İzmir'in dağlarında çiçekler açmadı. Altın güneş orda sırmalar saçmadı 30 Ekim Cuma günü.

Oysaki 29 Ekim'i coşkuyla kutlamıştı İzmir, daha bir gece öncesi. Cumhuriyete sahip çıkan ve değerlerini kaybetmemiş insanların memleketi nasıl bilebilirdi ki; bir gün sonra o coşku yerini korkuya ve felakete teslim edecekti.

Bir ses duyuldu önce, bir uğultu. Bu sefer İzmir'in dağlarından gelen, süvarilerin yeleleri güneşle parlayan atlarının nal sesleri değildi. Daha, çok daha derinden geliyordu bu ses.

Binalar korkudan mı titriyordu? Bir güç, sanki onları yerinden söküp almak istiyordu. Oysa daha bir gece öncesi, gelin gibi süslenmemiş miydi o binalar? Bayrak sallamıyorlar mıydı pencerelerinden sarkan anneler, babalar ve çocuklar?

Sallandı, sallandı, sallandı... hiç durmayacak gibi sallandı koca-koca binalar. Beşik gibi denemezdi buna. Beşikte sallanan büyümez miydi? Neden öldü onca insan? Peki ne demek gerekirdi bu duruma? Nasıl adlandırılabilirdi? Kelimeler kifayetsiz kaldı değil mi?

Son yılların, en üzücü, en korkutucu ve en yıkıcı felaketini yaşadık İzmir'de. İnsanlarımızın cansız bedenleri, birer-birer çıkartılıyorlar enkaz altından. Daha bir gece önce, Mustafa Kemal Atatürk'ün en büyük armağanının yıldönümünü kutlamıyorlar mıydı onlar? El ele, gönül gönüle "Ne Mutlu Türk'üm Diyene! Yaşasın Cumhuriyet" demiyorlar mıydı?

Bir ses duyuldu İzmir'de; derinden, sinsi ve yok edici. Beyaz atına alıp, götürdü sevdiklerimizi.