Bir Mayıs denince akla o gelir. Dünya tarihinde çok az insandan onun kadar nefret edilmiş ve çok az insan onun kadar sevilmiştir. Öldükten neredeyse 100 yıl sonra mezarına bomba bırakılıp, soykırımın, terörün, zulmün ve kitle katliamının mimarı, nefret öğretisi yazılarak mezarında bile rahat bırakılmamıştır. 

Her ne kadar kanlı bir diktatör ve milleti iliğine kadar sömürmüş sahtekâr bir siyasetçi olmasa bile ona karşı duyulan korku ve nefretin kaynağında devlet, özel mülkiyet, sermaye ve din konularında ki radikal ve devrimci düşüncelerinin yanı sıra fikirlerini harekete geçirme ve dünyayı değiştirmeye yönelik aksiyon adamlığı yatar. 

İnsanlık tarihini sınıf mücadeleleri tarihi, ezen ve ezilenlerin mücadelesi olarak görür. 

Devletin temel görevinin herkese eşit şans tanımak olduğuna dair klasik liberal tanımlamanın oldukça saf ve art niyetli olduğuna, devletlerin hâkim sınıfın ezilen sınıflar üzerinde ekonomik baskı için kullandığı sınıf baskısının bir aracı olduğuna, olgunluğa erişmiş komünist toplumlarda sınıf iktidarı ortadan kalkacağı için devlete ihtiyaç kalmayacağına inanmaktadır. 

Ya sosyalizmin girdiği yerde dinin kendiliğinden yok olacağı ön görüsüne ne dersiniz? Çok tehlikeli bir adam değil mi? 

Ama hemen bir kalemde silmeyelim, başka neler demiş dinleyelim... 

Onu değerlendirirken yaşamış olduğu 19’uncu yüzyıl sanayi devrimi İngiltere'sinin koşullarını göz ardı ederseniz onu kolayca şeytanlaştırabilirsiniz. 

Dokuz yaşında çocukların bile resmi olarak işe alınıp neredeyse karın tokluğuna korkunç koşullarda günde 16 saat çalıştırıldığı, sanayi üretim süreçlerinde patronların son derece zengin olurken işçilerin sefalet içinde bir yaşam sürdüğü kapitalizmin en vahşi ve adaletsiz yüzüne şahit olmuştur. 

Ona göre kapitalizmin üretim sürecinde işçiler bir makinenin parçasıymış gibi çalışıp aynı şeyleri tekrar tekrar yaparak özünden uzaklaşıyor, insandan soyut bir etkinlik ve mideye dönüşüyordu. 

Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbet. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen yeter diyerek bu haksızlık ve adaletsizliğe kayıtsız kalamayacağını ifade eder. 

Gençlik çağlarından itibaren sürgünlerde sefalet içinde geçen hayatının tek amacı okuyup yazarak fikirlerini geliştirmek ve yaymaktır. Kendisini takip eden Prusya ajanları büyük ihtimalle geceleri yatmadığını, öğle saatlerinde kısa süreli bir uyku çektiğini ve günün büyük bölümünü British müzede okuyarak geçirdiğini raporlar. Yazma dışında başka bir işle uğraşmaz ve hayatı fakirlik içinde geçer. 

Kitaplarım onları yazarken içtiğim tütünün bile parasını karşılamadı diye yakınır sıklıkla. 

Londra’da 5 çocuğundan 3’ünü bu sefaletin içinde kaybeder ve en küçük çocuğunun cenazesinde dayanamayıp mezara girerek beni de gömün diye yalvarır uzun süre. 

Özgür, eşit ve kimsenin kimseyi sömürmediği bir dünyanın ancak komünizm ile mümkün olabileceği fikrinde o kadar takıntılıydı ki insan denen mahlûkun en ideal sistemlerde dahi sürekli eşitsizlik, adaletsizlik ve zulüm ürettiğini, dünyanın sorunlarını çözecek tek bir sihirli değnek olmadığını göremedi. 

Daha yaşarken kendi adına yapılan yanlışları görüp ''Eğer Marksizm buysa ben Marksist değilim'' demiştir. 

Ölümünden sonra Rusya'dan Çin ve Küba’ya dünyanın birçok ülkesinde takipçisi olduğunu ileri süren çok sayıda totaliter baskıcı yönetim ortaya çıktı. Muhtemelen yaşasaydı işçi sınıfının kendi kendini yönetmesi için hayati önem sahip olan demokratik kurumların üzerinden silindir gibi geçen bu rejimlere karşı en büyük muhalefeti yine kendisi yapardı. 

‘’Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser’’ diyerek serbest piyasa ekonomisinin rekabet ve kazanma motivasyonunu acımasızca eleştirdi. Ağaçları kesen, insanların ortak yaşam alanları bencilce betona çeviren şeyin kapitalizm değil hukuk tanımazlık, kontrolsüz aç gözlülük ve ahlaksızlık olduğunu, dünyanın en refah, yaşam standartları yüksek yeşil şehirlerinin kapitalist ülkelerde ortaya çıktığını görmeye ömrü yetmedi. 

Eşitliğe dayalı sömürüden uzak bir düzen ve insanlığı kurtarma hayalleri kurarken bizzat hayatın ve üretimin içinde olamamış, kendi çocuklarını bile kurtaramamış. Eserlerinde sürekli para ve sermayeden bahsederken parasızlık ve fakirlik içinde geçmiş bir hayat yaşamış zavallıdır o… 

O bence muhteşem isabetli tanıları olan ama bünyeye son derece zarar tedaviler öneren bir doktordur. 

Ama ne pahasına olursa olsun kalemini ve fikrini satmamış, her türlü açlık ve sefalete rağmen doğru bildiği yoldan şaşmamış, insanlığın acılarına kayıtsız kalmamış onurlu bir insandır aynı zamanda. 

Bu derece acayip fikirler normal bir insandan çıkabilir mi? Bu nedenle olacak ki Kadir Mısıroğlu görkemli sakalı ve iğreti parkasıyla, gizlediği macerasıyla, bir acayip adam olan 

Karl Marx'a Das Capitali şerir cinlilerin yazdırdığını ileri sürmektedir. 

Ne diyelim memlekette deli bir değil ki bağlayasın, ölü bir değil ki ağlayasın…