Mevcut iktidarın 20 yıllık serüvenini şöyle bir düşündüğümde aklıma ister istemez “Stockholm Sendromu” (SS) gelmektedir.

Bilirsiniz; bu kavram adını 1973 yılında İsveç’te yaşanan bir banka soygunundan almaktadır. Hikayesi şöyledir: Rehineler süreç içinde soygunculara karşı duygudaşlık “empati” geliştirmiş ve hatta onların yaptıklarını meşru görmüşlerdir. Yakalanan soyguncuların aleyhinde rehineler şahitlik dahi yapmamıştır. Hatta rehinelerden biri, nişanlısını terk etmiş ve ilgi duyduğu soyguncunun cezaevinden çıkmasını bekleyerek onunla evlenmiştir.

Psikiyatr Nils Bejerot’un (https://tr.wikipedia.org, 2022) tanımladığı terim SS hakkında Cumhuriyet Gazetesi şunları aktarır: “İnsanın kendisini zora sokan ve üzen koşulları kabullenmesi, savunması, sıkıntıya sokan koşulların nedenlerini görmemesi, ezilmesine rağmen ezenin yanında yer alması, hatta ezen kişiye karşı minnet duyması olarak da tanımlanabilen Stockholm Sendromu; rehinelerin kendilerini esir alanların duygularını anlama durumuna gelmeleri ve daha sonrasında suçlulara yardımcı olmaya çalışmaları ve sonunda özdeşim kurmaları hali olarak tanımlanır” (www.cumhuriyet.com.tr, 2021). Paragraf, yine şöyle devam etmektedir: “Stockholm Sendromu’na göre kurban/ezilen durumunda olan topluluk, kendilerini tehditle, şiddet yoluyla ve özgürlüklerini kısıtlamakla yoğun strese sokan kişilerin bakış açısını benimseyebilir. Bu durumda artık kendi bakış açılarına göre bir “kurban/ezilen” durumunda değildirler. İçinde bulundukları durum bir anda meşru ve doğru bir duruma, kendilerini ezen insan da aslında yanlış anlaşılmış bir kişiye, hatta bir tür kahramana dönüşür” (www.cumhuriyet.com.tr, 2021).

Yukarıda aktarılanlardan anlayacağımız husus; sizi kendi amaçları için (bir şekilde) esir alanlara meyledebileceğinizdir. Bu bağlanma pek çok psikolojik, taktiksel ve zaman/mekan olgularının hesaba katılması ile karmaşık (kompleks) bir süreci işaret eder. Bu süreci tetikleyen durumlar da meraka muciptir.

Stockholm Sendromu’na (SS) dair özdeşleşmeyi tetikleyen durumlar şöyle ifade edilmektedir:

1) Hayati tehlike.

2) Dış dünyadan soyutlanmışlık.

3) Bulunduğu ortamdan kaçamazlık ya da kaçamayacağına kanaat getirmek.

4) Saldırganın ara sıra arkadaşça ve yakın davranma taktiği (https://www.e-psikiyatri.com, 2012).

Şimdi Ak Parti’nin doğuş, gelişim, iktidar olma ve politik icraatlarına bütünlükçü bir skala ile bakabilirseniz, bu sosyal-psikolojik olgu ve mefhumlara yorulacak anlamlandırmaların Türkiye karşılığını düşünmenizi isterdim. Mesela ilk maddedeki “hayati tehlike” ile 28 Şubat ve devamı süreçlerin toplumsal etkisini bir düşünelim. Yine 2. maddede belirtilen soyutlanmışlığı “başörtüsü, yeşil sermaye avcılığı, üniversite yasakları, Batı Çalışma Grubu (BÇG) gibi yapıları” toplumsal olguda (tepkiselliği ile) düşünelim.

Üçüncü kertede, bulunduğu düzen içinde hapsedilmişlik ve bu kafeslenme ikliminde size hüsnü niyetle birilerinin yakınlaştığı, sekter ve ötekileştirici davranma iddiasının aksine (pavyondakinden de oy isteyerek) ve kurtarıcı gibi görülerek taktiksel (takıyye) düşüncenin nasıl geliştiğini ve carileştiğini hesaba katalım. Toplumumuz bankadaki rehinlere ne kadar benzemektedir, değil mi?  

Sendrom bahsinde genellikle aile içi şiddet olaylarının kurbanların saldırganla özdeşleşmesini kolaylaştırdığı ifade edilmektedir. Burada, şimdi; Türkiye’yi büyük bir aile olarak düşünmek gereklidir; çünkü her millet büyük bir ailedir. Pekiyi, bu özdeşlik kurmadaki kolaylaşma 1990’lar süresince ve 2000’lerin başında ülkede yaşananlar hesaba katıldığında Ak Parti’nin ekmeğine yağ sürmemiş midir? Ne mi demek istiyorum? Şöyle ki: Ak Parti, Türk milletini “gına getiren” her türlü sosyal, ideolojik, ekonomik zorlama ve uyumsuzluklara “saldıran” kimlik olarak meşrulaşmıştır. Bu durum (hatta vebal) Atatürkçülüğü, muhafazakârlığı, sosyal adaleti, sağcılığı ve solculuğu hoyratça kullanan tüm politik figür ve yapıların beceriksizliğinin sonucudur. Nasıl ki bankayı basan saldırganlar, kendilerince doğru ve işler gerekçeler üretebilmişse Ak Parti de bu gerekçeleri kullanmış, işler kılmıştır.

Banka soyguncularının İsveç toplumuna meşruiyeti sorgulatan eylemi ne ise Ak Parti’nin zaman içinde söylemleştirdiği arkaik plan da aynısıdır. 

İşte.. Ak Parti, iktidara bu saiklarda gelerek ve zamanla gücü eline almıştır. Dolayısıyla baskı/şiddet psikolojisi ve fiili, kurbanların(!) (inanan, muhafazakâr, orta sınıf eşraf, liberal, Kürtçü vs.) takdir etme eğilimini ve bir çeşit koalisyon kliğin, güçlünün (Ak Parti’nin) tarafında görünme lüzumunu beslemiştir. Kitlelerin ve sisteme muhalif kliklerin sağladığı destek, zamanla Ak Parti iktidarının abanmasında, kendi varsıllarını üretmesinde en etkili olgulardan biri olmuştur. Ak Parti artık efendileşirken biz rehinleri köleleştirmekten imtina etmemiştir.

Örneğin (SS) hakkında savaş ve savaş esirlerinde meydana gelen, karşı tarafa patolojik bağlanma örnek gösterilmektedir. FETÖ terör örgütü bu psikolojik etkiyi fazlasıyla kullanabilmiştir. Bankayı soymaya gelen grup içindeki en sinsi şebeke olarak karşımıza çıkmıştır! Dolayısıyla FETÖ, Türkiye’nin görüp göreceği en alçak hıyanet şebekesidir.

Türk müessis nizamına aleni saldırı halini alan yapı ve yapılara karşı maalesef saldırganıyla özdeşim kuranlar, ona/onlara çeşitli duyguların istismar edilmesi yüzünden özdeşim kurmuştur. “Başörtülü bacım”, “İmam Hatiplim”, “Kürt kardeşim”, “Ensar” kelimeleri ile kurulan cümleler öyle tahvil olmuştur ki ibretliktir! Fakat belirli “değer manzumesi” kabul edilen söylemlerin arkası boş çıktıkça ve sapkınlaştıkça (ranta tevil edildikçe) süreçte yaşanan kişilik değişimleri (https://www.e-psikiyatri.com, 2012) bir bozulma, kopuş ve köksüzleşmeyi hızla çoğaltmıştır. İlginç olan o’dur ki tüm yaşatılan tahribat ve çöküşlerin söylemsel önceliği, genelde dini söylem ve göstergelerin nobranca kullanımı beraberinde gelmiştir.

Başlangıç ve örneklem konumuza tekrar dönersek “Stockholm Sendromu”nun (SS) görüldüğü belli başlı gruplar şöyle ifade edilmektedir:

A) Rehin alma durumu ve benzer bir baskı yaratan kaçırılma durumları. B) Tecavüze uğrama, ensest ya da cinsel tacize maruz kalan çocuklar  (istismara uğrayan çocuk-istismar eden ebeveyn). C) Savaşta bulunma, savaş esirleri, toplama kamplarında yaşama… D) Hayat kadınları ve aile içi şiddete maruz kalan (dövülen eş-döven eş). E) Yoğun dini  (tarikat benzeri ) ve siyasi baskı uygulanması, diğer ifade ile “brainwashing” ve “takipçi-lider” olgusu. D) Uzun süren hapishane deneyimleri, örneğin: tutuklu-gardiyan ilişkileri ve “Ev hapsi”ne maruz bırakılma durumları (https://www.e-psikiyatri.com, 2012).

Yukarıdaki “E” şıkkına ısrarla odaklanmanızı isterim. Bu madde bir nevi “beyin yıkama” ediminin işlevsel çıkarımını bize anlatır. Maddeyi psikolojik temeline bağlı kalarak sosyolojik ve politik bir okumayla analiz etmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Elan bu satırları aşan bir konu olacağı elbet ortadadır ve özetle şunu ifade edebiliriz: Cumhuriyetin ve Türk milliyetçiliğinin asal değerlerine yapılan saldırılara karşı bir uyanıklık ve teyakkuz halinin var olmayışı bizi SS çıkarsamasına götürmektedir. Örneğin: “Annan Planı”, “Açılım süreci”, “Cemaat İhaneti”, “Suriye Politikası”, “Sığınmacı Sorunu”, “Ekonomik Kriz vs. sayılabilecek pek çok başlık, bir mazarrat hikâyenin ağır/nesnel sonuçları olarak karşımıza dikilmiştir. Bu mazarrat işlerin arka planı Ak Parti’nin sorunlu ve yetkin olmayan ideolojik bakışının tezahürleri olurken Türk toplumu (maalesef) gerekli ayma noktasına gelememiştir. SS’nin sonuçları hakkında hatırlarsanız ikinci paragrafta şu cümle geçmekteydi: “sıkıntıya sokan koşulların nedenlerini görmemesi”…  “Çözülecek sorunlar” iddiasıyla gelen iktidar yeni ve vahim ölçekli başka sorunlar yaratırken toplumun bir kesimi sendrom etkisi ile vahim hataları görmemiş, görmemeye devam etmektedir. Bu durum, katiyen toplumun bir kesimini suçlama anlamında yorulamaz! Biz bir “Doğu” toplumuyuz ve “lider” mottosu tarihi genlerimizde halen saklıdır. Sn. Erdoğan ortaya çıkan sendromun (bizce) amil/motif ismidir. Yoksa 20 yılı deviren iktidarında bunca hataya rağmen gücünü nispi de olsa muhafaza etmesinin başka izahı bulunamamaktadır. Elbette siyasi parti ve liderliklerinin(!) “yolbaşçı” olamayışı, Türk toplumunu gerekli ikazı almaktan bihaber bırakmıştır. Kılıçdaroğlu’na lider diyebilir miyiz? Nazarımda en fazla bir STK yahut cemiyet başkanı gibi durmaktadır. Ya Meral Akşener? MHP’nin artçı şoklarını kendine prim kılan becerisinden başka neyi var? Şimdi bir istisnanın izleri (artık) görülmektedir: Ümit Özdağ ve hareketi…

Kaynaklar:

Cumhuriyet (27 Mart 2021).https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/celladina-asik-olmak-stockholm-sendromu-nedir-1810074

Epsikiyatri (18 Aralık 2012). https://www.e-psikiyatri.com/stockholm-sendromu-nedir-ve-belirtileri-nelerdir

Vikipedi (28 Haziran 2022). https://tr.wikipedia.org/wiki/Stockholm_sendromu