Düşünce tarihinde yüzyıllardır insanlar olarak, bazı konular üzerinde düşünmeyi ve fikir üretmeyi bitiremediğimizi görüyorum.

Tanrının varlığı, kadın-erkek birleşimi ve eşitliği, üremenin lüzumu ya da tehlikesi, anlam- anlamsızlık, savaş ve barış… Fikriniz hangi yönde olursa olsun göreceksiniz ki insanlık tarihinde hiçbir görüş, bu tartışmalarda son noktayı koymaya yetmiyor. İnsan düşüncesi, düşünce tarihinin bir basamağı oluyor ama bütünün bir parçası olmaktan ileri gidemiyor. Bu tip bitimsiz konularda tartışma bitti zannedildiğinde yeni bir keşif kolu, yeni bir düşünce yolu her zaman açılıyor. Eski addedilen konular, yeni perspektiflerle işlenmeye devam ediyor böylece. 

 Bu sayılan konular içinde bazıları var ki yüzyıllardır insanlar, üzerinde devamlı konuştu ve bize öyle geldi ki bu konular üzerine söylenmemiş söz kalmadı. Peki gerçekten öyle mi? Burada insanlık ilerlerken, bazı sembolik okumaların dairesel bir ilerleyişle kadim manalarına geri döndüğünü görüyoruz. Ne demektir? Dairesel ilerleme hiç ileri gitmiyor hissi verse de bu doğru değildir. Şu örnek anlatmamı kolaylaştıracaktır, dünya güneşin etrafında bir tam tur döndüğünde her seferinde bizi bir başka seneye, bir başka zamana iletir. Anlam ve düşünce dünyasında da dairesel ilerleyiş bizi kadim başlangıç hikâyelerine yeniden döndürebilir. Ama o başlangıçlara artık bir tam tur atmış yeni gözlerle bakarız ve ilk anlamdan, ilerlememizi sağlayan yeni anlamlar çıkarırız. 

Kadın ve erkeğin duygusal ve fiziksel bağı üzerine fikir beyan ediyor olalım. Bunu kendi gözlem alanımıza giren kadınlar ve erkekler üzerinden yorumlayabiliriz. Tüm tarih içindeki ikili ilişkileri de inceleyebiliriz. Ama nihayetinde bu zamana kadarki gözlemlerinizi tersine çevirecek yeni bir kadın veya erkeğin doğmayacağını bilebilir miyiz? Öyleyse zamanın içindekiler olarak beyhude bir çaba içinde miyiz? Cevabım hayır. Yanlış bir bulgu bile sunsak, düşünce tarihinin ilerlemesine katkımız büyüktür. Bir yeni düşünür sizin eksik fikrinizden yola çıkarak işi bir başka noktaya götürebilir. Ve siz hiç olmazsa bir başka düşüncenin basamağı halini alabilirsiniz. Ortaya attığınız her iddia, doğru olsun ya da olmasın, ileriye atılmış bir oktur. Sizin düşünceniz üzerinden bir diğeri yol bulabilir. Ve bir sonraki de onun düşüncesinden…

Bu düşünce yolculuğu, insanın kendisi hakkında mutlak güç algısını kırmak için iyi bir sistemdir. Aksine Tanrısı hakkında aşkın ve mutlak güç iddiasında bulunabilir. Çünkü o, her an onda yeni bir şey keşfedilendir. Düşünce tarihi boyunca, her gün hakkında yeni bir şey söylenebilen ve doğrulanamadığı gibi yanlışlanamayandır da. Bakıldığında bu iki varlık düzlemi birbirinden keskin çizgilerle ayrılır. İnsan sonludur. Tanrı ebedidir. Bir sonlu varlığın, ebedi olanı tamamen kavraması mümkün değildir. Çünkü ebedilik, varlığın süreğen oluşudur. Bitimsizdir, dolayısıyla onun hakkında bilinecekler, söylenecekler de bitemez, tamamlanamaz. Bunu tamamen bilebileceğini düşünmek, kişinin ölümünden sonraki dünya tarihini de bileceğini iddia etmesi gibidir.
Ancak bunlar demek değildir ki insan düşünmekten geri durmalıdır. Çünkü hepimiz içinde olduğumuz mekânın ve zamanın sınırları içinde kendi aydınlanmamızı yaşamak ihtiyacındayız. Bir sokak lambası düşünelim, bu bizim kişisel aydınlanma alanımız olsun. Ve bunu aktaralım, yani sokağı aydınlatalım. O sokaktan geçmekte olan bir insan olsun, bu da anlamın ta kendisidir. Bazen karanlık sokaklardan geçmek zorunda kalmıştır çünkü her insan yaşam süresini yaşamın anlamına katkıda bulunmak için harcamaz. Nitekim bu, anlamın yolculuğunu yavaşlatmaktır. Şimdi bu aydınlık sokaktan hızla geçer ve bizden sonrakinin, bir başkasının sokağında ilerlemeyi sürdürür. Her sokağın uzunluğu ve genişliği farklıdır. Çünkü her insan farklı yaşar ve farklı yaşlarda, farklı şekillerde ölür. Bana kalırsa onun, yaşamın anlamı konusunda dünyadan ne aldığı ve ona ne sunduğu çok mühimdir.

Kişisel ilerlemesini önemsemeyen insan, üretmekten vazgeçtikleriyle evrenin ahengine nasıl zarar verdiğini bilseydi yine bunu yapar mıydı? Şüphesiz evet. İnsan, bile bile yanılandır. Şimdi bu büyük sorumluluğu tüm insanlığın sırtına yüklemenin gereğini sorgulayacaksınız. Bu büyük yükü insanlığa bölüştürmeyelim de düşünürlerin, filozofların sırtına mı yükleyelim? Yüzyıllardır olan ve muhtemelen bundan sonra olacak olan da odur. Ama konuşulan şu hesap günü, herkes için geçerlidir öyle değil mi? Öyle anlamak, her canlının sorumluluk alanına girer.

İsmet Özel: “Her insan, insanlık tarihinin taşıyıcısıdır” der ve ekler: “Ölüm, kişinin bireysel tarihinin sonudur.” Burada, yukardaki paragraftaki düşünceme bir dayanak buluyorum. Tarih içinde bile yalnızca kişisel tarihimizin sonuna kadar yer tutuyorsak, biz ancak insanlık tarihinin bizden sonrakilere ulaşması yolunda bir anlam köprüsüyüz. Ne tarihin ne de anlamın tamamıyız.

Kendi dünyamızda büyük aşklar yaşar büyük savaşlar veririz. Eğer halka mâl olmuş bir sanatçı yahut düşünür olursak, hayatımız bir film bile olabilir. Birilerine ilham olabiliriz. Birilerine ibret de olabiliriz. Kimi zaman bu ikisi iç içedir zaten. Elbette ki başkalarına göre yaşamayacağız. Ama yalnızca kendimiz için yaşamak da fazlasıyla eksik bir yaşam olmaz mı? İnsan, varoluşu itibariyle bir kadın ve bir erkeğin üremesinden meydana gelir. Henüz doğuşu itibariyle insanlığa göbeğinden bağlıdır. İçine doğduğu ailenin bir ferdidir. Tek başınalık haddizatında mümkün görünmemektedir. Tüm bu aile yapısından kendisini soyutlasa bile doğmuştur ve doğurgandır. Bir başkasına âşık olabilir. Birinden nefret edebilir ki bu da bir bağdır. Öğrenciyse öğretmene, öğretmense öğrenciye bağlıdır. Nihayetinde “Ben”i, hep bir başkasının “Ben” ine bağlıdır. İnsan, diğerleriyle var olandır. Diğerleri için var olandır. Hiçbir varlık sadece kendisi için var olamaz. Çünkü bu, varoluşun kısırlaşması demek olacaktır.