Bir grup gazeteci ile birlikte Çin’in davetlisi olarak “Ye, iç, Gül, Eğlen, Keyfine Bak” babında, “Gölgesinden Korkan Dev” olarak isimlendirdiğim o vahşi ülkeye giderek lüks otellerde ağırlanıp lüks arabalarla onların istedikleri yerleri gezip geldikten sonra Haber Türk yazarı Muharrem Sarıkaya da döktürmeye başladı. 16 Kasım’da yayınlanan birinci yazısı yağlama yıkama ve okuyucularını Çin’e hayran bırakma amacına yönelikti. Oralarda verdiği pozlardaki mutluluğu da zaten her şeyi anlatıyordu.

Devlet organı durumunda olan Anadolu Ajansı da dâhil, daha önceleri yine aynı maksatlarla Çin’e davet edilenler dönüşlerinde neler yazmışlarsa Sarıkaya da onları yazıyor. Oysa artık gazetecilikte “duayen” sayılabilecek yaşa ve tecrübeye sahip olan biri Çinlilere, “Arkadaş ben sizin yönlendirmelerinizle sizin istediğiniz yerlere gitmek istemiyorum. Onun için, Pekin’deki Sosyal Bilimler Akademisi’nin Sincan Enstitüsü’ndeki bilgilendirme toplantınıza da katılmayacağım. Eğer istediğim zaman istediğim yere gidip inceleme, resim çekme ve röportaj yapma özgürlüğüm olacaksa ülkenize ancak öyle gelebilirim. Ülkeniz hakkında çok kötü şeyler söyleniyor ve bizleri tiksindiren haberler geliyor. Eğer bu konuda bir endişeniz yoksa tarafsız gözle ve rahatça hareket etmeme izin veriniz. Vermiyorsanız kusura bakmayın, gelemem” demeli, diyebilmeli idi. Ne yazık ki bunu diyememiş ve Çinlilerin tarihten gelen “Tatlı dili, yumuşak ipeği/günümüzde dijitallerine” hayran olup, 17 Kasım’da yayınlanan yazısında, bütün dünyanın “Toplama Kampı” olarak nitelendirdiği zulüm ve işkence merkezlerini “Eğitim Merkezleri” olarak adlandırıveriyor! Yuh be Sarıkaya, yuh!

Çin güya, bu bölgenin kalkınması için adeta seferber olmuş da insanlara “Mesleki eğitim” veriyormuş! Bunun için de öncelikler “Terörle Mücadele” ediliyormuş. “Polisiye tedbirlerin arttırılması”, “Geniş Islah” ve “Hayat Şartlarını İyileştirme” Projeleri işte bu yüzdenmiş.

Sarıkaya ve beraberindekiler Çinliler tarafından yedirilip içirildikten sonra yine onlar tarafından tayin edilen/önceden hazırlanan 250 kişilik bir kampa götürülüyorlar. Kampta üç grup insan varmış: “Doğrudan teröre karışıp ceza alanlar”, “Teröre yardım ve yataklık yapıp az ceza alanlar” ve dikkat, “Terörist olma ihtimali olanlar!”

Bu heyet haliyle üçüncü grubun bulunduğu bölüme götürülüyorlar ve ilk iki bölüm gösterilmiyor.

Muharrem Sarıkaya, Çin’de din ve vicdan hürriyetinin olup olmadığını bilmeyecek kadar toy bir gazeteci olmadığına göre, Uygur Türklerine ait pek çok camide ibadetin yasaklandığını, evlerde Kur’an-ı Kerim ve başka dini kitap bulundurmanın “suç” teşkil edip toplama kamplarına tıkılma sebebi oluşturduğunu, kutsal kitabımızın polisler tarafından tekmelendiğini, biliyor olmalıdır. Yine tecrübeli bir gazeteci olarak, birinci ve ikinci grupta olan “suçluların” bulunduğu bölümleri de görüp oralarda kalanlarla görüşmek istediğini bildirmeliydi. Bunu yapmayıp da üçüncü grupta kalanlarla konuştuğunu yazması gazetecilik değildir. Kaldı ki, o bölümde konuşma imkânı bulduğu kadın soydaşımıza sorduğu soruya verilen cevap aslında her şeyi anlatıyor:

  • Kampa gelmenize kim karar verdi?
  • Bizim köydeki polis!

İşte durum bundan ibaret Sayın Sarıkaya. Savcı değil, hâkim değil, bağımsız yargı kararı

Yok, keyfilik var. Yani, “Gözünün üstünde kaşın var” meselesi.

Oysa Kazak asıllı oldukları için Çin’in o toplama kamplarından kurtarılıp çıkarılanlara ulaşmak daha kolaydı ve onlardan daha sağlıklı bilgiler alınabilirdi. Açık açık her şeyi anlatıyorlar. Mesela Gülbahar Celilova… Şuracık’ta İstanbul’da bulunuyor. Videoda anlattıklarını bir de gidip kendisinden dinlemek bir gazeteci için hiç de zor olmasa gerek. Keza o kampların en ağır işkencelerine maruz kalan ve yine Kazakistan tarafından kurtarılan Ömürbek Bekali de ülke ülke dolaşıp orada yaşadıklarını anlatıyor.

Bir yıl önce, 4 Kasım 2019 tarihinde Türk Ocakları Genel Merkezi tarafından Ankara’da düzenlenen “Doğu Türkistan’da İnsan Hakları İhlalleri” konulu Panelin konuşmacılarından biri de Ömürbek Bekali idi. Panel sonunda onunla görüşme fırsatı bulmuştum. Çok heyecanlı ve duygu yüklü idi. Fazla yormadan konuştum.

  • Ömürbek, kısaca kendini tanıtır mısın?

“30 Nisan 1976 tarihinde Turfan’ın Piçan kasabasında doğdum ve Pekin Milletler Üniversitesi’nden mezun oldum. Annem Uygur, babam ise Kazak Türkü. 3 bayan, 3 de erkek kardeşiz. Babam, annem ve diğer kardeşlerim de Çinlerin Türklere uyguladıkları işkence kamplarında idiler. Babam kampta ölmüş. Bu bilgiyi bana, her türlü tehlikeyi göze alan kardeşim iletti. (Ömürbek haliyle burada gözyaşlarını tutamadı, sonra yanında getirdiği zincirleri de göstererek devam etti) Uygur, Kazak, Kırgız demeden orada bulunan Türkler Çin tarafından tamamen katliama uğratılıyorlar. Kamplarda işte 7 kilo ağırlığındaki bu zincirlerle ellerimiz kollarımız bağlanmış olarak duruyoruz. Türkiye başta olmak üzere dünya bize sahip çıkmalı.”

  • Ne denebilir, ne sorulabilirdi? Yani dedim, açıkladıkları gibi bir eğitim kampı falan değil!

“Dışarıya karşı mesleki eğitim verildiğini söylüyorlar ama kesinlikle öyle bir durum yok; yalnızca işkence!”

  • Peki, seni ne zaman, hangi sebeple kampa almışlardı?

“Ben, Çin’den çıkıp Özgürlük aramak için 2006’da Kazakistan’a gitmiştim. Babam da Kazak asıllı idi, Kazak vatandaşlığına geçip bir seyahat acentasının temsilcisi oldum. 2017 Temmuzunda bir toplantıya katılmak için Urumçi’ye gitmiştim ki annemle babamın evine beş polis gelerek beni götürdüler. Hastanede kanımı alıp DNA’mı tespit ettikten sonra karakolda dört gün dört gece zincire bağlı olarak işkence ettiler. Sebep olarak da, hiç görmediğimiz, bilmediğimiz Suriye’deki teröristlere yardım ettiğimizi söylüyorlardı.”

  • Sonra?

“Sonra hapse/kampa attılar. 15 ila 80 yaş arasında yüzlerce, binlerce kişi orada idi ve işte şu zincirlerle bağlı idik. Tuvalet ihtiyaçlarımızı bile olduğumuz yerde yapmak zorunda idik. Oraya giren bir daha çıkamıyordu. Polisler, Uygur ya da Kazak ne olursanız olun, ‘Siz teröristsiniz’ diyorlardı.”

  • Yemek veriyorlar mı idi?

“Kamplarda, o toprakların asıl sahipleri olan bizler bir parça kuru ekmek alabilmek için Çin Komünist Partisi’ne teşekkür etmek, Devlet Başkanı’nı öven şarkılar söylemek zorunda idik. Hastalananları bile çıkarmıyorlardı ve herkes ölüme mahkûm idi.”

  • Seni nasıl bıraktılar?

“Kazak vatandaşı olduğum için daha fazla tutamadılar.”

  • Çıktıktan sonra ne yaptın?

“Artık orada duramazdım. Gidebildiğim yerlere giderek oradaki vahşeti anlatmaya çalışıyorum. Ben Hun soyundan gelen bir Türk olarak bunları anlatmayı vazife bildim ve bu yoldan dönmeyeceğim.”

  • Peki, Çin’den tehditler aldığın oluyor mu?

“Olmaz olur mu? Ama ömrümün sonuna kadar Doğu Türkistan’daki Türk soyluların hürriyet mücadelesi için çalışacağım. Yalnız, Türkiye’den yeterince tepki olmaması ve destek verilmemesi beni üzüyor. Biz Türk’üz ve Türk olarak doğduk, Türk olarak öleceğiz.”

Bu sözlerin, buralarda birilerinin kafalarına balyoz gibi inmesi gerekir de, aldıran yok. Yarın Çin yine birilerini davet eder, yine benzer senaryolar uygulamaya konur ve bizim figüranlar rollerini oynayıp burada ballandıra ballandıra anlatırlar. Hele de bazı yetkililerimiz “Sincan bölgesi istismar ediliyor”, “Çin’in toprak bütünlüğüne saygılıyız” (Oysa Çin Doğu Türkistan’da işgalci olarak bulunuyor) diye beyanat verip bir de Çin Seddin’de Kızıl Bayrağın gölgesinde poz verdikten sonra vahşi Çin bildiğinden şaşar mı?

Dileriz basiretlerin bağı bir gün çözülür de gerçekler görülür.