Gazete Pencere’nin birinci yılında Yavuz Oğhan ile bir röportaj gerçekleştirildi.

Perspektifin haberine göre, röportajın tamamı şu şekilde;

Mevcut medya ortamını nasıl görüyorsunuz? Bir taraftan, bir tek seslilik var; bütün gazetelerde, televizyonlarda aynı haberler var, gazeteler aynı manşetlerle çıkıyor. Ama bir taraftan da, İstanbul seçimlerinde gördüğümüz gibi seçimleri de çok etkilemiyorlar. Bir taraftan tümüyle dipte miyiz, yoksa halk bunları önemsemiyor, kendi bildiğini mi okuyor? Uzun yıllardır basındasınız ve bugün gelinen noktayı bir gazeteci olarak nasıl görüyorsunuz?

Herhalde 27-28 sene geçti. Televizyonlar ilk kurulduğunda medyadaydım. Mesleğe ATV’de başladım. O günden bugüne geride ne vardı, bugün ne var diye baktığım zaman, bir kere çok ciddi bir kimya bozukluğu görüyorum. Bana göre şu anda medyanın en önemli sorunu kraldan fazla kralcı olmak. Yani “Bir mayına basarım patlar, başım ağrır” diyen, kendine gazeteci diyen insanlar, şu anda medyanın en önemli sorunlarından birisi.

Aslında her dönemde siyasi olarak birtakım sıkıntılar vardı. Çiller veya Mesut Yılmaz başbakanken yok muydu? Ben CNN Türk’te temsilciyken, Mesut Yılmaz bize canlı yayına geldi, yayından çıkarken, “Sizin bir muhabiriniz varmış Meclis’e bakan, ona bir şey yapabilir miyiz?” diye kendi belirlediği insanları referanslarıyla işe sokmaya çalıştı. O zaman başbakan yardımcısıydı. Yani her dönem siyasetçiler medyaya, medyanın içinde kendisine yakın insanların bulunmasına özen gösterdiler ama bugün durum çok farklı.

Bugün öyle bir şey yok. “İçeride adamım olsun” değil, “Bu medya sistemi benim olsun” yaklaşımı var. Ama şimdi görüyoruz ki sistemin tamamının kendinin olması da bir işe yaramıyor, çünkü orada da bir inandırıcılığa ihtiyaç var. Cumhurbaşkanı bizzat kendisi var olan medya düzeninden rahatsız olduğunu, yeterli bulmadığını söyledi. Var olan medya düzeni de yaklaşık yüzde 95 oranında tamamen hükümetin kontrolünde. Bu belki spekülatif bir şey olabilir ama ben akşamları WhatsApp grubu üzerinden kimin ne haber yapacağını, hangi haberi öne çıkaracağını veya hangi konuda hassasiyet olduğunu bir zincir halinde haberleşildiğini düşünüyorum. Çünkü başka türlü bu gazeteler bu şekilde çıkma ihtimaline sahip değil. Zaten bir istikamet veriliyor; Cumhurbaşkanı’nın konuşmaları herkes tarafından bir istikamet olarak kabul ediliyor.

Geçmişte hükümetlerde koalisyonlar vardı, belli gazeteler açıktan ya da kapalı olarak belli partileri desteklerdi ama dışarıda kalan partiyi de destekleyecek bir medya organı olurdu. Yani onlar da bir şekilde seslerini duyurabilirlerdi. Bunun etik olduğunu söylemiyorum ama en azından çokseslilik vardı ve bu da fırsat eşitliği yaratıyordu. Mesela Sabah Grubu Mesut Yılmaz’ı destekliyorsa, Doğan Grubu Çiller’i destekliyordu. Bunlar yer değiştirebiliyordu ya da Uzan Grubu kendine özgü bir politika belirleyebiliyordu. İnsanlar merak ettikleri konularda farkı gazetelere baktıklarında, karşıtlık üzerinden de olsa bir bilgi sahibi olma şansına sahip olabiliyorlardı.

Desteklediği partiyle ilgili olumsuz haber yoktu ama karşı olduğu partiyle ilgili olumsuz haberleri görebiliyordu. Bugün yüzde 95’inde eleştirel bir yaklaşım yok. Bu da beraberinde bir alışmışlığı getiriyor. Okuyucu açısından, izleyici açısından, sürekli öven ve mevcut ortamı doğru kabul eden, hatta gerçeküstü birtakım yaklaşımlar ortaya koyan haber bültenleri, hepsinde de aynı. Bu şartlar altında okuyucu ya da izleyici alternatife yöneliyor.

FOX’un bu kadar reyting patlaması yapmasının temelinde ne var? Bugün bizim gazetenin manşetinde Sağlık Bakanlığı’nda koronayla ilgili araştırma yapan bir tane doktorun ismi var. Yine bir hekim araştırmış, bu doktorun 2 yılda 20 araştırma yaptığını tespit etmiş. Türkiye’de doktorluk yapıp yapamadığına bakmış, Türkiye’de doktorluk yapma yetkisi yok ama Sağlık bakan yardımcısıyla bütün o araştırmalarda birlikte imzası var. Geçmişte olsa, “Nasıl olur bu iş?” diye bu olay didik didik edilir. Bugün ne oluyor? Biraz daha dar bir kitleye hitap eden bizim gibi platformlarda bu iş konuşuluyor. Bu maalesef genele yayılmıyor, çünkü kimse sahiplenmiyor, ortalık ayağa kalkmıyor. Ya da hükümet, kendisini böyle bir şeye cevap verme sorumluluğunda hissetmiyor. Ancak Twitter’da bir kampanya haline dönüşür ve herkesin haberi olursa ondan sonra bir açıklama geliyor. Onun dışında sen yazdın, YouTube kanalında söyledin, kendi platformunda bir şey izah ettin ya da haber verdin…

Bugünün haberlerinden birisi Adıyaman’dı; kadın kolları başkanı işe yerleştirdiği insanın maaş kartını alıp o kartla devam ediyor. Resmileşmiş bir olay, savcılığa başvuru yapılmış ama kimse bunu duymak istemiyor, bunun üzerine gitmiyor. Evet, bugün medya düzeninde yine insanlar haber almak istiyorlarsa haber alıyorlar, belli alanlarda sosyal medyada birtakım haberler verilebiliyor ve toplum etkilenebiliyor ama genele baktığında ne kadar etkili olduğunu da var olan düzenin sokak röportajlarında görüyoruz. Gerçekten acayip fikirler oluşmuş hanelerde; koronanın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı devirmek için ortaya sürüldüğünü iddia eden, hiçbir mantık altyapısı olmayan iddiaları mikrofon önüne geldiğinde söyleyebiliyorlar. Bu, var olan düzenin yarattığı vatandaş tipi aslında.

Cumhurbaşkanı, bütün her şey kendi kontrolünde olmasına rağmen, o medyadan memnun değil. Bu tarafta da senin YouTube kanalın var, fakat sen de bundan memnun değilsin. Sosyal medya gerçek anlamda etkili değil mi, şekillendirmiyor mu? Toplumsal dinamikleri tetiklemek anlamında İstanbul seçimlerinde bir şeyler görmedik mi?

Mutlaka bir etkisi var, etkisi olmadığını söylemiyorum. İki türlü sıkıntı var: Birincisi, sosyal medyada manipülatif bir alan var. O manipülatif alan insanları gerçeğin dışına doğru yönlendirebiliyor. Bunu iktidar için veya muhalefet için söylemiyorum; her alanda böyle bir şey var. İktidar karşıtı olabilir, aşırı uçlara doğru gidiyor, marjinalleşiyor; iktidar destekçisi olabilir, az önce verdiğim örnek gibi aşırı uçlara gidebiliyor. Zaten buralarda gazetecilik devreye giriyor. Sen onu süzeceksin, doğruluğunu kontrol edeceksin, bir belgeye dayandırıp öyle vereceksin. Haber dediğin şey bu. Artık yazılan her mesaj haber gibi kabul edilebiliyor ama şunu da unutmayalım, şu anda Türkiye’de uzaktan eğitim var, milyonlarca öğrenci bilgisayara ulaşamıyor ya da interneti yok ya da kısıtlı internetiyle sorunlar yaşıyor.

İnsanlar haberi televizyondan almaya devam ediyor ve daha çok oradan etkileniyorlar. Daha yaygın bir biçimde onu işleyen, karar verme sürecine dahil olan televizyonlarda verilen haberler gibi geliyor bana. Türkiye’de bir A Haber örneği var, bir de onu taklit eden birtakım kanallar söz konusu. Ama iktidarı destekleyip sorgulayan birtakım insanlar da karşı olduğunu bile bile FOX TV izliyor, çünkü haber almaya ihtiyacı var. Ya sosyal medyadan alıyor ya FOX TV’den alıyor ya da sosyal medya okur yazarlığı varsa, doğru insanlardan haber almaya çalışıyor. Ama bunun genel havaya etki edebilmesi için sanki zamana ihtiyaç var. Bence bugün o beklenen etkiyi yaratmıyor.

VATANDAŞ GAZETECİLİĞİ DİYE BİR ŞEY YOK BANA GÖRE

“Sosyal medyanın manipülasyona açık bir boyutu var” dedin. Şu anda “vatandaş haberciliği” diye bir kavram var. Herkesin elinde telefonlar, olayı kayıt altına alıyor ve bu daha sonra sosyal medyada yayınlanıyor. Bu aslında bir taraftan, artık herkesin gazeteci olabileceği bir alan açıyor, muazzam bir habere, bilgiye, görüntüye erişim söz konusu, fakat bunun manipülatif bir tarafı var. Vatandaş gazeteciliğine nasıl bakıyorsun? “Gerçek gazeteci”nin vatandaş gazeteciliğinden farkı ne? Ya da vatandaş gazeteciliği bir süreçten geçerek mi bir yere ulaşmalı?

Biz haberci olarak şu anda sosyal medyayı bir ajans gibi kullanıyoruz. Çünkü Türkiye’de, bütün o platformlarda olduğu gibi ajanslarda da bir çürüme, bir angaje olma hali var. Haberi eskiden nereden alırdık? Ajanslar 81 ilin 81’inde, ilçelerinin büyük kısmında, oraların mahallelerindeki fotoğrafçısıyla anlaşarak aldığı görüntüler, haberler ya da profesyonel olarak çalıştırdığı gazeteciler vasıtasıyla merkezde buluşur, bize ulaşır, biz de kendi editoryal değerlendirmemizi yapar, süzer ve ondan sonra da bunları okuyucuya, izleyiciye aktarırdık. Şimdi bu zincir de kırıldı, artık ajanstan bir şey gelmiyor.

Sosyal medya ajansların yerini tuttu. Bizim için de öyle, biz de sosyal medyayı bir ajans olarak kullanıyoruz ama nasıl kullanıyoruz? Ona bir gazeteci birikimiyle bakıyoruz. Bir kere, ilk sorulması gereken soru olarak, “Böyle bir şey olabilir mi?” sorusu var. Bir kere akla mantığa uyması lazım. Sonra görüntü varsa bizim için daha değerli ama görüntü yoksa, sadece bir iddia ise teyit imkânını araştırıyoruz; uzmanlarla konuşuyoruz, ondan sonra veriyoruz. Yani vatandaşın gördüğü bir şeyi yazdığında, o elbette bir haber niteliği taşımaz; onun bir teyide, bir belgeye ihtiyacı vardır. Sen onu gazeteci kimliğinle haber olarak veremezsin.

Vatandaş gazeteciliği Türkiye’de şu anda büyük bir açığı kapatıyor, doğru. Soma’da işçiler tazminatlarını alamadığı için yollarda. Biz oradaki görüntüyü kendi çektikleri videolardan, kendi çektikleri görüntülerdeki açıklamalardan alabiliyoruz. Onun dışında ajanslar o haberleri bize geçmiyor. Türkiye’nin bundan haberi varsa ondan var. Ya da birtakım termik santraller kuruluyor, köylüler itiraz ediyorlar, onları biz ancak o vatandaşların görüntülerinden elde edebiliyoruz.

Görüntü değerli bir şey ama sadece yazılı mesaj da, görüntüye eklenebilecek birtakım unsurlarla onu saf bir haber olarak almak mümkün değil. Ama o kısırlık, bu çölleşme, ona haber muamelesi yapmayı da beraberinde getirdi. Sosyal medya kullanıcıları açısından söylüyorum. Kötü niyetli kullananlar da bunu bir fırsat bilerek orada manipülatif birtakım hareketler yapıyorlar. Bu da aslında gazeteciliğe, habere güveni sarsan bir şey, çünkü orada haber veren herkesi haberci sanıyorlar.

Ben şu anda kendine gazeteciyim diyen birçok insan görüyorum sosyal medyada, 30 yıldır bu işin içindeyiz ama hiç rastlamamışım; ismini, nereden çıktığını bilmiyorum. Biraz daha gençse yeni yetişmiş diye düşünebilirim ama onları da en azından fark ederiz. Onlar sistemi bozuyorlar, inancı, güveni zedeliyorlar ve sosyal medya alanının aslında bir haber alanı olmasını da etkiliyorlar. Bence vatandaş gazeteciliği demeyelim de “vatandaşın bildirdiği birtakım olaylar” diyelim, çünkü vatandaş gazeteciliği dediğimizde, gazeteciliğin seviyesi de aşağıya iniyor. Vatandaş gazeteciliği diye bir şey bana göre yok.

BEN İKTİDAR OLSAM ŞİKAYET EDECEĞİME NİYE FOX İZLENİYOR DİYE DÜŞÜNÜRÜM

Bugün medyanın bu noktaya gelmesindeki temel problem ne? Mevcut durumdan şikâyet etme konusunda herkesin asgari bir şeyi var. Ama herkes şikâyet ediyor. İktidar da olan da “Kendi sesim gitmiyor” diye şikâyet ediyor, muhalefette olana zaten sansür uygulanıyor.

İktidar sözcülerinin yaptıkları bütün açıklamalar bütün televizyonlardan aynı anda yayınlanıyor. Başka bir şey izlemek için alternatif bulamıyorsun. Haber radyolarında, televizyon yayınlarında aynı anda yayınlanmıyor mu? Bütün gazetelerde ertesi gün yayınlanmıyor mu? Bütün internet sitelerinde ertesi gün birinci haber olarak verilmiyor mu? Bence iktidar, medyadan memnuniyetsizliğini dile getireceğine düzene şöyle bir bakması lazım. Bunlar niye bu kadar inandırıcılığını yitirdi? Ben çıktığım zaman insanları niye inandıramıyorum? Aslında gitmesi gereken en ücra deliğe kadar gidiyor o mesaj. Demek ki mesajı alması istenen mesajı almıyor. İnsanlar niye FOX TV izleme ihtiyacı duyuyor? Orada taraflı da görse, muhalif davrandığını da düşünse niye oraya itibar ediyorlar veya başka alternatif kanallara bakıyorlar? Ben iktidarın yerinde olsam şikâyet edeceğime bunların üzerinde bir hesap yaparım. Bir de çok maliyetli bir iş, o kadar gazete, televizyon beslemek kolay bir mesele değil herhalde.

OKUYUCUYA DAYANMAKTAN BAŞKA ÇARE YOK

Şu anki gazeteciliğin geldiği durumda temel problem iyi gazeteci yokluğu mu, vatandaşın habere karşı duyarsız olması ya da sadece kendi dinlemek istediği haberi dinliyor olması mı? Ya da medya sahiplik yapısı mı? Sermaye sahiplerinin gazetecilerden beklediği mi? Sermaye sahipleriyle iktidar arasındaki ilişki mi? Ya da hepsinin bir bütünü mü? Burada tek sorumlunun iktidar olduğunu söylemek doğru olur mu? Buraya nasıl geldik ve bir tek iktidar böyle istediği için mi bu noktaya geldik?

“Ben ne halt ettim” diye ağlayan medya patronu gördük. Bunu belki 50 sene önceye götürdüğünde de benzer süreçlerle karşılaşıyorsun. Medya sahiplerinin medyadan para kazanmak gibi bir dertleri yok. Yan dallardan para kazanarak hayatlarını sürdürüyorlar, çünkü şu anda medyadan para kazanma ihtimali yok. Bir sermaye sahibi medyaya para yatırıyorsa başka amaçları olması lazım. Başka yerden bir avantaj sağlayacağını düşünüyor olması lazım. Eğer sadece ülkeye iyilik yapmak için bu işe girmediyse, ki genelde sermayeler böyle işlemezler.

Geçmişten gelen bir sorun ama bugün çok daha net görüyoruz. Geçmişte bir sermaye sahibi hükümetin karşısında da yer alabiliyordu. Bugün ciddi bir sermaye sahibinin hükümetin karşısında yer alma ihtimali var mı? Böyle bir şey söz konusu değil, çünkü hükümet çok güçlü, her alana sahip ve maalesef hukuk işlemiyor. Hukuk işlemeyince o alana girme ihtimali yok. Para kazanamayan bir alan ve medya sahipleri gazeteci değil. “Biz size haberleri gönderelim, siz kontrol edin, ondan sonra yayınlayalım”, ben bugün bu sistemin zaten geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir şekilde Gezi’den sonra bu sistem oturtuldu. Oraya gitmesine gerek kalmadan kendi içinde birtakım komiserler tarafından gazeteler, televizyonlar haberleri yayınlıyorlar. Zaten o kadar büyük otosansür var ki, en uçtaki muhabir bile, “Ben bu soruyu sormayayım, zaten cevabı verse bile yayınlamam” ya da “Ben burayı izlemeyeyim” diyen bir haber müdürü. “Zaten gelse bile bizde işe yaramaz” yaklaşımıyla iyice içe kapandı.

Şimdi para, sermaye mutlaka gerekli, çünkü bu işi yapan insanlar da evine ekmek götürecek. Bu nasıl çözülecek? Ya herhangi bir şeyin yandaşı olacaksın ya da dışarıda bir iş yapacaksın. Dışarıda bir iş yaptığın zaman da bu mümkün mü? Şu anda Türkiye şartlarında dünyanın en zor işi. Hem işini yapacaksın hem para kazanacaksın hem de yaptığın işten memnun olacaksın.

Gazetecilik öyle çok büyük bir mesele değil, eğitimini aldıktan sonra, ilkelerini bildikten sonra. Şu anda televizyonlarda, gazetelerde görev yapan birçok insan bu işi layıkıyla yapabilir. Bu siyasi akımın, AK Parti’nin geldiği siyasi akımını geçmişte nasıl gazetecilik yaptığını da biliyoruz. Bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne karşı nasıl gazetecilik yaptığını da görüyoruz. Bu işi yapabiliyor aslında ama yapmak istemiyor. Onu vermek istemiyor. Burada düzeni oluşturmak lazım.

Okuyucuya dayanmaktan başka çare yok. Şu an Türkiye’de herhangi bir gazete, devlet desteği olmadan yayınına devam edebilir mi? Çalışanlara maaş ödeyebilir mi? Dağıtım paralarını ödeyebilir mi? Kâğıt parası ödeyebilir mi? Mümkün değil. Basın-İlan Kurumu diye bir yapı, o yapının altında bütün gazetelere akıtılan milyonlarca lira. Müthiş bir manipülasyon var. Sadece bu şekilde hayatlarında devam etsinler diye. Bir kere bu rüyadan uyanmak zorundayız. Yani bu sistemin böyle devam etmemesi lazım. Bu sistem nasıl devam edebilir? Sen kendini siyasi partinin ya da bir yerdeki yeşil alanı otel arazisine çevirecek bir medya patronunun amacına değil de halka, haber almak isteyene, merak edene karşı sorumlu hissedersen ancak bu sorun çözülebilir. Bunun şu anda başka hiçbir yolu yok. Ancak okuyucu finanse ederse, izleyici finanse ederse böyle bir şey mümkün.

Şimdi yeni teknolojik gelişmelerle birlikte aslında bu alanda önemli bir adım da atıldı. Birkaç tane platform var, Patreon diye bir sistem var. Okuyucu hem okuyor hem de kendi geliri kendi imkânları ölçüsünde. YouTube’da ‘Katıl’ diye bir buton var, oradan ayrıca destek verebiliyor. YouTube zaten büyük bir sömürü alanı, yani sanıyorum aldığı reklamların yüzde 1’ini yayıncılara veriyordur. Acayip bir sistem var, bütün dünyada da çok konuşuluyor. Belki Avrupa’da, Amerika’da biraz daha yüksek ama Türkiye’de reklam gelirleri açısından baktığında, yayıncı çerçevesinde tam ölümcül noktada. Ama okuyucunun desteklediği bir sistem devam edebilecek. Eğer doğru haber almak istiyorsa, karşısında bir angaje kuruluş olmasını istemiyorsa, sosyal medyanın manipülasyonlarından uzak durmak istiyorsa…

Şu da büyük bir yalan: “Ben zaten Twitter’dan her şeyi görüyorum, niye para vereyim?” İyi de kardeşim, orada her şey doğru değil ki. Orada tek başına gazetecilik yapılmıyor ki, senin bir süzgece ihtiyacın var. Ben gidip mobilyacılık yapabilir miyim? “Ah ne güzel, oraya bir tane çivi çakarım” diyebiliyor muyum? Diyemem. Sen de kendine, “Gazeteciyim” diyemezsin ya da onu o şekilde tek başına pür haber olarak kabul edemezsin. Okuyucunun da bilinçlenmesi gerekiyor, doğru işe para vermek zorunda olduğunu da bilmesi gerekiyor. Ama bunun için zaman var.

Ben bugünden yarına bu meselenin çözüleceğini düşünmüyorum. Üstelik, iktidar değişimiyle birlikte de çözüleceğini düşünmüyorum. Bu kimya bozukluğu, iktidar değişse bile, başka bir zihniyet iktidara gelse bile aynı şekilde devam edecektir diye düşünüyorum, çünkü Türkiye’de bu iktidarın yapabildikleri görüldü. Eskiden olsa, koalisyon hükümetiydi, birtakım tahammüller olabilirdi ama şimdi Cumhurbaşkanlığı sistemi var. 2023’te gidip Cumhurbaşkanı seçeceğiz. Cumhurbaşkanı her şeye hâkim olacak, bir şeye hâkim olmayacak; kurulu sistemin başına geçecek. O zaman beklenti benzer olmayacak mı? Bana göre benzer olabilir. Kuralları koymak lazım ve yapıyı değiştirmek lazım.

KUTUPLAŞMA O KADAR CİDDİ Kİ KİMSE MAKULE BAKMIYOR

“Sistemin kendisi çoğulculuğa evrilmeden, gazeteciliğin de çoğulcu bir sisteme oturması zor” diyorsun. Gazete Pencere var, YouTube kanalı var, Patreon sistemi var. Okuyucu gerçekten özgür medyayı istiyor mu? Bunun için yükün altına girmeye hazır mı? Bir taraftan, söze geldiği zaman “Özgür basın istiyoruz, özgür medya olmalı. Bağımsız olmalı. Medya patronlarının blokajı olmamalı vs.” diyen bir kesim var. Bu kesim, en azından bir tane ana akım gazeteyi yaşatabilecek kadar, hatta basılı gazeteyi geçtik, birkaç tane dijital gazeteyi yaşatacak kadar bile kendini yükün altına girmeye hazır hissetmiyor mu? Hissetmiyorsa böyle bir şeyi nasıl talep eder?

Okuyucuyu da eleştirebilirim burada ama önce bir siyasi tahlil yapmamız lazım. Türkiye o kadar ciddi bir kutuplaşma ve tahammülsüzlük içinde ki kimse makule bakmıyor, herkes marjinallerle ilgileniyor. “Ah ne kadar güzel söyledin, canına okudun. Ne kadar güzel yerin dibine batırdın” yaklaşımı var. Yani birçoğu içi soğusun istiyor, haber beklemiyor. Özellikle bu tip dijital platformlarda bulunup da kızgınlıkları olan insanlar bulundukları taraftaki insanların ne kadar sert olduğuna bakıyorlar, ona göre de bir yardım programı belirliyorlar diye düşünüyorum.

Makulsun, her tarafa kulak veriyorsun, diyalog arıyorsun; o zaman çok ilgi çekmiyorsun ve bir taraftar grubu oluşmuyor çevrende. Bu da aslında insanların bu tip platformları sadece haber almak için takip etmediğini gösteriyor. Aynı zamanda içinin soğuması, kendi adına bir ses olması, bir siyasetçi gibi yaklaşması, aktivist olması talebini ortaya koyuyor. Bu alan istismarlara açık. Eğer sen sadece gazeteciliğin dışına çıkıp, hayatını oradan idame ettireyim desen, orada bir alan var. Ama “Gazetecilik yapacağım. Onu da dinleyeceğim, bunu da dinleyeceğim. Ölçülü olacağım, diyaloğa önem vereceğim” dediğinde o taraftar grubu çok azalıyor. Tabii ki bunun da değerini bilenler, destekleyenler var ama sayı gerçekten çok az.

Biz Gazete Pencere’yi çok dar bir ekiple çıkartıyoruz. Bunu “kol gücüyle yapılan bir işlem” diye tarif ediyorum. Makinelerle olmayan bir sistem, doğrudan insan emeğine dayalı bir durum. Ama buna rağmen burayı yaşatmakta güçlük çekiyoruz. Bir de bizim avantajımız var, bir kitlemiz var; bizi haberci olarak tanıyorlar, söylediğimiz şeyin arka planında başka bir şey olmadığı inancı da hâkim. Ama ona rağmen böyle bir yeri yaşatmakta güçlük çekiyoruz. Bizim de eksiklerimiz var. Belki tanıtım yapamamışızdır, insanlara izah edememişizdir. Ama “Aman yaşasın, aman buralara abone olalım. Bak, doğru bir şey yapıyormuş” diye doğru bir arayış olduğunu da söylemek yanlış olur.

DOKSANLARDAKİ HABERLERİ YAYINLA YARIN SİLİVRİ’YE KOYARLAR

Peki, gazetecilerin hiç suçu yok mu? Bu da tartışılan bir konu. Türkiye’de gazeteciler, toplumun ana hissiyatıyla her zaman örtüşmediler. Bu tüm dünyada biraz böyle aslında. Daha sol, daha kimi zaman liberal, toplumdan biraz ayrıksı, hangi kesimde olursa olsun biraz daha kendini yukarıda gören, farklı bir kitleydi gazeteciler. Fakat Türkiye’de, toplumun değerleriyle kimi zaman kavgalı bir fotoğraf çizdi. Bunu uçlardaki yayın organları için söylemiyorum. Daha sağa yakın ya da sola yakın bir yayın organının temsil ettiği kanaat üzerinden, kimi zaman açığa düşmesi kimi zaman ortalamayı ıskalaması normal, çünkü ortalamayı tutturmak gibi bir iddiası yok. Fakat Türkiye’de ana akım medya hep kimi desteklediyse toplum tersini yaptı. Bugün de bu böyle. Bugün ana akım dediklerimizin son yerel seçimde neyi destekledikleri ortada. Uzun yıllar gazetecilik yaptın, farklı kurumlarda bulundun ve genel olarak ana akım medya içerisinde yer aldın. Gazetecilerin suçu yok mu? Gazeteciler toplumu gerçekten doğru okudular mı?

Tek başına gazetecileri o süreçteki yanlışlara bağlamak ne kadar doğru olur emin değilim, çünkü farklı toplumsal yapılardan gelen insanlar. Bunlar medyanın içerisinde uzaydan düşmediler ya da medyada insanlar sınavla alınmıyorlar. Belli kesimlerin, daha liberal daha sol kesimlerin şansları olduğunu da söylüyorsun. Evet, benim çalıştığım dönemde de böyle bir yapı vardı. Annem de yaptığım yayınlardan dolayı beni eleştirmişti. Sen de eleştirebilirsin. Ama o günkü siyasi yapıyı, o günkü baskıları da göz ardı etme. Bunları bugünden konuşmak, o günü eleştirmek biraz kolay olabilir ama bugün yapılanları bugün eleştirdiğimizde bence daha değerli. O gün yaptıklarımızı da o gün eleştirmeliydik.

Farklı siyasi kaygılar, patron baskıları, başka birtakım kuruluşların baskıları olduğu o dönemde de buna teşne olanlar vardı, buna tam olarak teslim olmayanlar da vardı. Bunu da teslim etmemiz lazım. Bugün de bu yapıya tam olarak teşne olanlar var; kraldan çok kralcı olanlar var, tümüyle bu meseleye kendini teslim etmeyenler var. Yani Roboski’deki 30 küsur insanın hayatını kaybetmesine ilişkin haberi veremeyen bir Türkiye medyası var. Bu haberi veremedi. Bu haberi verdiği zaman başına ne geleceğini bilemedi. Geçmişte bu kadar yoktu. Köy boşaltıldı haberlerini 1993’te ATV’de çatır çatır verdik. Büyük kavgalar edildi ama verildi. Bir kere o dönemde patronlar biraz daha gazeteciydi.

Bugün tamamen gazetecilikten uzaklar ve asla böyle bir şeye inanmıyorlar, tamamen bir propaganda makinesi olarak bakıyorlar. İşkence haberlerini, intihar haberlerini verdik; bunlar en zor haberlerdi. Bundan birkaç sene evvel, doksanlarda ATV’de yayınlanmış haberlere baktım; bugün yayınla, aynı gün seni Silivri’ye koyarlar. Geçmişe baktığın zaman biraz daha aydınlık. Tümüyle pirüpak demiyorum ama biraz daha aydınlık. Bugün hem patronlar açısından hem de bu işe teşne gazeteciler açısından daha karanlık. “Merkez medya” dedin. Şu anda merkezde kim var? Biz Gazete Pencere’yi çıkarırken merkezde olmak istedik. Merkezde her siyasi görüşe aynı mesafede olmak istedik ama biz bile tamamen merkezde sayılır mıyız bilmiyorum ama şu anda merkezde medya kalmadı.

BUGÜN BASTIĞINI EZEBİLECEK BİR GÜÇ VAR

Toplumun kutuplaşmasıyla beraber, ister istemez medya da toplumun ayrıştığı kutuplara doğru gitti. Bu gazeteciler de bu ülkede yaşıyorlar ve bir yere doğru evriliyorlar. Türkiye’de bugün, özellikle yeni kurulan partilere dönük olarak şöyle bir şey söyleniyor: “Özeleştirinizi yapın. Siz eskiden neleri yanlış yaptığınızı söyleyin, insanların karşısına öyle çıkın” deniyor. Bununla ilgili toplumun daha geniş bir kesiminin elini taşın altına koyması gerekmiyor mu? Çünkü bu ülkede HDP ve öncesindeki partiler kapatılırken de, Refah Partisi kapatılırken de iddianameler gazete kupürlerinden oluştu. Birçok insan bugün yargılanırken de gazete kupürlerinden oluşuyor. Bugün bunu yapanları eleştiriyoruz. Büyükada’daki toplantı üzerine casusluk davaları çıktı, altı boş oldu, iddianame tümüyle gazete başlıklarından oluşuyor. Bunu bugün eleştirenlerin önemli bir kısmı da daha önce yine iddianamelere kupür olacak haberlere imza atmışlardı. Böyle bir özeleştiri sürecinden geçti mi? Medyada, “Evet, biz yanlış yaptık. Bugün bunun da bedelini ödüyoruz. Hep beraber bir makulü bulmamız gerekiyor” mantığı var mı?

Peki, orada gazete kupürleri mi hatalı, yoksa o gazete kupürlerini alıp iddianameye dönüştüren yargı sistemi mi? Hepsini birlikte konuşmamız gerekmiyor mu?

Tabii ki birlikte konuşmamız gerekiyor. Şu anda gazetecileri konuştuğumuz için. Yoksa bir yargı mensubuyla otursak çok daha başka şeyler de konuşuruz.

O da oraya çıkıyor. Senin yargı sistemin doğru dürüst işlemiyorsa, o dönemde de bu dönemde de hata yapıyor. O haberleri yapanları savunduğum için söylemiyorum, o haberler maksatlı da olabilir. Her dönem bu tip maksatlı haberler yapıldı, her dönem bir şeylere hizmet eden haberler, bir şeylere hizmet eden gazeteciler vardı. Burada özeleştiriyi onlar adına yapmak da doğru olmaz. Dönemin temiz olduğunu da iddia etmiyorum ama bugünkü kadar sorunlu bir dönem yaşandığına ben rastlamadım. Ben hep merkezde çalıştım. Çizginin uçlarında olan insanlarla ilişkim hep vardı, konuşabilirdim, gazetecilik üzerinden de değerlendirme yapabilirdim. Bugün öyle bir şey de yok, ortada böyle bir diyalog da kalmadı. Herkes bulunduğu mevziiyi koruma peşinde.

Şu an görev yapan gazetecilerin hiçbirinin gece yattıklarında yastığa kafayı rahat koyduğunu düşünmüyorum, çünkü bu insanlar da okuyorlar, çiziyorlar, bakıyorlar, değerlendiriyorlar, haksızlıkları görüyorlar ve bunların hiçbirini yansıtamıyorlar. Elbette geçmişte de böyle şeyler oldu. Burada bir anda her şey değişmiş değil. Demek ki hamur da uygundu, o hamuru buna göre yoğurulmuş olarak kabul etmek lazım. Ama geçmişte böyle bir güç yoktu ortada. Yani bastığı zaman ezebilecek bir güç yoktu. Bugün, bastığı zaman ezebilecek bir güç var ve bu gücün bu kadar kuvvetli olduğunu gören bir yapı var. Zaten o güç de sistemi ona göre şekillendiriyor. Bu o kadar endişe yaratmış durumda ki, arkadaşlarımızdan biliyoruz, artık nasılsa girmeyecek diye haber merkezlerine haber gelmez vaziyette.

Bu yaşanabilecek en büyük çürümüşlük. Onun için biz hiçbir şey göremiyoruz. Çünkü herkes, “Yarın bakarız, bugün de geçsin” yaklaşımıyla devam ediyor. Bugüne kadar çalıştığım hiçbir kurumda, karşımda haber varsa kayıtsız kalmadım. Patron benim yaptığım bir habere kızmadı mı, kızdı. Yöneticilerim koşarak kıpkırmızı suratlarla odama gelmediler mi, geldiler. Ama ben o haberi verdim; bir kere verdim, iki kere verdim, üç kere verdim, kızacaklarını bilerek verdim. Çünkü onu alıyorsun, o artık senin mayanda var. Yapıyorsun, riskini de alıyorsun. Sonrasında beni işten de atabilirlerdi, atmadılar. Ama sistemi beğenmeyerek kendi ayrıldığım kurumlar da oldu. İnsanda biraz vicdan, biraz gazetecilik etiği olması lazım. Şu anda hiçbirisi kalmadı. Sadece iktidarı destekleyen medyadan da bahsetmiyorum, buna medyanın sağından solundan örnekler verebilirim.

Muhabirler başının belaya gireceğini düşünüyor. Bugün gazetelerde, televizyonlarda yöneticilik yapanların çok önemli bir kısmı -senin tabirinle “komiserler”i, son 5 yıl içerisinde bir kenarda tutarsak- bu memlekette, bu ülkenin başbakanına, cumhurbaşkanına, hatta kimi zaman genel kurmay başkanına hemen hemen her sorunun sorulduğu bir ortamda gazetecilik yaptılar ve bugün ne kadar kimi iktidarın yanında kimi karşısında da olsa, böyle bir psikolojiyle ve usta-çırak ilişkisiyle büyüdüler. Şimdiki usta-çırak ilişkisi de, “Sakın o soruyu sorma” ya da “Neden sordun?” üzerine kurulu. Ya da gazeteci en baştan zaten bunu sormamak üzerine kurgulanarak yetişiyor. Toplumun, gazeteciliğin, Türk basınının geleceği açısından 20 sene sonraki Türk basını neye benzeyecek? Böyle bir yeni gazeteci yetiştirme nesli devam ederse sen geleceğe dair ne bekliyorsun?

Umutsuzluk olamaz, çünkü bir ihtiyaç varsa mutlaka orada arz da olur. Eğer bir haber ihtiyacı varsa -ki yüzyıllardır farklı yöntemlerle de olsa böyle bir ihtiyaç var, bundan sonra da habere ihtiyaç olacak- haber veren insanlar da olacak. Bütün bunlarla beraber bu sistem devam edecek ama ben bunun bir geçiş dönemi olduğunu da düşünüyorum. Belki gazeteci anlamında o geçiş döneminde bu zorluklar devam edecek ama bir yerde duracak. Bunu kapatma imkânı yok.

Her şeyi kapatsan, gazetecilerin hiçbirine eğitim vermesen, hepsinin zihnini sıfırlasan bile kulaktan kulağa bile insanlar birbirlerine haber verecekler, bir şekilde devam edecekler. Bu engellenebilir bir şey değil. Burada yetkililer, karar verenler tarafından yeldeğirmenlerine karşı büyük bir savaş verildiğini de düşünüyorum. Sonuçta bu haber bir yol buluyor. Su akıyor ve yatağını buluyor. Bir kimya bozukluğu var, bu kimya bozukluğunun gazeteciler üzerindeki etkisi, gelecek kuşaklarda yaşanabilecek sorunlar var.

Okulların da bu işte çok etkili olmadığını görüyorum ama merak eden, angaje olmadan bu işi devam ettirmek isteyen birtakım az da olsa gazeteciler de deyim yerindeyse tırmalıyorlar. Bu işleri yapmaya çalışıyorlar, ben onun yeterli havuz olduğunu da düşünüyorum. Eğer devlet desteklemezse bu televizyonların ayakta kalabileceğini düşünmüyorum. Hangi patron, kendisinin de bir avantajı kalmazsa bu işlere yılda 3-5 milyon dolar verecek?

Bu sistem bir şekilde çökecek, devam etme ihtimali yok. Sistem çöktüğünde ihtiyaç olan haberi almak isteyenler gerçekten haber verenleri de bulacaklar, bir araya gelecekler. İnsanlar ihtiyaçlarını giderecekler, dünyada olduğu gibi para vermeye alışacaklar. Sanıyorum İngiltere’de ve Amerika’da gazetelerin internet gelirleri normal satış gelirlerinin çok üzerinde. Oraya doğru gideceğiz. İnsanlar evlerine bir şifre alıp, o şifreyle girip parasını da vererek haber veya yorum almaya alışacaklar. Bu sistem kendisini yenileyecek. Çok sıkıntı olacağını da düşünmüyorum.

Son zamanlarda yeni televizyon kanallarından bahsediliyor. Bir taraftan da Gazete Pencere gibi, iddialı isimlerle yola çıkmaya çalışan televizyon kanalları gibi ya da eskiden dar bir kitleye hitap ederken şimdi o kitleyi genişletmeye çalışan eski televizyon kanalları var. Bütün bunların bir iktidar dönüşümüne ya da toplumda bir algı dönüşümüne işaret olduğunu mu düşünüyorsun? Bunları nasıl okumamız lazım?

Şu anda Türkiye’de kamuoyunu en fazla etkileyen yayın kuruluşunun FOX olduğunu düşünüyorum. Diğerlerinin etkileme alanlarının dar olduğu görüşündeyim. Türkiye’de iktidarın karşısında birtakım kanallar var, iktidarın uygulamalarını beğenmeyen gazetecileri orada istihdam ediyorlar, oralarda konuşuluyor tartışılıyor. Ama genelde kendi mahallelerine yayın yapıyorlar. Yani toplumun genelini kapsayacak bir yelpazeyi oluşturamıyorlar. Hangi kanalı söylersem onun için geçerli bir durum. Bu çerçevede kısıldıkları yerden de çıkamıyorlar. Aslında imkânları var ama o zaman kendi taraftarlarını kızdırmaktan endişe ediyorlar, çünkü onlar da bir taraftar grubuna hitap ediyorlar. Evet, oralarda etkili olanlar, daha az etkili olanlar var ama o sınırların dışına çıktığında da kendi izleyicilerini küstürmekten endişe ettikleri için yelpazeyi genişletemiyorlar.

Biraz daha toplumun genelini kapsayacak bir yapı oluşur mu önümüzdeki dönemde, bu siyasi atmosferde çok mümkün görmüyorum. Yine herkes kendi mahallesinde bir şey yapmaya çalışıyor ve yine herkes kendi mahallesine hitap edecek görünüyor. Kendi mahallesi içindeki birtakım siyasi planlamalar çerçevesinde adım atıldığını düşünüyorum. Onun dışında gazeteciliğe çok büyük bir şey katacak mı, doğrusu büyük beklentiler içinde değilim. Kurulmaya hazırlananlar, kuruluş için girişimde bulunanları duyuyorum ama genel olarak Türkiye’yi kapsayacak bir organizasyon beklentisi içinde değilim.

Medyanın dışında her gün birçok sivil toplum kuruluşu temsilcileri, gazeteciler, siyasetçiler, profesyonellerle mülakatlar yapıyorsun. Bunu da bugün yapmaya başlamadın, 20 yıldır yapıyorsun. Toplumda bir siyaset anlayışının dönüştüğüne dair bir kanaatin var mı? Türkiye bir çıkış arıyor mu? Bu çıkışa dair sen umutlu musun, böyle bir şey bulunabilir mi? İnsanlardan aldığın elektrik ne?

Bazen umutsuzluğa kapılmadığımı söylersem yanlış olur, çünkü pozisyonlar çok değişmiyor. Zaman ilerliyor, toplum değişiyor, talepler farklılaşıyor ama pozisyonlar aynı. Bir kalıp var, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler veya siyasetçiler o kalıbın içinde kalmış. Bunları görüp şaşırıyorsun, çünkü ihtiyacı görüyorsun.

Hepimiz bu toplumun içinde yaşıyoruz. Ekonomide, hukukta, insan haklarında, basında, ifade özgürlüğünde, yargıda sorunlar var ama belli alanlarda uzlaşmaya yakın durma gayretini de seziyorum. En azından biraz daha normalleşebilmek için belli alanlarda taviz vermeye hazırlıklı görüyorum. Ama bunun daha hızlı olmasını, insanların farklı etnik kimliklerde, farklı siyasi görüşlerde olsalar bile diyaloğa daha açık olmalarını beklerdim.

Yeni siyasi partiler kuruluyor, oralarda da karşıdan beklenen şey bir yönetebilme kapasitesi. Türkiye o kadar uzun zamandır AK Parti tarafından yönetiliyor ki sanki başka biri geldiğinde sistem kafasına çökecekmiş gibi bir algı var. “Var olan düzeni biz arayacağız, bundan daha kötü olabilir mi?” diye bir endişe var. Dışarıda olanların, bu sistemden memnun olmayanların yapması gereken en önemli şey, kapasitesinin olduğuna sokaktaki adamı inandırabilmek, bugünden daha kötü olmayacağına ikna edebilmek. O konuda son zamanlarda bir başarı olduğunu görüyorum.

Cumhuriyet Halk Partisi açısından baktığında da şu anda içerisinde kalıpları birazcık zorlayan siyasetçiler var, hatta alternatifli olarak da var. Yeni kurulan partiler var, onlar biraz daha özgüven kazandılar. Bunlar aslında geleceğe ilişkin umut verici gelişmeler. AK Parti düşecek diye mi umut verici, hayır ama şu sistemin artık bu şekilde işlemeyeceğini bütün topluma ve aynı şekilde AK Parti’ye anlatabilme ortamının oluşuyor olmasından dolayı umut verici. Yoksa seçimlerde bakacağız ama AK Parti’nin de AK Parti’de siyaset yapanların da bu sistemin böyle yürümeyeceğini böyle görmeleri lazım. Çok sesli bir ortamı son dönem siyasette bu açıdan değerli ve önemli buluyorum.

GAZETE PENCERE KOLAY OLMADI, HALA DA DEĞİL…

Gazete Pencere bu hafta 1 yılını doldurdu. Bir kere niye böyle bir gazete çıkardın? Yıllarca ana akım medya çalıştın, normalde televizyoncusun. Görsel iletişim üzerinden yola çıktın. İnternet siteleriyle ilişkin oldu, uzun bir süre radyoculuk yaptın, YouTube kanalın var ve bir gazete çıkardın. Sende niye bir gazete çıkarma ihtiyacı doğdu?

“Kötü ev sahibi insanı mal sahibi yapar” diye bir laf var. Sistem kötü olunca kendin yol arıyorsun, söyleyeceğin bir şey varsa onu söylemenin formüllerini arıyorsun. Büyük televizyonların hemen hemen hepsinde çalışmışlığım var. Sonrasında geldiğimiz nokta, biraz daha sistem sıkıştıkça bizi kenara attı. En son CNN’den sonra Artı 1’den de ayrıldıktan sonra televizyonda çalışma imkânı olmayınca bir radyoda bu işi yaptık. Aslında hep habercilik yaptığımız için, yaptığımız yerlerde de dikkat çekici oldu. Radyodan ayrılmam da siyasi sebeplerle, editoryal bağımsızlığa müdahale sonucunda oldu.

“Bir şey yapmak lazım, ben gazeteciliği bırakacak değilim. Türkiye’de bu alanda ciddi bir boşluk var” diye düşünüyorum ama o yaptığımız şey de aynı zamanda hayatımızı idame ettirmeli; bana bir para kazandırmalı, ben evime ekmek götürebilmeliyim, birlikte hareket ettiğimiz arkadaşlarımızı da geçindirmeli. Bu Türkiye’de çok alışılmadık bir şey.

Zaten herkes gazetelerden şikâyet ediyor, gazeteyi bayiden alan insan sayısı çok az ama Türkiye’de yazılı bir kültür de var. “Biz bunu iki türlü avantaja çevirebilir miyiz?” diye düşündük. Hem yazılı alandaki bu boşluğu dolduralım hem de aynı zamanda abonelikle buradan bir gelir yaratalım ve bir sistem oturtalım, belki Türkiye’de yeni bir şey olur, aynı zamanda bu mesleğe de bir katkımız olabilir diye düşündük ve yola öyle çıktık. Bunu hem YouTube’da yaptık hem de aynı zamanda gazeteyle yapmaya çalıştık. Şimdi 1 yılı doldurduk.

Kolay olmadı ve hâlâ hiç kolay değil. Önümüzdeki ay maaşları ödeyebileceğiz ama bir sonraki ay ne yaparız diye hâlâ düşünüyoruz. İkinci yıla gelebilirsek de eminim ben bir sonraki ay ne yapacağız diye düşünerek geleceğiz. Ama bir yerde artık bunun biraz daha yaygınlaşma umudunu hep taşıyorum, çünkü sadece habercilik yapıyoruz, hiçbir angajmanla iş yapmıyoruz.

Gazetecilik anlamında Gazete Pencere’nin performansını nasıl değerlendiriyorsun? Manşetler, haberler, profesyonel editoryal kalite Türkiye’nin ihtiyacına karşılık verme noktalarında nerede görüyorsun? İkincisi de mali portre olarak o dediğini karşılayabildi mi?

Aslında mali portre senin kaliteni de belirliyor. Bizim bir mesleki geçmişimiz var, bu işin nasıl yapılacağını üç aşağı beş yukarı biliyoruz; oturduğumuz zaman haberleri yazabiliyoruz, manşetlerimizi atabiliyoruz ama bir kişinin iki kişinin tek başına yapabileceği bir iş değil. Daha fazla insana, daha çok akla ihtiyaç var ama bunu da gelirin belirliyor. Gelir dar olunca da daha az insanla, kol gücüyle bu meseleyi halletmeye çalışıyorsun. Daha çok emek yoğun devam ettiğimiz bir durum. Tabii ki kalite istediğimiz düzeyde değil.

Kalite dediğin şeyi şöyle hayal ediyorum: Gazete Pencere’nin Ankara’da dört tane muhabiri olsun, gitsin Sağlık Bakanı’na, “Kardeşim senin bu yardımcın 2 sene içinde 20 tane makaleyi araştırmayı nasıl yaptı? Bunun altına imza atmak doğru mu, etik mi? Hem izni veriyor hem de makalelerin ikinci sırasına kendi ismini yazdırıyor, nasıl oluyor bu mesele?” diye sorsun bir muhabirim, bunu istiyorum. Ya da ekonomiyle ilgili bir gelişme olunca Berat Albayrak’a veya başkasına sorsun, birtakım raporlara ulaşsın ve oradan haberleri yapsın, okuyucuyu daha detaylı bir şekilde bilgilendirsin istiyorum.

İstanbul’da üç dört tane muhabirimiz olsun, gitsin alanda hem dert dinlesin hem haber kovalasın istiyorum. Kalite ancak böyle gelebilir. Bir yazı işleri olsun, üç kişi dört kişi hangi haberi manşetten verelim diye tartışsınlar ve salt habercilik üzerinden yapsınlar. İstemeye geldiğim zaman çok şey istiyorum ama şartlar o isteklerimizi karşılamıyor.

Umudumuz var. Çalışan herkes de aynı şekilde o heyecanla devam ediyor. Yapabilir miyiz, o da okuyucuya bağlı bir iş. Eğer okuyucu bizi kabul ederse, desteklerse, daha doğrusu burada destek kelimesini çok doğru bulmuyorum. Buna ihtiyaç duyarsa diyelim, çünkü bir emek var; sadece destek değil bu, bir haber satın alıyor, bir tecrübeyi satın alıyor.

Habere ulaşmak bir ihtiyaç, bu ihtiyaca karşılık veren yapılar var ve bunun oluşturduğu bir etkileşim var. Bir vakıf ve vakfa verilen destek değil mesele.

Tabii, değil. Onun için o destek kelimesinin de sıkıntılı olduğunu söylüyorum.

BU BİR YAŞAM BİÇİMİ BİRAND HABER BÜLTENİNDEN ÇIKIP HAYATINI KAYBETTİ

Bu kadar yaşanandan sonra, “Bu mesleğe girmeseydim” der miydin? İşsiz kalmak var, mücadele etmek var, bir gazeteyi ayakta tutmaya çalışmak var. Yapılanlardan bir pişmanlık var mı ya da başka bir iş yapabilirdim diyor musun? Ya da “Bu gazeteciliği farklı yapsaydım, bu eziyeti niye çekiyorum? Bugün aynı mesleği yapıp daha iyi şartlarda, farklı yerlerde olanlar var” diyor musun? Ya da “Demek ki bu kadarmış kısmetim, ben de bir yerde nokta değilse de noktalı virgül koyarım” mı diyorsun? Kişisel hikâyen nerede?

Bunu çocuklara da söylüyorum: Başka hiçbir meslekte kendimi düşünemiyorum. Gazeteciliğe başlamadan önce ticaretle uğraştım, seyahat acentemiz vardı. Boyumun ölçüsünü aldım. Gerçekten başka hiçbir meslekte kendimi böyle ifade edebileceğimi düşünemiyorum. Son derece mutluyum. Geriye baktığım zaman, CNN’in haber koordinatörlüğünü bırakan iki kişiden biriyim.

İstifa edebilmek, vazgeçebilmek kendine güven işi, gerçekten de kendime güvendim. “Bu işi başka yerde başka şekilde devam ettirebilirim” dedim. Evet, zor oldu ama bu hazzı başka hiçbir meslekte edinemezdim. Bu mücadele de beni gençleştirdi. Tam emekliliğe yakın döneme denk geldi. İnsana enerji veriyor. Bu işi yaptığıma çok mutluyum. Gazete Pencere için de çok mutluyum, çünkü hiç yapılmamış bir işi yaptık ve 1 yıl geçti. 1 yılın sonunda önünü görüyorsun, insanlardan telefonlar alıyorsun, çok keyifli bir iş. Bu işi yapmak isterdim. Geçmişe döndüğüm zaman da, Erdoğan’a o soruyu sormasaydım sonra CNN’den ayrılınca başka yerlerde çalışabilir miydim? Hiç böyle bir pişmanlık duymadım. Gazetecilik ilişkisi dışında bir ilişki kurmadım kimseyle. Şu anda da aynı şekilde devam ediyorum. Artık emeklilik vaktim de geldi, biterse de biter. Ama yazmaya devam ederim. Bu bir yaşam biçimi. Mehmet Ali Birand, ana haber bülteninden gidip hayatını kaybetti. İnsana enerji veren bir husus bu.


 

Editör: TE Bilişim