Alman milleti Türkler ile önce Atilla sayesinde sonra da Beç (Viyana) kapılarında karşılaştı. Atilla’nın ardından devletleşmeye başlayan Almanlar Türklerden iki ders aldılar. Birincisi Hunlar sayesinde devlet bilinci, ikincisi de Osmanlılar sayesinde ilham aldıkları fütuhat bilincidir.

Tarih felsefesi açısından dikkatlice incelediğimizde Avrupa Hunlarından önce ciddi bir Alman (Cermen) devletinin olmadığını, Osmanlı ile karşılaşmasından önce de ciddi bir yayılma eğilimlerinin olmadığını görürüz.

Almanların Rusya içlerine kadar göç ederek yayılmaları, Güney Afrika, Latin (Güney ve orta) Amerika, Anglo (Kuzey) Amerika, Avustralya’ya ve Namibya’ya yerleşmeleri, Prusya ve Avusturya devletlerinde askeri disiplini kurmaları, Alman birliğini sağlamaları, sömürgeler elde etmeleri, birinci ve özellikle ikinci dünya savaşları sırasında büyük topraklar işgal etmeleri hep Türkler ile karşılaştıktan sonraya denk gelmektedir.

Almanlar kendi sahalarında Türkler ile savaşıp çetin ceviz ile muhatap olduklarını anladıktan sonra Türkiye üzerine deplasman seferine çıkmamaya dikkat etmişlerdir. Hitler’in bütün Avrupa’yı işgal etmesine ve Türkiye üzerinden Ortadoğu petrollerine daha kolay ulaşacağı bilinmesine rağmen Meriç nehrini geçmemeyi İnönü ile ittifaka girmek için gerekli girişimlerde bulunmayı tercih etmesi üzerinde durulması gereken bir husustur.

Sonuç olarak Alman devlet geleneği Türkiye ile savaşmaktansa Türkiye’de kendisine müttefik iktidarlar veya sosyal grup ve kurumlar oluşturmaya çalışmıştır. Aynı durum bugün içinde geçerlidir.

Soğuk savaş bitiminde yeniden siyasi birliğini sağlayan Almanya kendi soydaşı olan Avusturya ve Lüksemburg ile Avrupa Birliği içinde birleşmiş, AB’nin doğu ve güneye yayılmasına ön ayak olarak kendi nüfuzunu Akdeniz’den, Karadeniz’e oradan da Baltık denizinin kuzeyine ulaştırmıştır.

Almanya aynı mantık ile devam etmekte ve Türkiye ile deplasman karşılaşması yapmak istemediğinden dolayı bir yandan Türkiye’nin AB’ye girmesine takoz koymakta, bir yandan da Türkiye siyasetinde kendisine müttefik arayışına devam etmektedir.

İttihat ve terakki’den beri bu hususta zayıf kalan Alman devleti için Mesut YILMAZ ilk siyasi müttefik, Necmettin ERBAKAN ise ikinci siyasi müttefik olarak belirmiştir. O kadar ki, Erbakan televizyon programlarında Abdülhamit’in bile Almanya’yı tercih ettiğini dile getirmekten çekinmemiştir.

Bu safha da ABD Recep Tayyip ERDOĞAN’ı, İngiltere’de Abdullah GÜL’ü Erbakan hocanın kucağından alarak Türk siyasetini tekrar Anglo-Sakson etkisine sokmuşlardır. İşte Almanya’nın Recep Tayyip ERDOĞAN’a karşı olan tavır ve tutumunun sebebi budur.

Yoksa Almanya’nın derdi Türkiye’de demokrasinin yerine diktatörlük tehlikesinin belirmiş olması, İslam fundamantalizmi tehlikesi, laikliğin örselenmesi falan değildir. Çünkü aynı Almanya Erbakan ve onun “Milli görüş” teşkilatı ile daha uçta olan “Anadolu Federe İslam Devleti” örgütüne kucak açabilmiş olan bir Almanya’dır.

Bu bilgiler ve değerlendirmeler ışığında düşünürsek Almanya ve AB’ye sığınarak diktatör namzedinden kurtulacağımız sanılmasın!

Böyle bir durum gerçekleşirse bilinsin ki, Almanya gidenin yerine kendi müttefikini yerleştirme gayreti içinde olacaktır. Eğer bunu gerçekleştiremez veya gerçekleştirecek gücü olmaz ise ya ABD ile anlaşacağı bir siyasi figüre destek verecek, ya da Türkiye’yi idare edecek olan ekibe gücü oranında sızmak isteyecektir.

Hülasa; Almanya’nın kavgası Türkiye ile değil, Recep Tayyip ERDOĞAN iledir. Onun yerinde Alman ekolüne uzak başka biri olsaydı, onunla da can ciğer kuzu sarması olacak değildi.

Bizim başta Almanya, A.B.D., İngiltere ve Çin olmak üzere hiçbir ülkenin Türkiye’nin boynuna tasma takmasına müsaade etmeyen karşılıklı menfaati koruyan tek taraflı çıkar değil, çift taraflı çıkar üzerine kurulu bir siyasi iktidara ihtiyacımız var.