Ben yönetemiyorum; bana engel oluyorlar. Beni destekleyin.’ Al sana destek. Dedi ki, ‘Böyle yürümüyor; başkanlık sistemi gerekiyor. Anayasayı değiştirmemiz lâzım.’ Vatandaş dedi ki, ‘Tamam, al değiştir.’ Dedi ki, ‘Değiştirdik ama benim de başkan olmam lâzım.’ 2018’de, ‘Tamam, al başkan ol.’ Bir bakıma, olmayacağı göstermek için, yani hep o konuşulan, eskiden beri tartışılan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin Türkiye’de yürümeyeceğini göstermek için de bu, belki önemli bir deneyimdi Türkiye için. Demokrasi, uzun soluklu bir mücadele, uzun soluklu bir yolculuk. Türkiye’nin demokrasisi, daha genç bir demokrasi, bakmayın. Dünyada böyle olgunlaşmış bir demokrasi değil. Dolayısıyla biz, bunu demokrasi tecrübesinde, olmayacağının görülmesi açısından, bir test açısından, niye bu sistemin yanlış olacağını göstermek açısından, herhalde önemli fırsat da oldu diye düşünüyorum. Biraz da öyle bakmak lâzım. Yani, ‘olanda hayır vardır’ diye bakıp da değerlendirdiğinizde, böyle bir değerlendirme de mümkün; ama artık olan oldu. Biz, geleceğe bakacağız. Önümüzdeki dönemde de güçlendirilmiş bir parlamenter sistemin Türkiye için çok daha iyi olacağına ben inanıyorum.”

“Başkanlık sisteminde, çalışan sayısı 3 milyon azaldı”

Babacan, TÜİK’in rakamlarına göre başkanlık sisteminin uygulanmaya başlandığı aylarda, Ağustos 2018’de Türkiye’de toplam çalışan sayısının 29 milyon 318 bin iken, son açıklanan rakamlara göre bu sayının 26 milyon 133 bine düştüğünü kaydetti. Babacan, “Yani başkanlık sistemi geldi geleli, Türkiye’de çalışan insan sayısı, 3 milyon 185 bin kişi azalmış. O gün bu gündür Türkiye kan kaybediyor” dedi.

Mustafa Yılmaz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12. Uluslararası İslâm Ekonomisi ve Finansı Konferansı’nda yaptığı konuşmada söylediği “İslâm iktisadı, krizden çıkışın anahtarıdır / Geleceğin dünyasında faiz ve sömürüye dayalı mevcut ekonomik sistemin, yerini risk paylaşımının olduğu katılımcılığa bırakacağına inanıyorum” sözünü hatırlatarak, Ali Babacan’ın bu konudaki görüşünü sordu.

Ali Babacan, İçeride siyasetin sıkışıp işler çıkmaza girdiğinde, Ayasofya da dahil olmak üzere kutsal değerlerin siyaset alanına sokulduğunu ifade etti. 

Türkiye Cumhuriyeti Hazinesinin ilk sukûk işlemini kendi döneminde yaptığını belirten Babacan, şu açıklamada bulundu:

“İlk kamu katılım bankası, benim bakanlığım döneminde kuruldu”

“Bununla ilgili yasal düzenlemeyi Meclis’ten geçirdik ve o kira sertifikası, iç mevzuatta kira sertifikası denir, o ihraç o yıl için dünyanın en başarılı ihracı seçildi. Malezya Merkez Başkanı, dostumuz, yılda bir yaptığı ‘İslâmî Finans Konferansını’nın açılış konuşmasını benim yapmamı istedi. Sonra gittim, salonda en az 2 bin kişi vardı. Bütün bölgede canlı yayınlandı. Açılışı konuşmasını yaptım. G-20 dönem başkanlığımızda katılımcı anlayışa dayanan finans sistemleri terminolojisi oluşturduk ve onu G-20 ortak kararı olarak bütün dünyada yaygınlaştırılması gerektiğini karara bağladık. Özellikle 2008-2009 krizinden sonra dünya borçların hızla arttığı bir döneme girdi. Aşırı borçlanma ve faizli finans sistemi şu anda hızla büyüyor ve patlıyor. Bu son krizden sonra biraz daha büyüyecek. 2 sene önce G-20 yine bizden bir çalışma istedi. Benim de içinde olduğum 16 iktisatçının olduğu bir grup, bir buçuk yıl çalıştık, 8 ayrı ülkede toplantılar yaptık ve hazırlayıp sunduğumuz raporda borç-alacak ilişkisine dayanmayan, faize dayanmayan finansman metotlarının dünyada hızla yaygınlaştırılmasının acil bir ihtiyaç olduğunu orada yazılı olarak sunduk ve konsensus raporu... Bu 16 iktisatçının içinde Çinli var, Amerikalı var, Fransızı var herkes var yani. Ortak bir ihtiyaç olarak ortaya sunduk. Bizde, biliyorsunuz, ‘Katılım Bankası’ terminolojisi vardır. Benim Meclis’ten geçirdiğim kanunla, onun adına ‘Katılım Bankası’ dedik. ‘İslâmî Banka’ demedik; çünkü bu ismi kullanmak asla doğru değil. Ondan sonra orada olacak her tülü yanlış, İslâm dinine mal edilir. Biz neden bu kadar kutsal sıfatı bankanın önüne getirelim ki? ‘Katılım Bankası’ dedik. Sonra bu katılımcı perspektifi, ‘Katılım Bankacılığı’, G-20 terminolojisi oldu. Bizim o 16 kişilik heyet olarak... G20 dönem başkanlığımız var biliyorsunuz. 2015’de G20 dönem başkanıyız. Bütün koordinasyon bizde. Bütün dünya, G-20 koordinasyonu bende tabii, ekibimizle beraber. Arkasından da 2 yıl sonra kriz sonrası bizden böyle bir rapor istendi. Biz de bu raporu sunduk. Katılım, katılım, katılım dedik. 

Eğer ‘İslâm İktisadı’ deniyorsa bir soru soruyorum ben burada: 2017’de devletin ödediği faiz 57 milyar TL. 2020’de faiz ödeneği 139 milyar TL. Sonuca bakacaksınız. Lafla peynir gemisi yürümez. Ne oldu 2017’den 2020’ye kadar? Sonuç bu mu? Eğer ‘İslâm Ekonomisi’ diyorsak, burada öncelikle güvendir, sözünde durmaktır, itibardır, ilişkilerde güvene dayanan bir ilişkidir. Eğer ticaret yapıyorsanız, ‘emin’e dayanan ticarettir. Konuşurken doğruyu söylemektir. Asla aldatan olmamaktır. Kodlar budur. Bunlar haricinde diğerleri, sadece teknik konulardır. Biz, bunların hepsini inceledik. İlk kamu katılım bankası, biliyorsunuz, benim bakanlığım döneminde kuruldu. Çok uğraştım o iş için. İlk kamu katılım bankasının açılışını Sayın Cumhurbaşkanı, o zaman başbakandı, gittik beraber İstanbul’da yaptık. Sıfırdan kurduk ve kamuyu ilk defa o işin içine soktuk. Bu işi bu kadar sıradanlaştırmamak lâzım. Bu kadar günlük malzeme haline getirmemek lâzım. Gereğini yapmak lâzım. 

“İsraf haram değil mi?”

Bir başka önemli konu ise, israf haramdır, değil mi? Şu anda Türkiye’deki tablo ne? Yani ‘israf yoktur’ diyebilir misiniz? Şu son 3-4 yıla bir bakın. Bugün eğer ekonomi bu hale geldiyse bunun en önemli sebeplerinden biri de israftır. ‘İtibardan tasarruf olmaz’ derken, her alanda israf çoğalmıştır Türkiye’de. Halbuki devletin öncelikle örnek olması lâzım. Devletin gücü, gösterişten gelmez; devletin gücü, itibardan gelir. İstediğiniz kadar paranız, askerî gücünüz olsun, eğer itibarınız yoksa, bunun değeri sıfırdır. Sözün gücü önemlidir. Yani sözünüz etkili oluyorsa, hiç silah, para kullanmadan dünyada sonuç alabiliyorsanız, savaşan tarafları barıştırabiliyorsanız, kadınların çocukların sivillerin ölmemesi için sadece sözle, diplomasi ile olaya hakim olabiliyorsanız... Dünyada ekonomide 17’nci 18’inci sıradayken etkinlikte, sözün gücünde ilk 3’e girebilirseniz, budur sonuç. Biz, bunu yaptık. Yani o dönemleri hiç yaşamamış olsak anlarım da, biz bunu yaptık. Ekonomik ve askerî gücümüzün çok daha ötesinde etkili bir alan oluşturduk dünyada. En ücra yerlerden, nerelerden nerelerden geldiler bize; yardımcı olmamızı ara bulucu olmamızı istediler. Bunların hepsini yaptık. Devlet olarak da yaptık, başka kanallardan da yaptık. Bazen çok reklama dayanan arabuluculuklarımız oldu; davulla zurnayla arabulucu olduğumuz oldu. Bazen sessiz ve diplomasi kanalıyla; ama yaptık yani.” 

Ali Babacan, son günlerde kamuoyunda tartışma konusu haline gelen ‘banka yönetimlerine atamalar’ konusunda görüşünün sorulması üzerine de, atamaların hukukî bir yönü olduğunu, son 5-6 yıldır o hukukî çerçevenin genişletildiğini söyledi.

Ali Babacan, şunları söyledi:

“Bir kişiyi atayabilmek için mevzuat değiştiriliyor”

“Yani eskiden, diyelim ki bakanlıkta bir genel müdür olabilmek için 12 yıllık bir devlet tecrübesi aranırdı meselâ. Şimdi öyle bir şey yok. 5 yıllık herhangi bir tecrübe yetiyor. Dolayısıyla o devletin sürekliliği, hani devletin iyi kötü tecrübelerinin ileriye doğru akmasıyla ilgili bağ, kopmuş durumda. Öyle örnekler var ki, bir kişi atayabilmek için kural değiştiriliyor, mevzuat değiştiriliyor, o kişi atanıyor. O kişi atandıktan sonra tekrar mevzuat eski haline getiriliyor, sırf o kişiyi atayabilmek için. Bunlar çok yanlış... Türkiye’de 83 milyon, ülke, insan mı yok, Allah aşkına?” 

2002’de hükümeti kurduklarında bürokraside çok ciddi değişiklikler yaptıklarını belirten Babacan, bu konuda da şunları söyledi:

“Hemen de yapmadık yani. Meselâ ben, daha önceki hazine müsteşarıyla en az 5-6 ay çalıştım. İlk gün değiştirebilirdim. Ama niye yaptım? Niye biz, daha önceki dönemden gelen Merkez Bankası Genel Başkanıyla süresi dolana kadar çalıştık? Bilmiyor muyduk? Mecliste neredeyse üçte iki çoğunluğumuz vardı. Kanun değiştirir gene yapardık; yapabilirdik. Yani 363 tane milletvekili vardı AK Parti’nin... Her türlü kanunu değiştirebilirdik ve istediğimiz gibi yürüyüp gidebilirdik; ama devlette devamlılık çok önemli bir konu. Çünkü hep uzun vadeli bakmak zorundasınız. Devlet akışındaki kesinti, hiçbir zaman olmamalı. Aksi halde bütün hizmetler aksar. Şu anda yaşıyoruz. Bugün Ankara’da hangi iş doğru düzgün yürüyor ki? Hangi konu herhangi bir bakanlıkta çabuk halledilebiliyor? Herkes dönüyor külliyeye... Bakanlıklara bir şey soruyorlar; ‘Şunları ne yapalım?’ ‘Biz bilmiyoruz, külliye...’ Peki, külliyede kim sorumlu, gidiyor külliyeye? O ona, o ona, o ona... Şu anda tamamen başı boş bir hale geldi ve kaç yılın devlet geleneği, bir çırpıda, bir anayasal düzenlemeyle heba edildi. Şimdi atamaları da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. 

“Adalet, ehliyet, liyakat ve istişare”

Bizim, biliyorsunuz, dinimizde devlet yönetimiyle ilgili bir yapı tarif edilmiyor. Yani denmiyor ki işte sistem şudur, budur, organizasyon şeması... Öyle değil; ama ilkeler var ve o ilkelerden en önemli üç tanesini söyleyeyim size: Adalet, ehliyet, liyakat ve istişare. Bunlar üçlü sacayağı... O kadar önemli. Bu sorduğunuz soru, işte tam da bu ehliyet, liyakat. Yani bu üçlü sacayağının bir tanesi şu anda kırılmış durumda. Onun için bunun ayakta durması mümkün değil, sistemin. Ehliyet, liyakat, şu anda maalesef önemli ölçüde göz ardı ediliyor. Temel kriter, ‘talimat verilince itiraz eder mi, yoksa hemen yapar mı?’ Bir talimat verilince bunu yapar mı, yoksa ‘Efendim şöyle, böyle, bunu yapamayız, olmaz. Bak şöyle bir risk var, böyle bir iş açılır başımıza’ falan der mi? Yoksa dediğimi hemen yapar mı? Tabii başka türlü şeyler var da oralara şimdi girmek istemiyorum, hani kriterler arasında. 

Birinci önemli kriter, uyum; yani itiraz gelmemesi... Hatta yasal çerçeve açısından da bazı şeyler çok zorlanıyorsa, o konuda bile çok itiraz gelmemesi... Meselâ 12 yılı devlet terbiyesi içerisinde, hukuk devleti içerisinde geçirmiş bir bürokrata yanlış iş yaptıramazsınız. Bırakır, istifa eder, gene de o imzayı atmaz.

“Bankacılık, siyasetin rüzgârlarında savrulmamalıdır”

Biz, mesela özellikle kamu bankalarında şuna çok dikkat ederdik: İster genel müdür olsun, ister yönetim kurulu üyeleri olsun, siyasî şahsiyet asla... Meselâ normalde memuriyette milletvekili adayı olursunuz, geri dönersiniz; ama biz, bankalarda onu yasakladık, bizim dönemde. Bir kere milletvekili adayı olduysa, o kişinin bankaya geri dönmesi yok. Çünkü siyasetle bankacılık, aynı ateşle barut gibidir. Eğer bankacılık, o siyasetin günlük rüzgârları içinde savrulmaya başlarsa, aynı o 2001 bankacılık krizinin olduğu döneme döner Türkiye... 2001’de niye Türkiye bankacılık krizi yaşadı? Niye 19 tane banka battı? Niye kamu bankaları tamamen sermayesiz kaldı? Tekrar hazine hepsine sermaye aktarmak zorunda kaldı ve biz, 10 yıl boyunca onların taksitlerini ödemek zorunda kaldık. Hep, siyasetle bankacılığın iç içe girmesi sebebiyle.

“Bankalarda bakanların makam odaları vardı, kaldırdık”

Meselâ bankaların, o günün şartlarıyla, her birinin içinde bir bakanın makam odası vardı. Yani Ziraat Bankası’na girin, o tarihî binanın içerisinde bakanın makamı vardı. Halk Bankası binasının bir katı tamamen bakana tahsis edilmişti. 2002 Kasım’da hükümet kuruldu, ben onların hepsini kapattırdım, kilitledim ve bankalara adımım atmadım. Yıllarca ben bankalardan sorumluydum, adımımı atmadım. Girmedim o binalara. Bırakın şubeyi, genel müdürlüğü, girmedim. Bankacı arkadaşları hep hazineye davet ettim. Yetkin insanları atadık, kuralları çizdik, ‘Yetki de sorumluluk da sizde’ dedik. ‘Siz, bankacılık yapacaksınız’ dedik ve ‘ticarî bankacılık yapacaksınız, siyasî bankacılık yapmayacaksınız.’ Bankalar, öyle ayağa kalktı. 

“Ziraat Bankası’nın sermaye fazlasıyla Hazinenin borcunu ödedik”

Bir ara Ziraat Bankası’nın sermayesi fazla gelmeye başladı. Geriye sermaye çektik. O günün parasıyla 1 milyar TL’nin üzerinde. Hem de ‘Bu kadar sermaye fazla. Duruyor, kullanamıyoruz, kullandıramıyoruz’ dediler. Sermayeyi geri çektik, Hazinenin borcunu ödedik. Bugünlerden geliyor iş buraya. Bırakın siyasî şahsiyetlerin banka yönetimlerine. Bir kere aday olanların biz geri dönüşünü yasakladık. Fiilî durum oluşturuluyor. Kanunda öyle bir şey yazmıyordu. Ben, arkadaşlara dedim, ‘tercih sizin; ama seçin, birini seçin. Siyaset mi yapacaksınız, bankacılık mı yapacaksınız?’ İkisi bir arada olmaz. Çünkü siyasî dürtü, siyasî amaç, bankaların kredilerine yansıdığı zaman zarar kaçınılmazdır. Dünyanın her yerinde böyledir. Türkiye’de de böyle olmuştur. Şu andaki bu iş, eğer böyle giderse sonucu da, Allah korusun, 2001 gibi olur. Hep diyoruz ya, zararın neresinden dönülürse kârdır. Bunlara çok dikkat edilmesi lâzım.”

“Irak’a ilk bomba düştüğünde 8,5 milyar dolar hesaba geçecek” dedi mi?

Mustafa Yılmaz, izleyicilerden gelen çok sayıdaki ortak sorunun başında geldiğini belirterek, 1 Mart Tezkeresi’nden önce Babacan’ın, “Irak’a ilk bomba düştüğünde 8,5 milyar dolar hesaba geçecek” dediği iddiasını sordu.

“Ağzımdan çıkan her söze imza atarım; benim öyle bir ifadem yok”

Söz konusu haberin, 1 Mart Tezkeresi’nden birkaç güm önce yayınlanmış bir haber olduğunu belirterek, “Benim söylediğim, konuştuğum, ağzımdan çıkan ne varsa hepsinin altına imza atıyorum ve benim öyle bir ifadem yok. Bakın, o haber, kapalı bir grup toplantısından dışarı sızan dedikodulara istinaden yapılmış bir haber. Benim ağzımdan bir ifade değil” dedi. Babacan, “Yani ‘Böyle bir ifade kullanmadım’ diyorsunuz?” sorusuna, “Hayır. Getirsinler göstersinler. Böyle bir şey yok” diye karşılık verdi.

Babacan, “Ama sosyal medyada bunu döndürüyorlar, biliyorum. Hani (twitter’da) o kapanan 7 bin 400 hesap var ya, onların meraklı olduğu konulardan birisi buydu. Döndürüyorlar, döndürüyorlar, döndürüyorlar… Öyle bir şey yok. Haydi, video kaydını koysunlar” diye konuştu.

HABER YALANSA NEDEN TEKZİP ETMEDİ?

“O haberi tekzip etsem, diğer binlerce haberi doğrulamış olurdum”

Yılmaz’ın, “Peki, o zaman yalanladınız mı? Ben, gazeteci şeyiyle söyleyeyim; tekzip gönderdiniz mi Sabah gazetesine?” sorusu üzerine de Babacan, şu açıklamada bulundu:
“Ben, 13 yıl bakanlık yaptım, 13 yıllık bakanlık dönemimde tek bir tekzibim yok. Tek bir tekzibim yok. Uğraşamayız ki o işlerle. Yani, bir tane haberi tekzip etsem, bugüne kadar çıkmış, hakkımda 100 bin tane haberi doğrulamış olurdum. Öyle benim bir prensip kararım var. Yani resmî yollardan, bildiğimiz hani tekzip var ya? Hiç çalıştırmadım. Öyle bir müessese yok. 13 yıllık bakanlık dönemimde yok. Öyle bir şey yapmadım hiç; çünkü çıkan haberlerin hepsinin ben, altına teyit edecek, imza edecek halim yok. ‘Şüphesi olan bana sorsun’ diyorum; ya da benim video kaydımdan anlatsın, göstersin. Ya da bant kaydı, video kaydı, neyse… Bir yerde bir kaydı olsun. Şimdi, basına kapalı bir grup toplantısından dışarı sızan, sızdırılan, o gün tabii manipülasyon da çok basın üzerinde; çünkü Irak, savaş öncesinde biliyorsunuz yani, ciddi şekilde basının üzerinde manipülasyon vardı. Yani başka devletler de yapıyordu, yaptırıyordu bunu. Ne haberler, ne haberler çıktı o zaman yani. Çok zor bir dönemdi. Yani işi mi yapacaksınız, yoksa yalan yanlış bir sürü çıkmış haberle mi uğraşacaksınız?”

“İşin aslına girersem, devlet terbiyesine yakışmaz”

Yılmaz’ın, “O dönem iktidarın yaklaşımı da normalleştiriyordu bu ifadeyi. Ben, hatırlıyorum, 1 Mart Tezkeresi çıkmadığında Sayın Cumhurbaşkanının ‘Maaşlar nasıl ödenecek?’ diye bir ifadesi oldu” değerlendirmesi üzerine Babacan, şu değerlendirmede bulundu:

“Ha, şu kısmı doğru: Bizim, o 1 Mart Tezkeresi öncesinde, biliyorsunuz, Amerikalılarla bu savaşta, Irak savaşında Türkiye’nin destekleyici bir rolü olsun mu, olmasın mı diye bir müzakere süreci geçti o zaman. 3 tane müzakere alanı vardı. Siyasî müzakere alanı, askerî müzakere alanı ve ekonomik müzakere alanı. 1 Mart Tezkeresi öncesinde siyasî ve askerî müzakereler tamamlandı; ama ekonomik müzakereler tamamlanamadı. Biz, o zaman konuşamadık bile yani ve bu grup toplantısı, kapalı bir grup toplantısı. O grup toplantısında ben, o gün ne anlattım, işin aslına, şimdi oralara girersem, şimdi oralara girersem, o da ayrı bir hata olur. O da devlet terbiyesine yakışmaz. Getirsinler, televizyonda canlı yayın koysunlar. Kürsü konuşması olabilir, onu getirsinler göstersinler. Öyle bir şey yok. İçeriden, bakın, sızan, sızdıralan, hatta içine biraz da dezenformasyon katılan bir haber o ve hele hele manşet, yani… o günkü… bilemiyorum…”

Mustafa Yılmaz’ın, “O günden bir siyasal parti kuracağınız düşünülerek yapılmış (olabilir mi?) Niye? Sonuçta siz hedef alınmış oluyorsunuz orada?” sorusu üzerine de Babacan, şu cevabı verdi:

“O yalan haberi, tezkere Meclis’ten geçsin diye yayınlamış olabilirler”

“O günkü şartlarda şey bile olabilir yani, o günkü şartlar öyle bir şartlar ki, 2001 krizi biliyorsunuz, Yani Meclis’ten bu tezkere geçsin diye ‘güzel bir haber’ olarak sunulmuş bile olabilir. Yani biz, bugün bunu öyle okuyoruz ama o günün şartlarında o haber, yani ‘Yaa merak etmeyin, bak ekonomik kriz çok…’ Bakın, 2001 krizi var. 2002 Kasım’ında hükümet kuruldu. Kasım’ın sonu. 1 Mart’ta da tezkere var. Arada 3 ay var. Aralık, ocak, şubat. 3 ay. 19 tane banka batmış. Hazine, %66 faizle borçlanıyor. En fazla borçlanabileceğiniz süre, 9 ay. Dolayısıyla, ‘Yaa böyle bir savaş olursa ekonomi ne olacak?’ Herkes o dertteydi o günlerde. Yani, o günün haberciliğinde muhtemelen, yani “biraz moral olsun, Meclis’ten bu iş geçsin” diye bile yapılmış olabilir bu yani. Bilemiyorum. Sadece şu anda konuştuğumuz, varsayımlar, şunlar, bunlar. Haberini yapanlara sormak lâzım. Onlar o bilgiyi kimden, nereden almış falan. Onlara sormak lâzım. Ha, çıkıp diyebilir ki, ‘Efendim, işte şu kaynaktan duydum,muydum.’ Öyle olmaz. Birincil kaynaktır esas burada. Birincil kaynak, benim ağzımdan canlı yayın, bant, mant, bir şey koysunlar, göreyim.”

Editör: TE Bilişim