Hasan Parlak'ın oggito.com'da yayınlanan yazısı;

Abbasilerin katliamından kurtulabilen Emevi hanedanı mensubu Abdurrahman, 750 yılında Şam’ı terk etmişti. Yolculuğunun sonunda Arapça ifadesiyle El-Endülüs olarak adlandırılan İberya’da İslami bir yerleşim yerine ulaşmıştı. Kendisi bir Berberi kadının oğlu olan Abdurrahman, Suriyeli ve Berberi güçlerden oluşturduğu orduyla 756 yılı Mayıs ayında Kurtuba yakınında Endülüs emirini yenip, bu eyaletin valilik makamına sahip olmuştu.

Bu dış eyaletteki halkın çok büyük çoğunluğunun, Abdurrahman’ı meşru halife olarak görmekte olduğu bu dönemde. Halifelik Abbasilerce temsil ediliyordu. Abdurrahman’ın, Şam kentinin kuzeydoğusunda yer alan ve ailesiyle birlikte oluşunun anılarıyla dolu Rusafe’nin adını taşıyan ve içinde bir botanik bahçenin bulunduğu malikâneyi yaptırması, Endülüs’ün artık bir eyalet merkezi olmanın ötesine geçen dönüşümünün bir eseri olarak önem arz ediyordu. O dönemin en gelişmiş sulama teknikleri uygulanarak her türlü ürün yetiştirilirken, Abdurrahman’ın çok sevdiği ana yurdunun doğal bir parçası olan palmiye ağaçları da, o toprakların önemli bir manzarasını oluşturuyordu.

Endülüs’te yaşayan etnik grupların yanı sıra, gerek Hıristiyan gerekse pagan toplulukların din olarak kendilerine İslamiyeti seçmeleri, Endülüs’te Müslüman nüfusun büyük ölçüde artması yanında, kökenleri farklı olmasına rağmen, aralarında yaptıkları evlilikler yoluyla etnik ve kültürel yönden ortak bir zemin oluştu. Arapça ifadesiyle zımmî olarak tanımlanan, tektanrıcı İbrahimî din ve kutsal kitaba bağlı olan Yahudi ve Hıristiyanların, İslami yönetimin koruma ve hoşgörüsü altında yönetilmesi ilkesi, bu toplulukta dinler arası olumlu ilişkilerin başlamasına neden oldu. Özellikle, Vizigotların kötü yönetimine maruz kalmış olan Yahudilerin durumlarında büyük oranda olumlu gelişmeler sağlandı.

Genel bir bakış ışığında, Endülüs medeniyetinin, dil, din ve kültür esaslı üç ana temel üzerinde kurulduğu görülür. İslam imparatorluğunun genişlemesi sürecinde, hükümranlığa tabi olan Hıristiyanlar, Yahudiler ve Zerdüştler, Müslümanların yanı sıra Arapça dilini konuşan etnik gruplardı. Kurtuba’da on birinci yüzyılda yaşamış olan ve Son Derece Açık Alamet adlı eseriyle tanınan saygın kişi Hıristiyan Paul Alvarus, bu durumun tespitini şu cümleleriyle yapmış: “Tüm yetenekli genç Hıristiyanlar, Arapça kitapları şevkle okuyup tetkik ediyor; büyük masraflar yaparak muazzam kütüphaneler oluşturuyor; Hıristiyan literatürünü hakir görüyor, dikkate değer bulmuyorlar.” (s. 67) Gerek yeni göçmenlerle gerekse de Hıristiyan toplumdan İslam dinine girişler nedeniyle artan Müslüman nüfus artışına paralel olarak, camilerin sayısı kiliselere göre daha fazlalaşmıştı. Dokuzuncu yüzyıl ortalarında Kilise, İslami otoriteyle olan iyi ilişkileriyle dikkat çekiyordu.

Bunda, İslam’ın, Yahudi ve Hıristiyanlara Zımme kuralı gereğince hoşgörü düsturuyla kucak açılmasının önemli payı vardı. Emevilerin 850 yılında hilafeti ilan ettikleri dönemde büyük maddi harcamalarla Kurtuba’da yeni kütüphaneler yapılıyor, Arapça ile yazılmış eserlerin yanı sıra Latince kitaplarla da basılı şiir, felsefe ve bilim gibi daha birçok alanda kültür envanteri oluşturuluyor, Eflatun ve Aristo okunabiliyordu. Kurtuba’nın onuncu yüzyıl başlarındaki görkemi, halifenin büyük zenginliğiyle beraber anılarak, yazar Menocal tarafından şu cümlelerle aktarılıyor: “… dokuz yüz hamam ve on binlerce dükkân, sonra yüzlerce veya belki de binlerce cami, sonra su kemerlerinden akan sular, sonra kaldırım taşıyla döşeli ve iyi aydınlatılmış caddeler.” (s. 34) Bu şehirde, dilbilgisi, belagat, mantık yanında, geometri, astronomi, matematik ve müzik bilimlerinin hâkimiyetinden oluşan ve yedi hikmet nehri tanımına esas olan bir kültürel tablonun ihtişamı vardı. 

Bir rivayete göre halifeye ait dört yüz bin ciltlik kütüphane, o dönemdeki Hıristiyan Avrupa ile kıyaslanmayacak bir üstünlüğü gösteriyordu. Bu kütüphane envanterinde, dil ve din konularını içeren kitapların sayıca daha çok olması yanında, Hıristiyan okurların arayış ve ilgisine hitap edecek konular kapsayan kitapların varlığından da bahsetmek gerekir. Bu kütüphaneler karşıt görüş ve inanıştaki insanların aynı kültürel okuma ve bilgilenme ortamında dostluk içersinde bir araya gelmelerinin vesilesi de olmuştu.

 Büyük Kurtuba Camisi

936 yılında III. Abdurrahman tarafından, Kurtuba eteklerinde bir saray şehri olarak kurulan Medinetü’Zehra, müsrifliğe varan harcamalarla inşa edilmiş, mimarisiyle göz kamaştıran saray ve bahçeleriyle, görkemli bir uygarlığın önemli bir nişanesi olarak İslam dünyasının parlayan yıldızı olmuştu. Böylelikle III. Abdurrahman bu yolla krallığının entelektüel ortamını, kültürel, sanat ve maddi estetikte ne denli ilerlemiş olduğunun teşhirini amaçlamıştı.

III. Abdurrahmanın ölümünden sonra, oğlu ve halefi II. El-Hakem, Kurtuba cami-i Kebir’ini genişletme projesine, Emevi hanedanının yükselişini simgeleyen görülmemiş uzunlukta bir minare inşasıyla başladı. Bu faaliyetlerin sürmesi esnasında, camiinin içine daha yüksek bir bölümün yerleştirilmesi, ibadet mahallinde Tanrı önündeki eşitlik temel ilkesine aykırılık olarak algılandı. Toplumsal tepkiye neden olan bir ikinci neden ise bu uğurda yapılan büyük harcamalardı.

Hıristiyanlar 1085 yılında fethettikleri Tuleytula şehrinin en yüksek bölgesinde San Roman kilisesini inşa etmişti. Müslümanların cami olarak kullanmadıkları bu kilisenin yerinde, 11. yüzyılda Tuleytula’yı fetheden Kastilyalılar tarafından bir anı kilise inşa edildi. Bu kilisenin en önemli özelliğinden bahsetmek gerekirse, Cami-i Kebir’den esinlenilmiş biçimsel ve kültürel olan birçok özelliği yapısında taşımasından kaynaklanıyor olmasıydı.

Kilisenin girişindeki duvarda, kırmızı ve siyah taşlarla döşenmiş at nalı biçiminde bir dizi kemerin Latince yazılarla çevrili olması, ama kemerler üzerinde yapılmış zarif iç pencerelerinde Arapça olması, buradaki kültürel yansımaların çeşitliliğini gösteriyordu.: “Bu kutsal yerde,-Müslümanlara karşı amansız bir dinî savaşa kendilerini kaptırdıkları varsayılan- on ikinci yüzyıl Hıristiyanları, düşmanın kültürüne su götürmez bir haraç ödediler ve onlarla olan dikkate değer sıkı fıkılıklarının alametleriyle dolu bir mabed ortaya çıkardılar.”

Marıa Rosa Menocal, Dünyanın İncisi adlı kitabının bir bölümünü de Endülüs medeniyetinin düşünce, bilim ve sanat alanlarını temsil eden şahsiyetlerin, Avrupa ülkelerinde bulundukları dönemdeki yaşam ve faaliyetlerine ayırmış. Kırk yaşlarındayken vaftiz edilerek Hıristiyan olan Yahudi bilim adamı Petrus Alfonsi, İngiltere’ye geldikten sonra, astronomi alanındaki bilgi ve yetkinliğiyle bir otorite olma seviyesine yükselmişti. Ptolemy’nin (Batlamyus) kozmografyası üzerine Arapların çeviri ve geliştirmelerinden yararlandığı takvim hesaplamaları konusunda çalışmalarıyla adını duyurdu. Arapçanın dil yapısına teknik olarak yetkin bir hakimiyeti olmadığı halde İngiltere’nin ilk Arapça profesörü olan Petrus’un, Rahipçe Öyküler adlı kitabı, onun popüler bir yazar olarak tanınmasını sağladı.

Petrus’un Yahudilere Karşı Diyalog adlı eseri de belli konuların ifadesini gündelik bir kullanım yaygınlığına kavuşturan diyalog tarzının popülerlik kazanmasını sağladı. Endülüs şairlerinin en büyüğü olarak tanınan Judah Halevi de İskenderiye ve Kahire’de ağırlandıktan sonra, bir süre de şarkılar söylemesi yolundaki istekler eşliğinde Mısır’da konuk edilmişti. Hazarlar Kitabı adlı eserinde Halevi, hangi dinin en doğru din olduğunu farklı din mensupları arasındaki cedelleşmeyle tespit etmeyi planlayan Hazarların kralını, öykünün çıkış noktası olarak kullanmıştı. Aurillac’lı Gerbert: Emevi halifeliğinde geçen yaşamı süresince, bu diyarın farklı şehirlerinde aldığı yıllar süren eğitimin birikimiyle Liege’e dönüşünde, yanında getirdiği teknolojik gelişmenin değerli bir cihazı olan usturlab ve onun hakkında Usturlab Kitabı adıyla yazdığı eser, bu konu üzerine olan ilk kitap idi.

Gırnata Şehri Teslim Antlaşmasının 6. bölümünde, bu şehirde yaşayan halkın gerek inançlarına gerekse de dini vakıf ve hayır müesseselerine, mabetlerine, örf ve âdetlerine müdahale edilmeyeceği güvencesi karara bağlanmıştı. Bu teslim antlaşması, XI. Muhammed isimli olmasına rağmen Boabdil olarak tanınan son Nasrî ile Katolik Monarkları arasında 1491 sonbaharında gizli bir görüşmeyle karara bağlandığı için, şehrin el değiştirmesi kan dökülmeksizin ve sarayların hasara uğratılmadan devir teslimiyle sonuçlanmıştı. Bu şehir anıldığında özellikle Elhamra’nın muhteşem güzelliği ve yapısındaki hayranlık uyandırıcı özellikler akla gelmektedir. Elhamra’yı gerçek anlamıyla değerlendirebilmek için saraydaki kitabeleri anlayarak okumanın önemi yadsınamaz.

Bazı duvarları tümüyle kaplayan, Kur’an ayetleri yanı sıra İbn-i Zambak ve diğer Müslüman şairlerinin mısralarının kazınmış olduğu kitabeler süsleme motifleriyle büyük bir sanat uyumu içersinde birleşmiştir. Bu kitabeler sarayın kemerleri, kapı çerçeveleri ve sütun tekneleri boyunca harika bir bütünlük sunmaktadır. Avrupa tarihinde fazla bilinmeyen bir yedi asırlık bir zaman kesitini Endülüs Modeli alt başlığıyla yazdığı kitabında inceleyip okura sunan Maria Rosa Menocal’in sohbetinde yer alan şu iki tespitiyle yazımızı sona bağlayalım. “Endülüs’ün harikulade ölçüde çokdilli ve çok yenilikçi kültürüne duyduğum ilgi. İlgimi çeken diğer şey ise, Yunan felsefesinin tahsilinin merkezi bir yer tutması gerçeğinden, Avrupa’nın hiçbir zaman daha büyük bir aydınlanma yaşamadığı bir dönemi ifade için kullanılan ortaçağ terimini hâlâ ‘karanlık’ ve ‘aydınlanmamış’ anlamında kullanmayı sürdürüşümüze kadar son derece yanlış aktarılması oldu.” (s. 316)

Editör: TE Bilişim