Minhâcından sapanın yolu hak ve hakikatle buluşmaz. Minhâcından sapmış iki cüppelimiz var; birisi hâriciyeci Davutoğlu, diğeri ilâhiyatçı Görmez...

***

Bir kere minhâcından saptı mı zihin, nereye yöneleceğini kestiremez artık. Rûzigârın önündeki yaprak gibi savrulur gider, savruk, sakîm, sakîl bir savrulmadır bu. Yalnız zihin değildir savrulan per-perîşân, zihinle ahlâk savrulur. Minhâcından koptu mu bir kez insan, insan da savrulur. O insanla birlikte hak da savrulur, hakikat de savrulur, ilim de savrulur.

Kibir onun rûzigârı olur da, Âdem de savrulur, şan-şöhret onun rûzigârı olur da liyâkat de savrulur, siyâset onun rûzigârı olur da sıfatlar da savrulur.

Süslü cüppeler onun kanatları olur da mâzi savrulur, ilkeler savrulur, kütübhâneler savrulur, kelâm savrulur, kelâmın haysiyeti savrulur.

Medhiyeler başını döndürür de vakar savrulur, haysiyet savrulur, akıl savrulur, izan savrulur, ferâset savrulur, bâsiret savrulur, mizan savrulur.

Minhâcından sapanın yolu bir daha hakikatle kesişmez, hak ile kesişmez, hakkâniyet ile kesişmez, adâlet ile kesişmez, liyâkat ile kesişmez.

Artık o başka bir yolun yolcusudur, durağı da hüsrandır.

Şan ve şöhret basamaklarındaki heyecan, yalnızlığa dönüşür son düştüğü yerde.

***

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, belki de yüz yıla yaklaşan tarihinin en buhranlı dönemlerini yaşarken, bin yıllık kardeşlik hukuku târûmar edilirken, bin yıllık güven duygusu imhâ edilirken, devletin ve toprağın bölünmez bütünlüğü pazarlık masalarında pey olarak ortaya sürülürken, eşkıyâya şımarık çocuk, eli kanlı katile barış elçisi muamelesi yapılırken, birisi hâriciyeci cüppesiyle diğeri de ilâhiyatçı cüppesiyle tarihe ve gelecek nesillere çatışma mühimmatları bırakmakta.

Okunan ciltlerce kitap, tekellüm edilen birkaç lisan, ilim, irfan, akademik kariyer de hakikatten sapmaya engel olamıyor. İpotek altına alınan siyâsî akıllar savruluyor.

Başbakan Davutoğlu,  “Dersim Kerbelâ’dır...”  diyor. Bu hezeyânın içinde, Seyit Rıza da Hüseyin mi oluyor?

Bu nasıl bir belâgat şehvetidir, bu nasıl bir aymazlıkır? Bu nasıl bir câhilliktir?

Eğer belâgat şehveti, aymazlık, boşboğazlık ve câhillik değilse, bu nasıl bir ihânettir?

Seyit Rıza dindar olduğu için değil, mazlum olduğu için değil, seyyit olduğu için değil, Alevî olduğu için değil, eşkıya olduğu için değil, bölgedeki ağalık yapısının statüsünü korumak için ayaklanmış, isyan etmiş, isyan çıkarmış bir çetenin sembolü ve lideri olduğu için asılmıştır.  “Biz Osmanlıya da isyan ederdik, Osmanlıyı da arkasından vururduk, sizi de vururuz”   dediği için asılmıştır.

“Eğer ceddim Muhammed’in dini benim bedenim üzerinden yükselecekse, gelin ey kılıçlar, gelin doğrayın bedenimi”  diyen Hz. Hüseyin ile Seyit Rıza gibi bir eşkıyâyı, bir haydudu mukâyese etmek, hele hele aynı safta hizâlamak hangi akıl tutulmasının ya da hangi ‘üst aklın’ ürünüdür?

***

Ülkede, misli görülmemiş yolsuzluk iddialarıyla töhmet altında kalan bir siyâsî kadro hukuku perdelerken, hukuku yok sayarken, hukuku emrine alırken, adâleti katlederken, yetim hakkını ve beytü’l malı babalarının miras terekesi olarak görürken Allah için, hak için, hakkâniyet için, adâlet için, vicdan için, haysiyet için, hakikatin hatırı için konuşması gerekirken,  “Hırsızlık kötüdür ama mâneviyât hırsızlığı daha kötüdür”  diyerek, Peygamber Hırkasını yere serip, her bir ucundan tutup, ‘bölgede’(Güneydoğu’da) kırılan onurların tâmirinden söz ederek açılım politikasının gönüllü memurluğunu yapan Dİ Başkanı Görmez de bir başka cüppelimiz. Süslü cüppesiyle son olarak edindiği politik vazife, hükümetle İsmailağa cemaatinin arasındaki buzları eritmek. Oysa o konuştuğu zaman herkes bilmeliydi ki, konuştuğu zaman herkes anlamalıydı ki, konuştuğu zaman herkes idrak etmeliydi ki, konuştuğu zaman herkes inanmalıydı ki söylenen sözler hak ve hakikat adına söylenmiştir,  söyleyen dil hakikatin dilidir...

Olmadı... hakikati konuşmadı... konuşamadı, politik bir dil edindi kendisine...

Hakkın ve hakkâniyetin yanında değil, adâletin yanında değil, gücün yanında, otoritenin yanında saf tutmayı tercih etti...

Yetimin hakkının yanında değil, yetimin hakkına musallat olan, adâletten ve yargıdan kaçan zanlıların yanına düşmeyi tercih etti...

Demek ki kerâmet cüppede, sarıkta, lisanda, mevki-makamda, sıfatlarda, uluslararası şan ve şöhrette değil, minhacın ta kendisindeymiş, yani istikâmetin, yani paradigmanın, yani ölçünün, yani hikmetin, yani hak ve hakikatin...