Deniz Gezmiş sıradan bir banka soyguncusuydu üstelik salağın tekiydi. Denizin sevgililerinden birisi Ankara’daki Amerikan üssünde sivil memurdu. Deniz sevgilisinin nerede çalıştığını da biliyordu ama yine ayıkmadı. CIA o bayanı Deniz’e sevgili olarak görevlendirmişti.
Sevgilisi (!) bir gün:

-”Gel Deniz”dedi, “seni bizim Amerikan üssüne sokayım, orada silah odasının anahtarını çaldım, beğendiğin silahı seç, al.”
Bizim Kemal Sunal “Salako”su:

-”Heeeyyyt beee!.. Harika fikir bu!..” diye sevinçten havaya zıpladı.
Sanki sebze haline meyve almaya girer gibi Amerikan üssüne girdi, üç beş silah alıp sevgilisi(!) ile beraber sinemadan çıkar gibi dışarı çıktı.

CIA, Deniz’i bu kadar basit bir yolla silahlandırmıştı.

Deniz ODTÜ yurtlarında “ne kadar uyanık, ne kadar kurnaz, ne kadar becerikliyim ben” diye böbürleniyordu o akşam.

*
Deniz saf çocuktu, delikanlı çağının uçarılığı ile yukarıda özetlediğim CIA senaryosunu çözemezdi.

Ama bizim “ilerici, çağdaş” koromuz oluşturdukları şehir efsanelerinde bu olayı şöyle anlattılar:

“Deniz o kadar uyanık, zeki ve becerikli idi ki sevgilisinin yardımı ile Amerikan üssünün nizamiyesinden gölge gibi içeri süzüldü, Amerikan subaylarının silahlarını, şarjörlerini sevgilisinin çantasına koyup gölge gibi dışarı çıktı”.

Yok bre!.. Deniz için yukarıda kullandığım “salak” ifademi geri alıyorum asıl salaklar bu şehir efsanesini uyduran yazarlar, yorumcular, bakanlar, dekanlardır ve bu kadar angutça yazılan bu efsaneye inananlardır.
Yok Deniz sehpaya çıkmış da “Yaşasın Kürt ve Türk Halklarının bağımsızlık savaşı” diye haykırmış da...

Yahu ne haykırması, ne slogan atması?.. Deniz urganı görünce gözleri büyümüş, feleği şaşmış, zavallının paçalarından sekiz okka dışkı akıyor...
Bu vaziyetteki bir insana slogan yakıştırmak ne büyük vicdansızlık?

**
Ümraniye’de beş işçi sözde “işçi-köylü iktidarı” için savaşan devrimci militanlar tarafından “halk mahkemesi”nde yargılandılar, vahşice işkencelere uğradık tan sonra katledildiler. “Ümraniye İçinde Vurdular Bizi” romanımla bu olayı hafızalara nakşetmek istedim.

Ümraniye olayı o yıllardaki devrimci hareketin hem ideolojik, hem insani ayıbı idi. Çünkü hallk mahkemelerinde yargılananlar ne köy ağası idi ne de burjuva... Ama bu olayı bir romana konu etmeme rağmen “Ümraniye İçinde Vurdular Bizi” yazılış tarihinin üstünden 33 yıl geçmesine rağmen iki baskıda sadece altı bin satabildi.

Çünkü ülkücü hareketin hafızasında Ümraniye şehitleri yoktu. Çünkü ülkücüler ülkücülükten uzaklaşmış tın tın partici olmuşlardı.

Balıkesir’de yaptığı bir konuşmada Oktay Vural “ Ne bu, üçbin şehit edebiyatı kardeşim? Bıktık ya, çıkın oradan artık!” diyebiliyor ve hiç tepki almıyordu.

*
Cengiz Baktemur, fakir bir işçi çocuğu idi. Malatya Doğanşehir'de verilen mücadelede ön saflarda vuruşurdu. Hatta girdiği bir çatışmada bacağından yaralanmıştı.

Yüreğinde binlerce ülkücü şehidin acısı, bacağında kurşun yarası vardı. Bu acıyla o da silaha sarıldı, o da can aldı.

Savcı hazırladığı iddianamede 18 yılla cezalandırılmasını talep ediyordu mahkemeden... O arada bir şeyler oldu... 12 Eylül İhtilal Konseyi "Bir sağdan, bir soldan" kararını almıştı...Bu kararın tatbiki için 18 yıl ceza istenen Cengiz Baktemur yukarıdan gelen emirle tek celsede idama mahkum edildi. Bu bir hukuk cinayeti idi. İdam sehpasına çıktığında son arzusu olarak Türk Bayrağını istedi. Üç kere öpüp alnına koydu:

- “Affet beni al bayrağım!” dedi ağlayarak. “Seni istediğin yerde dalgalandıramadım.”

Ve vakur bir edayla sehpaya yürüyüp kelime-i şehadet getirdi.
Deniz gibi Cengiz’in paçalarından dışkı akmıyordu. Çünkü Allah’a doğru yürüdüğü inancındaydı.

Deniz Gezmiş şehir efsaneleri ile şişirildi. Cengiz Baktemur ise unutulma sürecinin son dönemecinde bizlere şöyle seslenmektedir:

“Sılada sılasız kaldım.
Suyum garip, aşım garip!
Ben kendime gurbet oldum,
İçim garip, dışım garip!

Koştum hakikat ardına
Yandım ayrılık derdine
Git bak ölüler yurduna
Kabrim garip, taşım garip!”

Alper Aksoy

Editör: TE Bilişim