
Türkiye'de milliyetçilik neden yükselmiyor?
Milliyetçiliğin en önemli özelliklerinden birisi tehlike anında daha fazla hissedilmesi... Millî varlığa karşı bir tehdit söz konusuysa daha fazla ‘sarılma’ ihtiyacı duyulan bir olgu...Ağırlıklı olarak, rahatların ve gamsızların ideolojisi değil, millî varlığın devamını ‘öncelik’ yapan ve kaybı konusunda ‘endişe’ taşıyanların ideolojisi... Milliyetçiliği beslemesi gereken sosyal kaynaklar açısından Türkiye Danimarka’dan yüzlerce defa daha verimli!.. Danimarka’nın ne bölünme tehlikesi var, ne de delik deşik olmuş yüzlerce kilometrelik sınır hattı...Parlamentosunda millî marşlarından nefret eden bir grupları yok...
Komşularına bakın: Karadan Almanya, denizden İsveç...Bir de bizimkilere bakalım: Ermenistan, İran, Kuzey Irak, PYD, IŞİD, ÖSO, Şam rejimi vs...Yarın hangi sınır kapımıza hangi terör örgütünün bayrağının asılacağını bilmiyoruz...
Danimarkalılar içlerinde kimlerin bulunduğundan emin olmadıkları milyonlarca sığınmacıyı barındırmak durumunda değiller...Bizim topraklarımıza bir günde giren yabancı sayısı, Danimarka’ya on yılda girenlerden daha fazla...Ayrıca rahattan çatlayacaklar, millî gelir 40 bin dolara yakın...
Haziran ayı içerisinde iki ülkede de seçim oldu... ‘Tehlike’nin büyüklüğüne ve yakınlığına göz attığımızda Türkiye’deki milliyetçi hareketin, Danimarka’daki aşırı sağcı/ırkçı harekete göre çok daha fazla mesafe kat etmesi beklenebilirdi...Öyle olmadı, Türkiye’de MHP yüzde 16.3’te kalırken, Danimarka’da Halk Partisi 21.1 oy aldı ve yükselişini sürdürdü...
Elbette ‘göçmen ve İslâm düşmanlığı’ temeline oturmuş Danimarka’daki Halk Partisi Türkiye’deki MHP’nin muadili değil...Tıpkı Fransa’daki Ulusal Parti’nin, Yunanistan’daki Altın Şafak’ın, Bulgaristan’daki ATAKA’nın, İsviçre’deki Halk Partisi’nin, Hollanda’daki Özgürlükler Partisi’nin, Avusturya’daki ırkçı bloğun Türkiye’deki MHP’nin muadili olmadığı gibi...
Bizimkisi Batı’daki ırkçılıkla, bizdeki milliyetçiliğin mukayesesi değil...Batı’da ‘olmayan’ veya son derece ‘düşük profilli’ tehlikelere rağmen ırkçılık bu denli yükseliyor... Türkiye’de ise millî varlığın içinde düşürüldüğü büyük tehlikeye rağmen milliyetçilik bile beklenen mesafeyi kat edemiyor...
Muradımız, Türkiye’de neden Avrupa’daki gibi ırkçılığın yükselmediğinden dertlenmek değil... Irkçılık bu toprakların, bu kültürün ve sahip olunan dinî inancın dışında bir kavram... Doğduğu toprakların ve tarihin en fazla kan akıtılan kıtası Avrupa’nın problemi... Elbette gıpta edecek hâlimiz yok...Fakat ötekileştirmeyen, kuşatan, paylaşan, kendisinden sayan, bir gören ve bir arada yaşama iradesini ‘ortak kültür’le ifade eden milliyetçi yaklaşımın, ülkenin adım adım felâkete sürüklendiği günümüzde Meclis’in artık kapıya daha yakın yerinde tutunuyor olması inceleme gerektiren bir durum değil mi?
Ya milliyetçiler, toplumu yaklaşan tehlikeler karşısında ikna edebilecek inandırıcılıktan uzak ya da milliyetçilerin ‘tehlike’ olarak gördüğünü, uğruna milliyetçilik yapılan o millet ‘tehlike’ olarak görmüyor!.. Bir üçüncü ihtimal de, o millet tehlikeyi sezse de çözümün ‘o milliyetçiler’ eliyle gerçekleşeceğine inanmıyor...Yani yetersizlik duygusu veya güvensizlik hâkim...
“Türkiye’de milliyetçilik neden yükselmiyor?” başlıklı dünkü yazımızı, bu ay içinde seçime giden Danimarka ve Türkiye mukayesesine ayırmış ve şöyle bitirmiştik:
“Ya milliyetçiler, toplumu yaklaşan tehlikeler karşısında ikna edebilecek inandırıcılıktan uzak ya da milliyetçilerin ‘tehlike’ olarak gördüğünü, uğruna milliyetçilik yapılan o millet ‘tehlike’olarak görmüyor!.. Bir üçüncü ihtimal de, o millet tehlikeyi sezse de çözümün ’o milliyetçiler’ eliyle gerçekleşeceğine inanmıyor... Yani yetersizlik duygusu veya güvensizlik hâkim...”
Şimdi devam edelim: Bu ihtimallerin hangisi doğru olursa olsun, milliyetçiler ve onların çatıları açısından tam bir dram ortaya çıkıyor... Milliyetçi, inandıramıyorsa bu bir problemdir... Tehlikeyi doğru tanımlayıp, milletin dikkatini çekemiyorsa bu da bir problemdir... Eğer o millet tehlikeyi seziyor ama milliyetçileri ve onların siyasî yapılarını o tehlikelerle baş etme anlamında yetersiz buluyorsa bu çok daha büyük problemdir!..
Galiba esas sıkıntı şu: Bu problemlerin hangisinin doğru olduğunu bulma ve “Çözüm nerededir?” sorularına sağlıklı cevap arama gibi bir ihtiyacın hissedilmiyor oluşu... Küçük teselli noktaları bularak, gerçek meseleyi tartışılır olmaktan uzaklaştırmak, tıkaç veya tıkaçların bilimsel yöntemlerle ortaya çıkarılmasını engelliyor...
Şimdi dönelim başlıktaki soruya: Türkiye’de milliyetçilik neden yükselmiyor? Belki de doğru soru şuydu: Türkiye’de milliyetçilik yükseliyorsa, neden tamamıyla milliyetçi yapılarda temsil edilmiyor? Neden milliyetçiliğe düşmanlığını ilân eden yapılar bile bu potansiyelden daha fazla yararlanabiliyor? Eksik veya yanlış olan ne?
Bunu tartışmak, ’yasak meyve yiyip, Cennet’ten çıkarılmak’la eşdeğerse, yani ’yasağı konuşup siyasetten uzaklaştırılmak’sa eğer, oradan bir sonuç çıkmıyor maalesef... Tartışma olmayınca bilim olmuyor, bilim olmayınca gelişme olmuyor... Taassupla da buraya kadar!..
Cephede talim olamayacağına göre, bunu nispeten daha müsait olan bugünkü gibi günlerde tartışmak lâzım; önyargıdan uzak, muhaliflik ya da taraftarlık duygularından arınmış, tamamen milliyetçi düşüncenin siyasî geleceğini dert eder biçimde...
Belli ki seçimler zincirinin yaşanacağı bir döneme gireceğiz ve milletin önüne sandıklar daha sık gelecek... Milliyetçiler, darbeyle iktidara gelmeyeceğine göre, iktidar olmanın tek yöntemi seçmenlerin onayı olduğuna göre ve de önümüzdeki seçimlerde Arjantin veya Moritanya’dan yeni seçmen getiremeyeceklerine göre, kütüklerde kayıtlı seçmen kitlelerini ikna etmek mecburiyetindeler...
Sonuçların daha sağlıklı değerlendirilmesi ve çapraz doğrulama için birden fazla kamuoyu araştırma firmasına anket siparişi verilse ve şu sorulara cevap aransa: Belli oranlar etrafında gerçekleşen ve her seçim tekrarlanan donukluğun sebebi nedir? Neden beklenen patlamalar gerçekleşmiyor? Seçmenlerle milliyetçi siyasetin bütünleşmesini engelleyen tıkaçlar nelerdir; fikir mi, fikrin sunulma biçimi mi, propaganda yetersizliği mi, teşkilatlar ve kadro yapısı mı, genel başkan ya da kurmaylar mı, yoksa birden fazla sebep mi?
Madem ki yine bu halktan oy istenecek, ’malzeme’yi ve onun yaklaşımlarını bilmek ve ona göre tedbir geliştirmek gerekiyor... ’Cevaplardan korkmak’ bu tip çalışmaları engelledikçe problem kronikleşiyor, ’kapalı devre gazlama sistemi’yle geçiştiriliyor... Küçük konjonktürel kıpırdanmalardan teselliler çıkarılarak vaziyet idare ediliyor... Bu durumda kaybeden sadece milliyetçiler değil, o milliyetçilerin üzerine titredikleri millî devlet oluyor...
Elbette siyasî yapıları seçmen kitleleri yönetmez... Ve elbette seçmen çoğunluğunun her dediği ’mutlak doğru’ anlamına da gelmez... Fakat o kitlelerle aranızda demokrasinin mecbur kıldığı bir ilişki varsa, onu ikna etmenin yollarını bulmak bu oyunun kuralı... Onu yeterince ikna etmeyi zorlaştıran ’tıkaçlar’nelerdir? Milliyetçiler bu soruyu önemli bulup, çözüm aramaya niyetlendiklerinde, çözümün yüzde ellisi gerçekleşmiş olacaktır...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.