Hani şu güzel ülkemizde bazı tuhaf olaylar, hareket ve davranışlar oluyor da onların resimlerini sosyal medyada paylaşarak altına “Başka ülkede yaşayamam” diye yazıp dalga geçenler oluyor ya, son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı ve o makamı temsil eden Başkan da o duruma düştü/düşürüldü. Daha doğrusu o duruma düşen bizzat Başkan’ın kendisi oldu. Oldu da, derdi bizi bulunca saygın, itibarlı bir makamın ne duruma düştüğüne, düşürüldüğüne yanıyoruz. Tam da biz böyle hayıflanıp dururken, görev süresi dolan o kişi aynı makama tekrar atanmasın mı?

YAZARIN TÜM YAZILARINI OKUMAK İÇİN TIKLAYABİLİRSİNİZ!

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacı ile görev ve yetkilerini hatırlayıp hatırlatmanın tam da yeridir şimdi:

TC Anayasası Madde 136: "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir"

Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş ve görevleri hakkındaki 633 Sayılı Kanun, Madde 1: "İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din hususunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek"

Kanunlarımızın Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği görevin özü yukarıdaki maddelerde belirtiliyor da durum nedir? Başkanlık bu görevlerini eksiksiz, yansız, tarafsız, “bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak”, hak hukuk ölçülerine ve Allah’ın emirlerine uyarak yerine getirmekte midir?

Ne yazık ki şahıs olarak bu konuya “Evet” diyemiyorum. Millet olarak da buna, olumlu bir cevap verilemediği ortada. Çünkü:

“Din hususunda toplumu aydınlatma” görevinin yapılmadığı/yapılamadığı açık seçik ortada. Bu görev yerine getirilmiş olsaydı ülkemizde ahlâksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk, adam kayırma, ırza geçme, çocuk tacizleri, hırsızlık, kul hakkı yeme, lükse, israfa, şatafata yönelme böylesine artmaz, en azından “dindar” olarak bilinenler bu konuda örnek olurlardı.

Diyanet İşleri Başkanlığ asli görevini yapmalı, yatırımcı Bakanlıkları bile kıskandıran bütçesi ve kadro zenginliğine rağmen memlekette bütün bunlar oluyor ve giderek artıyorsa Başkan ve atama yapanlar düşünüp ona göre tavır almalı, o makama getirmek için de tıpkı geçmişte örnekleri görüldüğü gibi herkesin saygı göstereceği nitelikte politize olmayan, siyasete boyu eğmeyecek ilim sahibi bir zat aranmalıdır.

Geçmişte bunun örnekleri vardır ve içlerinde sonradan siyasete atılanlar bile olmasına rağmen hiçbiri bu duruma düşmemiş, kurumun yıpranmasına ve yıpratılmasına yol açacak davranışlarda bulunmamışlardır.

Önce Osmanlı döneminden bir örnek verelim. Aynı zamanda şair olan ve yedi iklim dört cihana hükmeden Muhteşem Süleyman, Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki ağaçları saran karıncalara çare ararken onları ortadan kaldırmanın vebali olup olmayacağını Şeyhülislam’ına sorar:

“Dırahtı ger sarmış olsa karınca/Zarar var mı karıncayı kırınca?”

İşte Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin cevabı:

“Yarın Hakkın divanına varınca/Süleyman’dan hakkın alır karınca!”

Başka örnekler elbette var da, gelelim Cumhuriyet dönemine:

Milli Mücadele yıllarının ilk döneminde Ankara Müftüsü ve Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Börekçi, oluşturulan Milli Ordu’nun ihtiyaçları için ileride ödenmek üzere kayıt altına alınarak toplanan altın ve paralara katkıda bulunmak için elinde avucunda ne varsa verir. Zafer kazanılıp Cumhuriyet ilan edildikten sonra kendisinden alınanları kuruşu kuruşuna, gramı gramına getirip teslim etmek isteyen görevlilere verdiği cevap herkesin kulağına küpe olacak niteliktedir:

“Ben onları kara günler için biriktirmiştim. O günler gelince de yerini bulmuş oldu, alamam!”

Daha sonra Ak Parti’den siyasete atılarak Milletvekili de olan Tayyar Altıkulaç milletimizin her kesimi tarafından saygı gören bir Diyanet İşleri Başkanı idi. Ali Erbaş tekrar aynı göreve atanınca, yaş olarak yetmişine merdiven dayamış olan emekli bir akademisyen arkadaşım şunları söyledi: “Tayyar Altıkulaç Diyanet İşleri Başkanı iken Almanya’da bulunuyordum. Makamında bir milletvekili tarafından tehdit edildiğini duyunca Münih Ülkü Ocağı adına protesto gösterisi düzenlemiş ve meşhur bir meydanda elimde megafonla konuşma yapmıştım. Hakkımda soruşturma açıldı ve az kalsın işimden olacaktım. Makamın saygınlığını yerle bir eden şu andaki Başkan için ise kılımı bile kıpırdatmam!”

Ne kadar acı değil mi? Yalnız Tayyar Altıkulaç değil tabii. Daha sonra CHP Milletvekili olan Lütfi Doğan bile o hoş sohbeti, insanlara olan yaklaşımı ile herkesin saygısını kazanmıştı. Süleyman Ateş, Ali Bardakoğlu gibi değerli isimler polemiklere yol açan söylemleri ve siyasete kanat açan davranışları ile değil ilimleriyle ön plana çıkıp saygı görmüşler, makamlarının itibarını korumuşlardı.

“En üstün cihat, sultana karşı hakkı söylemektir!” Hz. Muhammed.

“Sultanın sofrasına oturan âlimin fetvasına itibar edilmez!” İmam-ı Azam Ebu Hanife.

Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin Kanuni Sultan Süleyman’a verdiği cevapta bir din adamının Sultan, Padişah, Cumhurbaşkanı… Kim olursa olsun doğruyu, hak ve hakikat olanı söylemesi gerektiğini gördük. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin güçlü, kudretli Emevi ve Abbasi Halifelerine karşı tavizsiz tutumunu da herhalde bizden daha iyi bilenler vardır. Bu kadar yıprandıktan ve başında bulunduğu saygın kurumu da yıprattıktan sonra Ali Erbaş’a düşen, modaya da uygun olarak “Görevden affını istemek” olmalı idi.

Dört yıllık süresi boyunca üzerine vazife olmayan işlerde bile fetva vermeye kalkan ve bir dört yıllık süre için yeniden atanan Başkan sanki Diyanet İşleri Başkanı değil de Siyaset İşleri Başkanı gibi siyasi polemiklere sebep olmaktadır. Siyasete malzeme olmak ve her konuda ahkam kesmek Diyanet İşleri Başkanı sıfatı taşıyan birine yakışmaz. “Şu haramdır bu haramdır” diyerek Kur’an-ı Kerim’de temeli olmayan çıkışları ve iktidara hizmet olarak değerlendirilebilecek bazı görüşmeleri yetmezmiş gibi, Diyanet bütçesi ile basılan bir kitabında selamlaşma konusunda yazdıkları da hoş değil. Günaydın demeyi cahiliye âdetine benzetmesi “Artık bu kadar da olmaz” dedirtti ve normalde karşılaştığı kişilere, arkadaşlarına “Selamun aleyküm” diyenler bile artık “Günaydın/Tünaydın” demeye başladılar. Buna kaş yapayım derken göz çıkarmak ve toplum içerisinde ayrıştırmaya, daha ileri bir söyleyişle fitneye sebep olmak denmez de ne denir?

Cahiliye dönemi Arapları “Sabahın hayat bulsun” diyorlarmış da, Günaydın demek onu taklit etmekmiş! Biz cahiliye dönemi Araplarını kaba saba kişiler olarak biliyorduk. Demek böyle nezaketli bir yönleri de varmış; Başkan sayesinde bunu da öğrenmiş olduk! Oysa Günaydın ne kadar güzel bir kelime. Söylemesi hoş, anlamı güzel: Gününüz aydın olsun, güzel geçsin! Çok güzel bir temenni, çok hoş bir dua. Zaten Kur’an-ı Kerim’de istenen de bu değil mi? Selamın Arapça anlamı “Esenlik, barış, kurtuluş.” İslamiyet’ten önce Yahudilerin de kullanageldikleri “Şalam aleyküm/Selamun aleyküm ise “İyilik, esenlik, barış ve güven üzerinize olsun” demek. Peki, “Günaydın = Gününüz aydın olsun, güzel geçsin” demenin bundan ne farkı ve kime ne zararı var?

Kur’an-ı Kerim’de “Namaz”, “Oruç” kelimeleri geçmiyor. Bu kelimeler adeta bir kudsiyet atfettiğiniz Arapça’da da yok. Her ikisi de Farsça. Günaydın kelimesini cahiliyeye bağlayan mantığa göre “Namaz Kılmak”, “Oruç Tutmak” tabirleri de din dışı olmuyor mu? Onların yerine niye, niçin, neden “Salata kalkmak”, “Savma kalkmak” ya da “Salat kılmak”, “Savm tutmak” denmesini istemiyorsunuz?

Demek ki her işin bir yakışığı var. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Göklerin ve yerin yaratılışı ile DİLLERİNİZİN VE RENKLERİNİZİN FARKLI OLUŞU DA O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için ibretler vardır. Fakat BUNU ANLAYACAK OLANLAR İLİM SAHİPLERİDİR.” (Rum Suresi, Ayet 22)

“Dillerimizin farklı oluşu” Allah’ın takdiri olduğuna göre Arapça’ya niye kudsiyet atfediyor ve selamı bile Arapça olarak vermek için zorluyorsunuz? Ayetteki ikaza da dikkat ediniz lütfen: “Fakat bunu anlayacak olanlar ilim sahipleridir!”

Bu ayet anlaşılmamışsa şu da mı yetmiyor acaba?

“Her Peygamberi ancak içinde bulunduğu toplumun diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın!” (İbrahim Suresi, Ayet 4)

Demek ki ne imiş? Peygamberimiz Arap toplumunun içinden çıktığı için Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak gönderilmiş. Türkiye’den çıksa idi Türkçe, Almanya’dan çıksa idi Almanca, İngiltere’den çıksa idi İngilizce gönderileceği açık ve net değil mi? “Düşünesiniz diye size ayetleri açıkladık.” (Hadid Suresi, Ayet 17). “Hala düşünüp öğüt almayacak mısınız?” (Secde Suresi, Ayet 4) “Andolsun Biz Kur’anı düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” (Kamer Suresi, Ayetler 17, 22, 32, 40)

Cenab-ı Allah he şeyi açık seçik anlatmış. Ben başka ne diyebilir, ne yazabilirim ki? Kimseye öğüt verecek salahiyetim de yok, aciz bir kulum.

Günümüzde kılık kıyafette, yeme içmede cahiliye adetlerini yaşatanlar var ve bunları dinde varmışçasına Peygamber Sünneti diye aktarabiliyorlar. “Din adamı” ya da “Din görevlisi” diye adlandırılanlarda bile birtakım cahiliye âdetini dinin içinde sananlar var. Bizzat şahit oldum ey Başkan, “Demokrasi küfürdür” diyen, “Kız çocuklarınızı okula göndermeyin” diye vaaz veren kadrolu İmamınızı gördüm ve işittim. Durumu da dilekçe ile Makamınıza iletmiştim. Onlara bir şeyler söyleyecek, bu tür saçmalıkları önleyecek yerde nelerle uğraşıyorsunuz! Hal böyle olunca da insanların dine bakışı, saygısı, sevgisi azalıyor, inanç zafiyeti had safhaya ulaşıyor ve siz bunu fark etmiyor, edemiyor, üstüne üstüne gidiyorsunuz. Yazıktır, günahtır. Son günlerde artan bu tür beyanatların muhalefet partileri için bir tuzak olduğunu söyleyenler de var ki bu ateşle oynamaktır, yangına körükle gitmektir ve elbette vebali çok ama çok büyüktür:

“Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların Ahirette bir payları yoktur. Allah Kıyamet Günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır.” (A’li İmran Suresi, Ayet: 77)

Allah hiçbirimizi verdiğimiz sözü “az bir paraya/menfaate satanlardan” eylemesin. Son olarak, selamlaşmanın bile Arapça olmasını isteyenlere Arapların kullandığı bir nasihat cümlesi gönderelim bakalım. Umulur ki ders alırlar:

“Şerefü’l mekan, bi’l mekin!” Makamın şerefi o makama oturan insandan gelir. Yani o kişi oturduğu makamın hakkını vermek ve ona layık olmak zorundadır!

Editör: TE Bilişim