Develerin tellallığı, pirelerin berberliği, bebeklerin anne beşiklerini sallamayı bıraktıkları bir dönemde memleketin birinde “Hiçbir şey olmamışsa bile bir şeyler olmuş” da, kurucuları tarafından “Eski gömleklerini çıkarıp attıkları” söylenen bir siyasi parti “3 Y” diye adlandırılan “Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasaklarla Mücadele Edeceğiz” diyerek iktidara gelmiş. Geliş o geliş ki ülkede yolsuzluk, yoksulluk ve yasakların kalkıyor/kaldırılıyor gibi görünüp artmasına/arttırılmasına rağmen memleket ahalisi “Vardır bir bildikleri, ha bu seçim ha bundan sonraki seçim sözlerini tutacaklardır” diyerek güven tazelemeye devam etmişler.

Kimi çevreler tarafından bir “ABD Projesi” olarak kurulduğu ifade edilen bu iktidar partisinin adeta “Can – ciğer – kuzu sarması” olarak hareket ettiği bir grup varmış. Öyle ki davul bunların boynunda asılı olmasına rağmen tokmak o grubun elinde imiş. Davul ve tokmak olur da zurna olmaz mı? O da varmış tabii de sesi duyulmasına rağmen bir türlü görülmediği için nereden öttüğü ya da öttürüldüğü bilinmiyormuş. Tokmak çoğu zaman öyle güzel vurmuş davula ve zurna öyle güzel nameler çıkarmış ki değmeyin keyiflerine! Onlar coştukça millet de coşmuş ama gün gelmiş davul başka vururken zurna başka nameler çıkarmaya başlamış. Öyle ki, memleket idaresi ile ilgili her ne imkân varsa tokmak vuranların eline geçmiş, zurnanın nameleri değişmiş de, davul taşımaktan yorgun düşüp “Metal yorgunluğuna” duçar olanlar neye uğradıklarını şaşırmışlar. Çünkü “Güm güm de güm güm, dom dom da dom dom” sesleri ile kulakları sağırlaşmış, gözleri şaşılaşmış, dilleri tutulmuş. Zurnaya kulak kabartsalar da öttürdüğü havayı bir türlü anlayamamışlar, çıkan namelerin kendilerini mi yoksa başkalarını mı okşadığını da bilememişler. Öyle ya, atalar “Zurnada peşrev olmaz; ne çıkarsa bahtına” diye boş yere söylememişler.

Haliyle, “İki cambaz bir ipte oynamaz” misali boyunlarında davul taşıyanlarla ellerinde tokmak tutanların araları açılmış. Davul taşıyanlar, “Ne istediniz de vermedik” deseler de iş işten geçmiş. Memleketin ordusuna, emniyet güçlerine, hukuk sistemine, Milli Eğitimine, velhasıl her bir organına nüfuz edenler gözlerini asıl kendilerine dikip tezgâhlarını kurmuşlarmış da haberleri bile olmamış.

Komşu ülkelerden gelen ve adı Zarraf mı Sarraf mı olan biri uyanık mı uyanık, cingöz mü cingözmüş. Adeta girmediği delik kalmamış memlekette. Gerçekten de insan sarrafı imiş ki herkesin zaafını bir görüşte anlar, ona göre alt yanından girip üst yanından çıkarak para ise paraya başka alengirli işlere ise onlara boğarak işlerini yürütür, yüce katlarda izzet ve itibar görürmüş. Öyle ki kendisine “Hayırsever iş adamı” payesi verilerek devletin Bakanları tarafından ödül bile verilmiş.

Gelin görün ki iktidarın “Ne istediniz de vermedik” dediği grubun her etkili ve yetkilinin peşine taktığı adamların, onların evlerine, arabalarına, telefonlarına yerleştirdikleri cismi küçük işlevi büyük aletlerle her bir hareketlerini kaydediyor, nefes alıp verişleri bile karşı tarafta dinleniyormuş. Derken bir merkez bunları yayınlamasın mı?

Tam “Dananın kuyruğu koptu, kopuyor; öküz öldü, ortaklık bozuluyor” derken olan insan sarrafı ile ilişkisi olan dört Bakan’a olmuş. Üçünün cürümleri çok büyük olduğu için kaçacak yerleri yokmuş ama içlerinde cesaretli olan biri varmış ki giderken bir televizyon kanalının canlı yayınına bağlanarak mertçe konuşup, “Ne yaptıysam Başbakan’ın bilgisi ve talimatı ile yaptım. Ben istifa ediyorsam onun da istifa etmesi gerekir” diyerek bir bakıma tutulan kayıtların doğru olduğunu beyan etmiş. Nitekim aynı Bakan 6 – 7 yıl geçtikten sonra da “17 – 25 Aralık’la ilgili dosyamda ne varsa; hem tapeler, hem teknik takip hem de telefon konuşmalarım A’dan Z’ye kadar doğrudur. Ben hırsızlık yapmadım ama hırsızlarla aynı çuvala kondum” diye açıklama yapmış. Yapmış ama gücü elinde bulunduran siyaset kurumu zamanında kendisini korumaya alarak ilgili dört Bakan’ın Yüce Divan’a çıkıp yargılanmasını önlemiş. Şimdi ise hukuk sistemi içinde ne olacağı merak ediliyormuş. Bir de, iktidar partisinin kurucularından ve önceki dönemlerde milletvekilliği de olan biri de televizyonlara çıkarak, “Göreceksiniz, bir süre sonra bunların yüzde doksanı itirafçı olacak” demiş ki; öyle olursa neler olacağını sormayın!

O gün geldiğinde olacakları bilemem ama devlet bürokrasisini adeta tamamen teslim ettikleri grup ya da cemaatin maharetlerine ve milletin oy desteğine güvenerek “Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasaklarla mücadele”yi bırakıp kitabına uydurmak için peş peşe ihale yasası değiştirerek, “Torba Yasa” diye bir şey icat edip içine olur olmaz her şeyi doldurarak güç zehirlenmesinde zirveye çıkanlar, “Ne yaptık biz ne yaptık? Bunları niye başımıza bela ettik? Nasıl da aldandık, nasıl da aldattılar bizi? Şimdi ne yapacağız” diye kara kara düşünürlerken zaten olanlar olmuş. 15 Temmuz bilmem kaç tarihinde tanklar yürümüş, uçaklar milletin üzerine bombalar yağdırmış ama o “çokbilmişler” de her şeyi hesaplayamadıkları için milletin azim ve kararına yenik düşmüşler.

Böyle bir akıbete uğrayan iktidar sahipleri ise asıl kaynağı kurutmak yerine teferruatla uğraşarak binlerce kişiyi tutuklatmış, işten atmış. Oysa “Kaçan balık büyük olur” misali elebaşların çoğu sırra kadem basmışlar. “Siyasi Ayak” olmadan bu işlerin kotarılması mümkün olamayacağı gün gibi aşikârken çete başı olarak Amerika’daki çiftliğinde işleri organize eden ve kısaca Fetö olarak adlandırılan kişinin elini eteğini öpüp yanında el-pençe süklüm püklüm poz verenlere Bakanlık, okullarında okuyan ama yakın çevreden olanlara bürokraside makamlar verilmiş. Örgütün Bankası olarak bilinen Banka’nın açılış kurdelasını kesenler safa sürüp aynı Banka’nın Genel Müdürlüğünü yapan kişi, devlet bankasına üst düzey yetkili olarak atanırken o bankada hesabı olanlar, okulların yönlendirmesi ile taksit yatıranlar içeri atılmış. Derler ki bir de, “Siyasi ayak ortaya çıkarılsın” diye muhalefet tarafından verilen önergeler iktidar çoğunluğu ile reddedilmiş. Acaba neden?

Velhasıl bu memlekette akıl almaz işler oluyormuş. Fetö idi, Menzil’di, şu idi bu idi derken biri gitse yerini dolduracak bini varmış ve Kur’an-ı Kerim’deki ilahi buyruk gereğince “Hâlâ düşünüp öğüt almayanlara” (Secde Suresi, Ayet 4) ne söylense kâr etmez imiş. Derler ki şimdi işler daha berbatmış ve devlet kurumlarında cıraman oynayan/at koşturan merdiven altı ve üstü bir sürü dernek, vakıf, cemaat, tarikat güç gösterisinde bulunuyormuş. Keza, Zarraf olayından ders almayanlar Uyuşturucu Baronu olarak ün yapan Zindaşti, Kara Para Aklayıcılığından sicilli Sezgin Baran Korkmaz ve benzerleri ile görüntü vermekten, hatta onlara da plâketler, ödüller sunmaktan geri kalmamışlar. İlahi buyruk gereğince “Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz” (Kasas Suresi, Ayet 60) diye soranlar olmuş mudur bilinmez ki! Haliyle bu ülkede yaşayanlar devlet yetkililerinin böylesi tutumlarını ve istihbarattan bilgi alıp almadıklarını, almışlarsa neden dikkat etmediklerini merak ediyorlarmış.

Memlekette ayrıca liyakatsiz, aile boyu atamalar almış başını gidiyormuş. Öyle ki, “Dere boyu Kavaklar”, “Say say bitmez Sayanlar” diye espri konusu bile olmuş ama kimse tınmamış bile. Hele üç dört yerden maş alanlar, bankacılıktan anlamayanların Bankalara, yayıncılıktan anlamayanların gazete, radyo ve televizyonlara yönetici, diplomasi tecrübesi olmayanlarla Kur’an-ı Kerim’le alay edenlerin Büyükelçi olarak atanmaları konusunda söylenenler, yazılıp çizilenler ayyuka çıkmış. Milli Eğitim’in kuşa döndürülmesi kimseye ders olmamış. Ordu, Emniyet ve Yargı yapılarının değiştirilmesi, siyasi kimlik taşıyanların hâkim, savcı yapılması da cabası!

Memleket idaresini ele alanlar zorunlu hallerde uygulanan bir yol olmasına rağmen “Yap İşlet Devret” modeline bir de döviz kuru ile “Müşteri Garantisi” saçmalığını eklemeyi alışkanlık haline getirmişler. Onun için millet geçmediği köprülere, uçmadığı hava alanlarına, Allah düşürmesin uğramadığı Hastanelere para ödemeye devam ediyormuş. Öyle ki bu ödemeler babadan oğula, anadan kıza, dede ve nineden toruna sürüp gidecekmiş ve bir bakıma gelecekleri ipotek altında imiş. Oysa devlet kendi imkânları ile o hizmetleri daha ucuza mal edebilirmiş.

Bu memlekette ayrıca her şey ateş pahası imiş. Uzmanların açıkladığına göre mesela iktidarın ilk yıllarından biri olan 2005’te fındık alım fiyatı 6,5 lira iken çeyrek altın 28,5 lira imiş ve 4,3 kg fındık satan üretici bir çeyrek altın alabiliyormuş. 2021 yılında fındık alım fiyatı 27 lira olarak ilan edilmiş ama çeyrek altın 800 TL’ye fırlamış. Bu durumda üretici ancak 29,6 kg fındık satarsa bir çeyrek altın satın alabiliyormuş. Yani, 2005 yılına göre nerede ise 25 kg fazla fındık satmalı ki bir çeyrek altın alabilsin!

Yine mevcut yönetimin ilk yıllarındaki ekonomiden sorumlu Bakanının yaptığı açıklamaya göre iktidar, “Sekiz yıldan beri, 8 milyara alınan doğalgazı 55 milyara, 11 milyara alınan petrolü 93 milyara, 7 milyara üretilen elektriği de 76 milyara satıyormuş.”

2014 yılında yaptığım Moğolistan ziyareti sırasında onlardaki otomobil ve akaryakıt fiyatları ile söz konusu ettiğimiz memleketteki fiyatları kıyasladığımda Moğolistan’daki fiyatların nerede ise üçte iki daha ucuz olduğunu görüp hayret edince rehberimizin, “O halde oradakilere kazık atılıyor” demesini hiç unutamıyorum.

Bu ülkede bir de ayrıcalıklı kişiler ve şirketler varmış. Mesela bütün devlet ihalelerini belli şirketler alırmış. Bir şirket, memleketin en büyük, en yaygın medya şirketini bütün gazeteleri, dergileri, ajansları ve televizyon kanalları ile birlikte yok pahasına ve üstelik bir devlet bankasından aldığı kredi ile ele geçirmiş. Aradan yıllar geçmesine rağmen alınan kredinin geri ödenip ödenmediğine dair bir belge, bir işaret yokmuş. Sorulan sorular da, “Ticari sır” olarak geçiştiriliyormuş. Derken aynı şirketin Antalya’da 10 milyon TL’ye aldığı bir Golf Sahası’nı tam 320 milyon TL’ye aynı bankaya sattığı, o bankanın ise işletmesi için tekrar kendisine satan şirkete verdiğine dair haberler çıkmasın mı? Araştırmalara, soruşturmalara rağmen bu konuda da bir bilgi verilmiyormuş. Velhasıl yönetimlerde olması gereken şeffaflık, açıklık, netlik ortada yokmuş ve arasanız da bulunmuyormuş.

Bu kadar da değil… Daha önce iktidar tarafından kullanılan, onlar için mitingler bile düzenleyen bir Suç Örgütü Lideri yurt dışına çıktıktan sonra belgelere dayanan pek çok açıklama yapmış, yapmaya devam ediyormuş ve ithamlarının doğruluğu ortaya çıktığı için mesela bir TV haber spikeri bile işinden olmuş ama iktidar sahipleri tabir yerinde ise “Görmedik, duymadık, bilmiyoruz” havalarında geçiştirmeye çalışıyorlarmış. Üstelik önemli bir Bakan, “Suç Örgütü Lideri’nden 10 bin dolar alan siyasetçi var” diye açıklama yapmasına rağmen iddia odur ki ucu bir yerlere dokunacak diye o siyasetçinin kimliği açıklanmıyormuş. Bu iş böylece uzar gidermiş. Gidermiş de, erk sahipleri milletin dini duygularını istismar ederek ve adeta suç bastırırcasına camiler üzerinden siyaset yapmayı sürdürürlermiş. Öyle ki, tam olarak ibadete açılmasıyla herkesi memnun eden Ayasofya Camii’nde, İstanbul’un fethinden dört yüz altmış kusur yıl sonra uğradığı işgalden kurtararak bir bakıma ikinci fethi gerçekleştiren Atatürk’e hakaret edilmesine bile ses çıkarılmaması oldukça garip karşılanmış. Üstelik Atatürk zamanında çıkarılan tapuda Ayasofya’nın cami olarak tescil edilmiş olmasına rağmen!

Oysa camiler üzerinden ve camilerde siyaset yapmak doğru değildir. Bu durum, tıpkı Peygamberimiz zamanındaki “Mescid-i Dırar/Zararlı Mescid” hadisesi ile eşdeğerdir. İkinci Dünya Savaşı şartlarında memleketin işgal tehlikesine karşı kutsal emanetlerin tehlikeye uzak olduğu düşünülen yerlerdeki camilere kaldırılmasını, işin aslını esasını öğrenmeden, araştırmadan “Camiler kapatıldı, şu oldu bu oldu” diye yaygaraya boğmak kabul edilemez. Bilerek yapılıyorsa böyle bir anlayışın kitapta yeri yoktur, dindeki uygulaması da suçtur, günahtır. Bütün bu olup bitenlerin insanları dinden uzaklaştırıyor olmasını görmemek de ancak gafletle izah edilebilir.

Son söz: Keşke bütün bunlar develer tellal iken, pireler berber iken ve bizler annelerimizin beşiklerini tıngır mıngır sallar iken olaymış da “Oh be! Masalmış” ya da “Kötü bir rüya imiş” deyip geçebilse idik!