Süleyman Demirel'in kalpten gelen hülyâsının altında yatan felsefe, bu güzel ülke için olduğu kadar, insanlık için de barış, kardeşlik, ortak refah, işbirliği ve umut felsefesidir…

9. Cumhurbaşkanımız, tarihimizin ve dünyanın büyük devlet ve siyaset adamı merhum Süleyman Demirel'i 5. vefat yıldönümünde derin ihtiram, sevgi ve rahmetle anıyoruz.

Çocukluktan itibaren hayatımın bütününde yakınında bulunmuş, Liderliğini yaptığı büyük siyasi hareketin içinde ailemle ve şahsen farklı konumlarda yeralmış, diplomasi kariyerimin en önemli bölümünde maiyetinde çok yakın çalışmış bir kişi olarak, ama en önemlisi O'nun yönettiği ülkenin gururlu, onurlu, başı dik, bütün dünyada saygın bir vatandaşı olmaktan daima büyük ayrıcalık ve şeref duyduğum merhum Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel'i anmak için söylenecek sözleri layıkıyla bulmanın ve telaffuz etmenin omuzuma yüklediği sorumluluğun ağırlığı büyük. Zira, Süleyman Demirel, milletlerin hayatında nadir rastlanan, büyük devlet, siyaset ve fikir adamları arasında dünyada yeri ve ağırlığı bugün daha da yüksek bir idrak ve vukufla anlaşılan müstesna bir İnsandı. Söyleyeceğim hususların eksik ve yetersiz kalacağının idraki içindeyim. Son zamanlarda farklı çevrelerden, "Demirel olsaydı ne yapardı?" sorularına, artan bir yoğunlukta muhatap oluyorum. Özellikle de küresel bir pandeminin bütün dünyada bir siyasi liderlik ve güven sorunu doğurduğu günümüzde, üstüne üstlük, barut fıçısı haline gelmiş bölgemizde, büyük ekonomik sorunların içinde güvenlik, esenlik ve refahını tehdit eden çalkantılar arasında endişelerine, sorularına cevap bulamayan, gelecek korkusuyla çare arayan pek çok farklı kesim, "Acaba bu noktaya nasıl geldik, neden geldik, Demirel olsaydı farklı olur muydu?" sorularının cevabını araştırıyor. Demirel'in etkisi kendisinden sonraki siyasi dönemi de belirlemekte ve karşılaştırmaların giderek daha sık yapılmasına neden olmaktadır. Bu güncelliğin içinde kaybolmadan, meseleyi büyük çerçeve içinde değerlendirmek kanaatindeyim. O da Tarihi çerçevedir. Bu yazıda, Süleyman Demirel'in Türkiye'nin tarihsel çizgisinde küresel boyutta ifade ettiği önemi gücüm yettiğince dile getirmek çabasındayım.

Kanaatime göre, Türkiye'nin 20.yüzyılı gerçek anlamda Süleyman Demirel'in bu dünyadan ayrılışıyla sona ermiştir. Ve o yüzyılın Ülkemiz açısından en önemli bölümü "Süleyman Demirel Çağıdır"... Demirel, Büyük Atatürk sayesinde küllerinden yeniden doğan, merhum Menderes ve Demokrat Parti'nin büyük dönüşüm ve kalkınma hamlesiyle, kendisinin de daha 30 yaşında DSİ Genel Müdürü olarak görev yaptığı dönemde kişi başına 300 dolar seviyesinde bir ekonomiye ulaşan, tarım toplumu olmaktan çıkma çabası içindeki Türkiye'yi, 1965 sonrasında, 20.yüzyılla buluşturan, endüstrileşmenin önünü açan, kentleşme ve dünyayla bütünleşme ve bir dünya devleti haline dönüşme sürecinde bir ülkeye dönüştüren, bu uğurda siyasetin her türlü zorluğu ve engeli karşısında hiç yılmayan, bu ülke insanına, onun fıtratına, bu ülkenin gücüne, bu ülkenin derûnundan gelen manevi değerlerine ve zengin kültürüne duyduğu büyük bir inanç ve imanla mücadele azmini asla kaybetmeyen, lügat anlamında bir Büyük Lider'di...O'nun, kendisini Tarih içinde konumlandırırken İslamköy'de kendi adını taşıyan Demokrasi ve Kalkınma Müzesi'nin açılış Töreni'nde büyük bir vefâ hissiyle ve adeta vasiyet gibi söylediği "...Bugünümüzü Büyük Atatürk'e borçluyuz. Bunu unutursak her şeyimizi kaybederiz..." ifadesi, aslında bir vefa borcunun ötesinde, Cumhuriyet'in erdemine gerçek anlamda inanan, inançlı bir Cumhuriyet çocuğu olma vasfını ne kadar büyük bir idrak ve bilinçle benimsemiş bir insan olduğunu gösterir. Lider, Tarih'i anlayan, ona saygı duyan ve ondan aldığı feyz ve ilhamı geleceğe yepyeni bir heyecan ve güçle taşıyabilen insana denir.. Kendi veciz tabiriyle, "Lider, halkını doğru ve gerçekçi hedeflere yönlendiren, halkının uzun vâdeli menfaatlerini doğru tespit edip, onları koruyabilen kişiye denir.." İşte, Süleyman Demirel o İnsan ve o Lider'di....

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Süleyman Demirel gerçek bir Dünya Duayeni'ydi.. Ülkemizin Dünya'ya sunduğu yeri doludurulamayacak bir Değer'di… Siyasi kariyerinin başlangıcında dünyadaki en genç, nihayetinde de en kıdemli hükümet ve devlet başkanıydı. Kolay değil, Demirel 1965 yılında 40 yaşında Başbakan olduğunda dünyanın en genç başbakanı olma sıfatına sahipti. Bu özelliği ve uzun yıllara yayılan devlet ve siyaset hayatı kendisinin, dünyayı değiştiren, şekillendiren ve kalıcı olarak etkileyen büyük hadiselere şahit olmasını, yönlendirmesini, içinde bilfiil siyasal aktör olarak yer almasını mümkün kılmıştır.

Devlet ve siyaset hayatı boyunca İnönü'den, Bayar'a, Menderes'e, De Gaulle'den Tito'ya, Mao'dan Zemin'e; Nehru'dan, İndira Gandi'ye, Fidel Castro'ya; Enver Hoca'dan Jivkov'a, Çavuşevsku'ya, Karamanlis'ten Miçotakis'e, Eisenhower'dan Johnson'a, Nixon'a, Carter'a Bush'a ve Clinton'a; Adenauer'dan, Erhardt'a, Brandt'a, Schmidt'e, Kohl'e, Schroeder'e; Nasır'dan Sedat'a, Mübarek'e, Elçibey'e, Haydar Aliyev'e, Shevardnadze'ye, Nazarbayev'e; Şah Pehlevi'den Rafsancaniye, Hamaney'e, Mac Millan'dan Harold Wilson'a, Major'a, Blair'e; Mitterand'dan Chirac'a; Kosigin'den Brejnev'e, Yeltsin'e; Aliya İzzetbegovic'den Yaser Arafat'a; Ben Gurion'dan, Golda Meir'e, Weizmann'a, Shimon Peres'e; Kral Faysal'dan Kral Fahd'a; Kral Hüseyin'den Kral Abdullah'a; Yahya Han'dan Zülfikar Ali Bhutto'ya; Fazıl Küçük'ten Rauf Denktaş'a kadar dünyaya ve tarihe yön ve şekil vermiş daha pek çok lider ve devlet adamıyla birlikte aynı dönemde çalışmış, yanyana ya da karşı karşıya gelmiş, birlikte kararlar almış, birlikte mücadele etmiş, işbirliği geliştirmiş, dost, arkadaş olmuş gerçek mânâda bir Dünya Lideriydi.

"Türkiye Cumhuriyeti bir büyük mucizenin adıdır, ancak asla bir tesadüfün eseri değildir..."

Demirel'in yetişme yıllarını şekillendiren dünya şartları esasen 20 yüzyılı belirleyen büyük çalkantılara sahne olmuştur. Demirel Cumhuriyet'in ilanından bir yıl sonra dünyaya gelmiştir. Bu vasfıyla, Cumhuriyet'in ilanından sonra 20.Yüzyılda doğan ilk Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımızdır. Demirel kendisinin içinde yetiştiği bu tarihi süreci, "Türkiye Cumhuriyeti bir büyük mucizenin adıdır, ancak asla bir tesadüfün eseri değildir..." şeklinde tanımlamakta, Cumhuriyet'in devraldığı ve şekillenmesinde rol oynayan tarihi mirasın yeni nesiller üzerindeki tayin edici etkisine işaret etmektedir. Demirel "Cumhuriyet bir feryadın eseridir; yokluğa, çaresizliğe, fakrü zarurete, cehalete karşı medeniyet ve muasırlık kavgasının feryadıdır bu.." derken Cumhuriyet'in temel yönelimlerinin ve davasının da tarifini yapmaktadır. Süleyman Demirel, Atatürk'ün "Muasır Medeniyetin Üzerine Çıkmakolarak tarif ettiği hedefi, kendi tarifiyle "Büyük Türkiye Davası" olarak adlandırmış ve Atatürk'ün mirasını bu şiarla üstlenmiştir.

Demirel, acılarla dolu 27 Mayıs darbesinin sonrasında kendi tabiriyle "bir zulmün tesiriyle ve Millet iradesinin yeniden hakim kılınması kavgasıyla siyasete atılmış.." ve 12 Eylül 1980 öncesinde, siyasetin çalkantılı yıllarında 1965-1971, 1975-1977 ve 1979-1980 yıllarında Başbakanlık yapmıştır. Demirel dönemi Türkiye'nin kalkınma, büyüme, sanayileşme, değişim, şehirleşme, modernleşme ve dünyayla bütünleşme sürecidir. Bu dönem Türkiye'nin bir baştan bir başa imar ve inşa olduğu, sanayileştiği, kalkınmanın bir Milli Hedef haline geldiği dönemdir…Demirel bu dönemi, "Türkiye'ye bir Türkiye daha katmak.." mücadelesi olarak tanımlar. Bu çalkantılı dönemde, Türkiye ortalama yüzde 7 kalkınma hızı ve yüzde 5 enflasyonla, OECD ülkeleri arasında Japonya'dan hemen sonra gelmektedir. Türkiye, Demirel'in bu hedefi doğrultusunda 1965-69 yılları arasında tam iki misli büyümüş ve gerçekten de "Türkiye'ye bir Türkiye daha katılmıştır". Ülke, Keban Barajıyla başlayan dev enerji yatırımlarıyla, sanayi tesisleriyle, karayollarıyla, limanlarla, rafinerilerle üniversitelerle, okullarla, tarımda sulamayla adeta bezenmektedir. Bu atılımların hepsi, dört yıl gibi çok kısa bir dönemde Demirel'in eşsiz enerjisi ve sevk ve idare kabiliyetiyle mümkün olmuştur. Bu dönemin uluslararası konjonktürü ise Soğuk Savaştır, iki kutuplu dünyadır, Orta Doğu'da Filistin meselesi ve harplerdir, beraberinde gelen iki büyük petrol krizidir. Kıbrıs davamızın alevlendiği, soydaşlarımızın yok olma tehdidi altında olduğu yıllardır. Bir yandan da İslam ve Arap aleminde hareketlenme başlamıştır. İran Devrimi tarihin akışını değiştirmiş, Sovyetlerin Afganistan işgali bugün dahi dünyayı etkisi altında bırakan yeni bir dönemi açmıştır. Terör denilen olgu hem Türkiye, hem Dünya için yeni bir tehdit olarak baş göstermiştir. Türkiye bu çalkantıların içinde batı ittifakında yeralmanın gerektirdiği dayanışma ve işbirliğinin yanısıra, muazzam kalkınma hamlelerine kaynak arayışı içindedir. Cumhuriyet'in temel yönelimleri çerçevesinde bölgemizde ve Avrupa'da işbirliği imkanları aramak ve çeşitlendirmek Demirel dönemi dış politikasının temel düsturudur. Bir yandan da, Sovyetler Birliği ve Doğu Blokuyla da geliştirilen ekonomik işbirliği hamleleri İskenderun demir çelik, Aliağa rafinerisi, Seydişehir Alüminyum, Kırıkkale rafinerisi, Soma, Yatağan gibi termik santralleri gibi ekonominin motoru olmuş dev eserlerin hayata geçirilmesini mümkün kılmıştır. Keza, Orta Doğuyla canlanan ilişkiler çerçevesinde Irak ile gerçekleştirilen Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı, Türkiye'nin bugün Orta Doğu'da belirleyici rol oynayan bir ülke konumuna gelmesinde önemli pay sahibi olan stratejik mahiyette dev bir eserdir ve ülkemizin siyasal boyutu olan bir mal varlığıdır.

Demirel'in 1979 Kasım- 12 Eylül 1980 arasındaki son Adalet Partisi Hükümeti, devraldığı ülkenin içinde bulunduğu ağır siyasi şartlara ve anarşiye rağmen çok kısa sürede ülkenin içinde olduğu yoklukları ve darboğazları 24 Ocak Kararlarıyla aşmış, enflasyonu dizginlemiş ve başta Atatürk Barajı olmak üzere, dev projelerin yeniden canlandırılmasını sağlamıştır. Ancak, 12 Eylül darbesi bir kere daha siyasette ve devlette kopukluk ve kırılmalar getirmiştir. Bu yıllar yasaklı yıllardır. Demirel'in, yasaklara karşı uzun ve zorlu bir demokrasi ve özgürlük mücadelesinden sonra Millet iradesi sayesinde yeniden Başbakan olduğu 1991 yılı Dünya tarihinin en büyük hadiselerinden olan Berlin Duvarı'nın ve bilahare Sovyetler Birliğinin yıkılması hadisesine tesadüf etmektedir. Dönem, içerde ve dışarda, barışma, uzlaşma, birlikte yaşama ve birlikte çalışma dönemidir. Demirel tam bu tarihsel anda koalisyon ortağı, merhum Erdal İnönü Başkanlığındaki SHP ile iktidardır. Keza SHP kökenli Hikmet Çetin yeni koalisyonun Dışişleri Bakanı'dır ve Demirel ile sanki tek parti hükümetiymişçesine çok yakın mesai ve uyum içerisindedir. Bu dönem, Türk Dış Politikasının en etkin ve itibarlı olduğu dönemlerden biri olarak hafızalarda yer almıştır. Yeni bir Dünya bütün fırsat ve belirsizlikleriyle ortaya çıkmaktadır. Balkanlar ve Kafkasya'da tarihte kalması gereken etnik ihtilaflar hortlamış, Bosna, Dağlık Karabağ ve Kosova'da insanlık faciaları baş göstermiştir. Orta Doğu'da ise Oslo Sürecinin doğurduğu fırsatlar Türkiye için de yeni imkanlar doğurmaktadır. Bir yandan da Körfez Savaşı, bölgede yeni belirsizlikler, olgular ve sınırların değişimini dahi gündeme getirebilecek gelişmelerin önünü açmıştır. Türkiye'nin dünyanın değiştiği o tarihsel anda önemli kararlar vermesi gerekti. En acil mesele, tarih sahnesine çıkan ve Demirel'in "Adriyatik'ten Çin Seddine uzanan" ifadesiyle tanımladığı Avrasya'nın barış ve istikrar içinde Dünyayla bütünleşmesini sağlamak ve bu muazzam coğrafyada Türkiye'nin etkinliğini sağlamaktı. Başbakan Demirel daha bu dönemin eşiğinde 30 Ocak 1992 tarihinde yapılan Davos Konferansı'nda yaptığı konuşmada şunları söylemişti : "Soğuk Savaşın bitişini müteakip yeni bir siyasî coğrafya doğmaktadır. Bu bir ihtilâf bölgesi veya yeni bir nüfuz alanı değil, aksine, ihtilâfların yerini işbirliği ve birlikte yaşama ve çalışma ruhunun alacağı bir barış ve refah havzası olmalıdır." İşte, bu yeni döneme ve Avrasya'ya yönelik vizyonu buydu. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak bu coğrafyadaki yeni bağımsızlığını kazanan tüm ülkelerle ilişkilerin her alanda geliştirilmesi ve kurumsallaştırılması için gayret sarfetmiş, büyük projelerin başlatılmasına ve tamamlanmasına öncülük etmiştir. Türkiye Demirel'in Başbakanlığında bağımsızlığına kavuşan tüm kardeş ülkeleri stratejik bir kararla ilk tanıyan ülke olmuştur. Zaman içinde, Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi, Türk Dünyası Kültür örgütlenmesi TÜRKSOY, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, ECO'nun yeni bağımsız kardeş devletleri de kapsaması gibi kurumsallaşma girişimleri Demirel'in öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bu girişimler bugün parlamenter asambleleri de dahil olmak üzere, çok farklı alanlarda derinleşmiş ve güçlenmiştir. Merhum Demirel bu kapsamlı girişimleri aynı zamanda tarihe ve kardeşlerimize olan bir manevi borç olarak görmüştür. Çoğunun altında, temelinde ve uygulamasında imzası olan projelerin birer birer hayata geçmiş olması ve kalıcı hale gelmesi ve bu bağlamda kardeş ve dost ülkelerin refahına katkıda bulunması bu vizyonun isabetinin tescilidir. Bu projeler sayesinde bu ülkelerin talebelerinin Türkiye'de eğitilmesi, alternatif ulaşım, ticaret ve enerji yollarıyla dünya pazarlarına açılmaları, bağımsızlıklarını pekiştirmeleri ve kendi ayakları üzerinde yükselmeleri mümkün hale gelebilmiştir. Ancak, özellikle bir proje vardır ki, hem Avrasya'nın talihini değiştirmiş, hem de tarihi yeniden yazma imkanı doğmuştur. O da Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı projesidir. Nasıl ki, 1970'lerde yine Başbakan sıfatıyla temellerini attığı Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı Türkiye'yi Orta Doğu'nun kaderine stratejik manada ortak etmiş ve bu zorlu coğrafyada ilk defa bir refah ortaklığı imkanını doğurmuş ise, Başbakan sıfatıyla 5 Mart 1993 tarihinde Ankara'da merhum Elçibey döneminin Azerbaycan Petrol Bakanı Sabit Bagirov ile birlikte ilk projesini imzaladığı, bilahare 18 Kasım 1999'da Cumhurbaşkanı olarak nihai anlaşmasına Başkan Clinton ve Cumhurbaşkanı merhum Haydar Aliyev ile imza koyduğu Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi de Avrasya'da 21.yüzyılın ilk büyük barış projesi olmuştur. Demirel, Cumhurbaşkanı sıfatıyla bu anlaşmanın imza töreninde İstanbul Çırağan Sarayında yaptığı konuşmada, şu tarihi cümleleri sarfetti:

‘'Bugün burada, Asya ile Avrupa'nın birbirleriyle kucaklaştığı İstanbul'un kalbinde, dünyada emsali bulunmayan bir tabiat şaheseri olan Boğaziçi'nde yeni bir tarih yapmak üzere toplanmış bulunuyoruz. Bugün burada, yeni ve parlak bir geleceğe doğru birlikte yola çıkıyoruz. Bugün burada, sadece Hazar ile Akdeniz'i değil, kaderlerimizi de birbirine bağlıyoruz. Bugün burada, ortak hülyalarımızı nihayet gerçeğe dönüştürüyoruz. Biraz evvel altına imza koyduğumuz anlaşmalar barışa ve refaha hizmet edecektir. Hazar havzasının petrol ve doğal gaz kaynaklarını güvenli, ekonomik ve çevreyle barışık şekilde dünya pazarlarına ulaştırma yönünde irademizi ortaya koyarken, aynı zamanda tarihin, barış, kardeşlik, umut ve işbirliği çağrısına cevap veriyoruz."

Türkiye, Bakü'den Kerkük'e uzanan havzada bir istikrar ve refah gücü olarak hem hayranlık, hem de kıskançlık uyandıran bir konuma bu büyük projelerin tarihin ortasına mühür gibi kazınmasıyla ulaşmıştır. Bir başka kazanım da Türk müteşebbislerinin bu coğrafyada gerçekleştirdikleri muhteşem işlerdir. Bu büyük coğrafya bir ucundan bir ucuna müteşebbislerimiz tarafından imar ve inşa edilmekte, Türk ekonomisi yepyeni kalkınma ve büyüme perspektiflerine sahip olmaktaydı.

"Türkiye, büyük Türk dünyası adına bu misyonu üstlenmiştir"

Maiyetinde Cumhurbaşkanı Dışişleri Danışmanı olarak görev yaptığım dönemde şahit olduğum ve bugüne kadar aynı gurur ve hayranlıkla hatırladığım bir ânı nakletmek isterim. 1997 senesinde Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'de düzenlenen Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi münasebetiyle düzenlenen akşam yemeğinde Demirel duygu dolu ve tarihi şuuru yüksek bir konuşma yaptı. Konuşmanın önemi, tam bir gün sonra Bişkek'ten doğrudan Avusturya'nın Başkenti Viyana'ya resmi ziyarete gidecek olmamızdan kaynaklanmasıydı. Zira, Avrupa Birliği ile çok sıkıntılı bir dönemden geçiyorduk. AB Lüksemburg Zirvesi'nde Türkiye ile müzakereler açılması reddedilmiş, aradaki ilişkiler gerilmiş , hatta kopma noktasına gelmiş ve çıkış yolu aranıyordu. Cumhurbaşkanı Demirel, yaptığı konuşmada şu tarihi vizyonu sergiledi: "Yarın buradan Viyana'ya gidiyoruz. Yani Asya'nın bağrından Avrupa'nın ovalarına…Tıpkı ecdadımızın yüzlerce yıllık hikâyesi gibi... Bundan 450 yıl önce bir başka Süleyman Viyana'nın kapılarına dayandı ordularıyla, fetih için… Şimdi, yüzyıllar sonra bir başka Süleyman, Altay Dağlarının eteklerinden, Anayurdumuzdan kalkıp, yine Viyana kapılarına dayanıyor... Ama bu defa büyük Medeniyetimizin barış, kardeşlik, işbirliği çağrısını hepinizin adına, Türk Dünyasının adına, Avrasya adına götürüyor bu mesajı… Çağımızın en önemli meselesi Avrasya ve Avrupa arasında barış, insanlık, ekonomik ve teknolojik işbirliği köprüleri kurmaktır. Türkiye, büyük Türk dünyası adına bu misyonu üstlenmiştir..."

Demirel'in, bu konuşmasından çok duygulanan, zamanın Kırgızistan Cumhurbaşkanı Asker Akayev'in, cevaben, tüm katılımcılar adına söylediği "Süleyman Eke (Ağabey), Sen bizim medeniyetimizin, Avrasya'nın Sokrat'ısın…" sözü Demirel'in, Orta Asya ve Kafkasya'daki bu tarihsel vakıa karşısında başından itibaren sergilediği vizyonu, uyguladığı siyaseti ve kişiliğinde temsil ettiği tarihsel misyonu tarif etmektedir. Bu muhteşem tanımlama, merhum Demirel'e halkımızın muhabbet ve sevgiyle lâyık gördüğü "Çoban Sülü", "Barajlar Kralı", "Baba" sıfatlarının yanına eklenmesi gereken son derece yüksek şuurla ve mânâyla söylenmiş bir sözdür.

Süleyman Demirel, dünyanın değiştiği, yeni bir çağın başladığı bir tarihsel dönemeçte Türkiye'nin Tarih içindeki yolculuğunun geleceğe güvenle ve akılla yönelmesi yolunda belirleyici ve ufuk açıcı bir Dış Politika Liderliği sergiledi.. Bu özelliği görev süresinden sonra, Balkanlar'daki ihtilaflarda ve özellikle de Orta Doğu sorununa çözüm çabalarında uluslararası kamuoyunun zaman zaman başvurduğu bir vasfı olmuştur.

Demirel görev süresi sonrasında, İsrail-Filistin ihtilafını araştırmak ve çözüm önerileri sunmak üzere Başkan Clinton tarafından oluşturulan ve NATO Genel Sekreteri Solana, Norveç Başbakanı Jagland, ABD'den Senatör Mitchell ve Senatör Rudman'dan oluşan Mitchell Komitesi'ne beş üyesinden biri olarak davet edilmiş ve yaklaşık iki yıl soruna çözüm yolları aramak üzere görev yapmıştır. Başkan Clinton, Komite'nin ilk toplantısı vesilesiyle ilettiği mesajında, ‘'bu komiteyi her iki tarafa da kabul ettirmek kolay olmadı. Ancak, Sayın Demirel'in adını muhasım taraflara ilettiğimde her ikisi de anında ve tartışmasız kabul ettiler ve bu komite oluşturulabildi. Kendisine müteşekkirim.'' demiştir. Demirel'in görev süresi bitmiş bir devlet adamı olarak bu önemli Komite'ye davet edilmiş olması, Türkiye'nin özellikle Demirel'in yakın zamandaki yönetimi altında Orta Doğu'da oynadığı olumlu, arabulucu ve çözüm üretici rolü vurgulamak bakımından tarihi önemde bir hadisedir. Esasen, Mitchell Komite'sinin nihai raporunda öngördüğü Yol Haritası (Road Map) bugün hala uluslararası toplumun iki devletli çözüm modelinin temelini oluşturmaktadır. Şahsen, bu Komite'de kendilerinin talimatıyla, temsilcisi sıfatıyla iki yıla yakın görev yapmış olmaktan daima onur duyacağım.

Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması, Türkiye'ye getirilmesi ve yargılanması...

Demirel'in devlet adamlığı vasfının en tayin edici rol oynadığı siyasal başarısı hiç şüphesiz terrorist başı Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması, bilahare Kenya'da yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi ve yargılanmasıyla sonuçlanan nefes kesici diplomatik ve istihbari operasyonun sevk ve idaresidir. Cumhurbaşkanı olarak bu operasyonun başından sonuna kadar bilfiil yönetiminde olmuş ve en kritik diplomatic ve operasyonel manevraları bizzat idare etmiştir.

Demirel'in, Dünya Vizyonu'nu ve dış politikanın bir ülkenin kaderinde oynadığı hayatî rolü daha iyi anlayabilmek için kendi özgün ifadelerini hatırlamakta ve gelecek nesillere emanet etmekte yarar görürüm:

"Dış politika, ülkemizin siyasi, ekonomik ve güvenlik çıkarlarının azami şekilde korunması ve güçlendirilmesinin aracıdır. Ancak, bunu yaparken de Tarih'in kendisine bıraktığı şartları dikkate almak, Tarihi ve beşeri ve fiziki coğrafyayı bilmek ve Tarih'ten ders alarak ileriye bakmak zarureti vardır. Hariciyemizin birinci vazifesi Cumhuriyetten bu yana daima iyi dostluklar kurmak, komşularıyla sıkı işbirliği münasebetleri ve mekanizmaları oluşturmak, ülke için gerekli kaynakları bulmak, barışı tesis etmek ve yaşatmak ve Türkiye'nin itibarını yüksek tutmak olmuştur.

"Dış politika bir ülkenin yüksek menfaatlerini hesap edebilme, uygulama ve uygulayabilme –ki burası çok önemlidir, zira bir ülke uygulayabilme hassasını asla kaybetmemelidir- sanatıdır. İhsan Sabri Çağlayangil'in tabiriyle, dış politika bir sına-i nefisedir, yani güzel sanattır. Bu sanatın temel malzemesi, teennidir, ölçüdür, soğukkanlılıktır.

"Devletinizi ve Milletinizi akla sığmayan, iyice ölçülmemiş hiçbir hareketin içine sokamazsınız. Hiçbir meseleyi heyecanla halledemezsiniz

"Dış politikada öfkeye asla yer yoktur. De Gaulle 1967'de ülkemizi ziyaret ederken Başbakandım, kendisine sordum, "dış politikayı nasıl yapıyorsunuz?" diye. Bana, "büyük devletler dış politikalarını sokakta yapmazlar" dedi. Çok şey ifade eden bir cümledir bu. Bunu hep hatırladım.

"Ülkelerin ebedi dostlukları da olamaz, ebedi düşmanlıkları da..Ben halkını doğru yönlendiren ve halkının uzun vadeli menfaatlerini koruyan kişiye lider derim. Cesareti akıl yönetmelidir. . Aklın tarifi, yaptığınız işin doğru olmasıdır.

"Politika ve diplomasi bir denge, uyum ve yarar elde etme meselesidir. Bana cesur desinler diye kahramanlığa soyunamazsınız. Zira, faturayı sonunda Millet ödeyecektir. Dış politikada, güçsüzlük ve zaafiyet anlatılarak da itibar kazanılamaz. Lider, "power of resolution", yani çare bulma gücü olan kişidir. Çare bulma gücü olmayan bir lider, siyaset veya yönetim olmaz. "E canım oluyor işte" denirse de, "oluyor ama o biçim oluyor işte.." denir..Hükümetler gelir gider ama dış politikanın bir devlet ağırlığı vardır.

"Türkiye'nin çok güzel bir diplomat kadrosu vardır. Çok iyi yetiştirilirler. Vatanperverdirler. Eğer iyi yönlendirilirlerse işlerinin fevkalade ehlidirler. Vazifeşinastırlar, Hariciye'nin ışıkları sabaha kadar yanar. Ülkenin milli menfaatlerini sonuna kadar hem de bazen siyasilere rağmen, korumada fevkalade hassastırlar. Hariciye benim karargâhımdır. Herşeyi onlara sorarım veya onlar benden bazı şeyler yapmamı isterler. Bu işbirliğidir. İşbirliği medeni insanların işidir. Hariciyemizi daima her türlü istismarın, tartışmanın, siyasi çekişmenin dışında tutmaya azami gayret sarfettim. Onlarla daima gurur duydum.

"Türkiye'nin Cumhuriyet'le birlikte en büyük kazanımları öğretmen ordusu, mühendis ordusu, hukukçu ordusu bir de hariciyeci ordusudur. Benim karargâhım Hariciye'dir…Bu kadrolar, devleti inşa ettiler, altına gelenek koydular. Geleneksiz, protokolsüz, hafızasız devlet olmaz. Hariciye Türk Devletinin en kritik hafızasıdır."

Her şeyden önce bir "barış insanıydı"

Demirel her şeyden önce bir "barış insanıydı". Bunun gereği olarak uluslararası meşruiyet ve hukuka saygı dış politikasının zeminini oluşturan temel iki ilkeydi. Türkiye'nin varlığının ve çıkarlarının uluslararası hukukun üstün ilkeleri çerçevesinde teminat altına alınmasına büyük önem verirdi. Demirel daima, ‘'Türkiye Cumhuriyeti savaş meydanlarında doğmuş, ancak hukuk sayesinde tescil olunmuştur. Varlığının teminatı hukuktur. Lozan Cumhuriyetin tapu senedidir.'' derdi. Hukuksuzluğun ve meşruiyeti olmayan dış politika girişimlerinin eninde sonunda Türkiye'yi savunmasız, itibarsız, dosttan ve müttefikten mahrum hale getirmesinden endişe eder, bu yönde daima maceradan uzak serin kanlı, kararlı ve akıl zemininde bir dış siyaseti tercih ederdi. Macerayla inisiyatifi, girişimi asla birbirine karıştırmazdı. Başkalarından ahde vefa ilkesine ve uluslararası hukuka saygı beklerken, Türkiye'nin de bu çerçeveyi korumak hususunda istikrarlı olmasına önem verirdi.

Demirel'in, devlet ve siyaset hayatının her döneminde Dünya meselelerine bakış açısını izah ederken muhataplarına söylediği şu sözler, aynı zamanda bir Siyaset ve Bilgelik hikmetidir:

"Tarihi yeniden yapmak mümkün değildir, ancak geleceği birlikte inşa etmek mümkündür..Tarihten husumet, düşmanlık, kavga çıkartırsanız yepyeni bir geleceği inşa edemezsiniz. Geçmiş bugüne kadardır. Bugünden sonra sonsuz bir gelecek vardır, gelin bu geleceği, barış, ortak refah ve insanlığın mutluluğu için birlikte inşa edelim."

O'nun siyasi mücadelesinden, Dünyaya bakışından, Devlet Adamlığı vasıflarından ve Türkiye'nin fedakar, çalışkan, sebatkâr İnsanına hizmet aşkından edindiğim, ilham aldığım ve hayranlıkla hıfzettiğim en önemli ders, en sevdiği yazarların başında gelen Şevket Süreyya'dan mülhem kendi sözüyle, "ömrü boyunca suyu arayan" bir Cumhuriyet mühendisi, DSİ Genel Müdürü, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak, kendisinden başka insanların hayatlarını iyileştirmek, güzelleştirmek ve onları mutlu etmek için varlığını, hayatını, bilgisini onların uğrunda harcamış, vakfetmiş, feda etmiş ve "suyu bulmuş", bir başka deyişle, siyaset ve devlet hizmetinin özünü bulmuş ve simgeleştirmiş olmasıdır. Bugün Türkiye'de siyaset ve devlet hizmetinin içinden geçmiş ve geçmekte olan herkes bu imkânını ve konumunu, Demirel'in 1960 Darbesinden sonra, bu ülkede herkesin eşit, onurlu vatandaş olma ve siyaset yapabilme hakkı için verdiği, kimi zaman inişli çıkışlı, kimi zaman sürgünde, kimi zaman yasaklı, ama daima kararlı ve geleceğe inançlı büyük mücadeleye borçludur.

Bu anlamda, Dünya kurulalı beri sulanmayan Güneydoğu topraklarına su ve medeniyetin vasıtalarını getirebilmek için siyasete girdiği ilk andan itibaren bu ülkenin önüne koyduğu ve kendisi başarısını bizzat yaşadığı, dünyanın en büyük bölgesel kalkınma hamlesi olan GAP Projesi, bir hicranlı hülyanın sadece Türkiye'nin değil, İnsanlığın emrine sunulmuş muhteşem bir mucizesidir. Daha 1965 yılında Harran Ovasında, Türkiye'nin en genç Başbakanı olarak ilk ziyaretinde, "Ey aziz vatandaşım, ben, yağmur duası yapan bir bölgenin ve neslin çocuğuyum. Yağmur gelmediği zaman sararan, kuruyan ekinin, çoluğunu çocuğunu, hayvanını nasıl perişan ettiğini bilirim. Bu bölgede insan, ekinden önce kururmuş. Ben, senin haline dayanamam kardeşim. Ben, sizin ıstırabınızın çocuğuyum. Sizi, bu ıstıraptan kurtarmayı bir şeref ve namus meselesi sayarım." diye bu hülyasını Harran'ın insanına haykıran Demirel, başından sonuna, fikrinden projesine kadar kendi eseri olan dev tesislerin temellerindeki harcıyla bu hayali hakikate dönüştürmüştür. Urfa Tünellerinin 3 Nisan 1977 günü yapılan temel atma töreninde söylediği tarihi cümle O'nun Türkiye'nin kaderinde değil sadece, Orta Doğu'nun da makûs talihinde oynadığı rolün bugünlerde ne anlama geldiğini adeta Mezopotamya coğrafyasının çatlamış topraklarına oya gibi işlemektedir: Demirel o gün "Bugün sadece Dağları değil, Çağları deliyoruz!.. Urfa'nın omuzunu bugün kazmaya başlayacağız. İbrahim Peygamber'in dergâhındaki serin su, Fırat'ın suları ile karışacak, Şanlıurfa'nın omuzundan Fırat akacaktır, Mezopotamya'nın ovalarının her tarafına. Bu bereket demektir, Halil İbrahim Bereketidir; refah demektir, mutluluk demektir. İnsanı, hayvanı, kuşu susuz Ülkemin susuzlukla, yoklukla, fukaralıkla, çaresizlikle mücadelesinde yeni bir devir açılmaktadır. Bu büyük kavga yarım kalamaz, hedefine ulaşacaktır. Çekilenler bir gün tümüyle unutulacaktır. Çatlamış, kurak topraklar, onun üzerinde dertten kavrulmuş insanlar, tıpkı Efsane'deki gibi sonunda sevdâlısına kavuşacaktır…" adeta çağların ötesine seslenmektedir

Süleyman Demirel'in kalpten gelen hülyâsının altında yatan felsefe, bu güzel ülke için olduğu kadar, insanlık için de barış, kardeşlik, ortak refah, işbirliği ve umut felsefesidir…Tabiat'ın nimetlerini İnsanlığın hizmetine vermek, çare üretmek, savaş yerine barış ve kardeşlik istemek, Medeniyet'in nimetlerini herkes için talep etmek ve o uğurda büyük eserleri insanlığın ortak malı haline getirmek…. İşte İslamköy'de bir kerpiç evden çıkıp, Türkiye'nin kaderini değiştiren, onu Dünya'yla buluşturan ve ufkunu genişleten bilge Lider, Avrasya'nın, Medeniyetimizin Sokrat'ı!..

Derin bir hüzün ve eksilmeyen hasretle Aziz hâtırası önünde minnet ve ihtiramla eğiliyor, Yüce Allah'tan rahmet niyaz ediyorum.

Editör: TE Bilişim