10 Muharrem’i; her yıl kin ve nefretin zirve yaptığı bir intikam yemini, lânetleme ve kamplaşma merâsimi ya da sâdece sîne dövmekle ihyâ edilecek ritüel bir anma töreni veyâ yalnız gam ve mâtemden ibâret duygusal bir seramoni olarak görmememiz; aslolanın menfi, sathî, şeklî ve hissî olmanın ötesine geçip hâdiseleri akıl, iz’an, irfan, ibret, hikmet, sağduyu, vahdet, muhabbet, uhuvvet, birlik ve beraberlik şuuruyla değerlendirmemiz ve Kerbelâ’yı anma değil anlamamızın şart olduğunu idrâk etmemiz gerekir.

Çünkü bizim asıl meselemiz Kerbelâ’yı “anmak” değil, “anlamak”tır.

Kerbelâ’yı anlamak için; 10 Muharrem’in günümüze bakan yönlerini şuur plânında kavramak; Âşûrâ’yı kin ve intikam duygularından arındırmak, Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimizin ve Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın muhabbetinde bir araya gelip İslâm kardeşliğini yeni baştan pekiştirmemiz gerekir.

Çünkü “Kerbelâ’yı anlamak”; “..İnnemel mü’minine ihvetün..”[1] (Mü’minler ancak kardeştir) hükm-i İlâhisini kâmil mânasıyla hayata geçirip kardeşlik hukukunun gereğini yerine getirmek, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in, asırlar öncesinden günümüze ışık tutan “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır”[2] îkazını ete-kemiğe büründürmek ve Hz. Ali (k.v.) Efendimiz’in ifâde buyurduğu; “İnsanlar yâ dinde kardeş, ya da hilkatte eştir”[3] hikmetli ifâdesini rehber edinmektir. Dünyada ve gönül coğrafyamızda oluk oluk akan kanı durdurmak için, etnik ve mezhebi fitneleri körükleyenlerin, siyâsî ihtirasları ve her türlü îtilafı çatışmaya vesîle edenlerin, Tâgûtî düzenlerinin ve saltanatlarının devamını her şeyin üstünde görenlerin değirmenine su taşımamak için Kerbelâ’yı ibret nazarıyla okumamız ve anlamamız gerekir.

Kerbelâ’yı anlamak; Allah Resûlü(s.a.v.)’nün üzerindeki toprak kurumadan, Peygamber Nesli’nin bir kısmı henüz yeryüzünden çekilmeden; saltanat hırsının, kabile-kavim asabiyetinin, mal-mül-makam ve mevki iştihasının nasıl İslâm’ın mukaddes değerlerinin ve Peygamber hâtırasının önüne geçtiğini idrâk etmek, Müslümanların neden bu hale geldiğinin sebeplerini “efrâdını câmî, ağyârını mânî” olarak ortaya koymak, mezardakilerin pişman olduğu; şirk, küfür, insan öldürme, zulüm, düşmanlık, dünyaperestlik, nefsânîlik, asabiyecilik, fâsıklık vs. gibi cürümleri, bâtıl ve yanlış işleri yeniden icrâ etmemek, yeni pişmanlıklar ve düşmanlıklar üretmemektir.

Kerbelâ’yı anlamak; târihî acılardan yeni acılar devşirmemek, hüzünleri yeni hazanlara tebdil etmemek ve yüreklerimizi “sahrâ-ı Kerbelâ”ya dönüştürmemek için; Kerbelâ’nın geleceği inşâ eden bir mektep olduğunu bilmek ve bu okulun hikmet öğretisiyle gönül kapılarımızı ardına kadar bütün mü’minlere açmak Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in sâdece yasına değil, Hüseynî duruş mîrasına da sâhip çıkmaktır.

Kerbelâ’yı anlamak; 10 Muharrem’den; öfke, kızgınlık, tefrika, nefret ve kan dâvâsı üretmek değil; sağduyu, sekînet, müsamaha ve muhabbet tedrîs etmek; ayrılık, düşmanlık ve çatışma değil, birlik, beraberlik ve dayanışma tesîs etmek, her türlü kutuplaşmayı bir tarafa bırakıp kesretten vahdete kapılar açıp köprüler kurmak, kardeşlik şuurunu ayağa kaldırıp Müslüman yürekleri tek bir vicdana dönüştürmektir.

Kerbelâ’yı anlamak; Muharrem’in hatırına muhabbete kin katıp, yeniden yüreklere yeni kin ve nefret tohumları ekmek değil; Muhammedî muhabbeti çoğaltarak kîni Muharrem’de eritmek ve “acıyı bal eylemek”tir.

Kerbelâ’yı anlamak; eskilerin tâbiriyle; “Buğz-ı Muaviye’de değil hubb-i Ali”de birleşmek; yâni Muaviye ‘ye buğuz ederek içimizi karartmak yerine, Hz. Ali (k.v.) sevgisiyle gönüllerimizi gül bahçesine çevirmektir.

Kerbelâ’yı anlamak; Şühedâ-i Kerbelâ’nın Şiâ’nın tekelinde olmadığını ve Kerbelâ fâciâsını yapan / yaşatan zalimlerin ise aslâ Ehl-i Sünnet’i temsil etmeyip ‘ehl-i cinnet’ olduğunu bilmektir.

Kerbelâ’yı anlamak; İmâm-ı Şâfi’î’ (r.a.) Hazretleri’nin; Allâhü Teâlâ, bu kanlara ellerimizi bulaştırmaktan bizleri korudu. Biz de dillerimizi bulaştırmaktan kendimizi korumalıyız.” hikmet dolu uyarısını rehber edinmektir.

Kerbelâ’yı anlamak; kişileri değil, zihniyetleri sorgulamak, hâdiseleri kutsamak değil kavramak, nefret etmek değil ibret almak, Yezîd’e daha çok lânet etmede değil, Kerbelâ Şehitlerine rahmet talebinde yarışmak ve Hüseynî duruşu hakkıyla yaşayıp ve yaşatmak için akıl ve gönül teri dökmektir.

Kerbelâ’yı anlamak; “akîde” ( îman, ideâl, inanç) için mücâdele edenlerin peygamberlerden sonra bir insanın çıkabileceği en yüksek makâm olan şehâdet mertebesine yükselirken; “kabîle” (kavmiyet, asabiyet, etnik fitne) ve “ganime-t” (mal, makam, mevkî) uğrunda inançlarını zâyi edenlerin de insanın o en zelil çukura, Kur’ân’ın “esfel-i sâfîlîn”[4]* diye ifâde ettiği Cehennemin en dehşetli azap yeri olan gayya kuyusuna yuvarlanacağının da farkına varmaktır.

Kerbelâ’yı anlamak; Hüseynî duruşu rehber edinmek ve bu duruşun “üsve-i hasene”si[5]* olan Hz. Muhammed Mustafâ(s.a.v.)’nın hayatıyla en mükemmel bir biçimde temsil ettiği “akîde”yi baş tâcı eylemek; Hz. Hüseyin(r.a.)’e, Ehl-i Beyt-i Mustafa’ya ve muhibban-ı Gül-efşân’a zulmedenlerin, onları sahra-yı Kerbelâ’da aç-susuz bırakanların ve hunharca şehit edenlerin elde etmek istedikleri haram üzerine binâ edilmiş “gânime-ti de, Allah(c.c.)’ın ve Resûlulah(s.a.v.)’ın yasakladığı “kabile”ciliği de sorgulayıp, İslâm’a aykırı olan her şeyi hayatımızdan çıkarmaktır. İşte bu üç hâlin; “akîde”nin, “kabile”ciliğin ve “gânime-tin muhâkeme ve muhâsebesini Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre yaptığımız ve 10 Muharrem’e de bu açıdan baktığımız zaman; Kerbelâ’yı bir mektep olarak görür, ondan gerekli dersleri alırız. Böyle olunca da; Hz. Hüseyin (r.a)’in “akîde”yi, Yezîd’in “kabile”yi, Ömer b. Sad’ın ise “ganime(t)”i temsil ettiğini, bu üç damarın dün olduğu gibi bugün de yaşadığını “ilme’l-yakîn” olarak idrâk eder ve “aynel yakîn” olarak görürüz.[6] İşte o zaman “Kerb-ü belâ”yı anmanın ötesine geçer ve “Kerbelâ”yı hakkıyla anlamış oluruz. Ve bir de; H. 10 Muharrem 61 / M. 10 Ekim 680’den beri zamanın değiştiğini mekânın değiştiğini, imkânın değiştiğini, ilim ve irfânın değiştiğini, ancak dünyadaki çekişme ve savaşların müsebbibi olan bu üç unsurun; “akîde”nin, kabile”ciliğin ve “gânime-tin şekil ve isim değiştirse bile öz îtibâriyle ve muhtevâ olarak değişmediğini görürüz. Hâl böyle olunca da Ârif Nihat Asya’nın o muhteşem Naat’ındaki;

“Diller, sayfalar, satırlar

‘Ebû Leheb öldü’ diyorlar;

Ebû Leheb ölmedi yâ Muhammed

Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor…”[7]

dizeleri hatırlar ve biz de ‘İbn-i Ziyadlar, Ömer b. Sa’d’lar ölmedi, Yezîdler kıt’alar dolaşıyor’ demekten kendimizi alamayız. Çünkü Kerbelâ, yaşanmış ve tarihte kalmış bir olay ve Yezîdler, İbni Ziyadlar ve Ömer b. Sa’dlar geçmişte kalmış kişiler değildir. Bu îtibarla aslolan; Alevîsiyle, Sünnîsiyle hepimizin; aslâ şehvet sapkını ve sarhoş bir yaratık olan Yezîd b. Muyaviye gibi saltanat ve asabiye peşinde koşup, “kabîle”cilikte zulmün zirvesine çıkarak Yezîdleşmemek; mal-mülk-makam ve mevkî hırsıyla nefs-i emmâreye boyun eğen dünyaperest Ömer b. Sa’d gibi zulüm çarklarına dişli olup “ganime-t için zâlimleşmemektir. Ve asıl meselemiz Kerbelâ’yı kâmil anlamıyla idrâk ederek, Hüseyni kıyamın dayandığı meşrûiyeti bilerek hareket etmek ve Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in; îmanını, inancını, ibâdetini, ihlâsını, ilmini, irfânını, takvâsını, tevekkülünü, teslimiyetini, muhabbetini, samimiyetini, izzetini, cesâretini, şehâmetini, ahlâk, erdem ve fazîletini yâni “akîde”sini kuşanmaktır.

Eğer bizler; 10 Muharrem’i “Allah’ın nûruyla bakan mü’min ferâsetiyle”[8] okuyabilirsek; Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a.)’in yürüdüğü îman ve irfan yolunun ne olduğunu hakkıyla idrâk edebilirsek ve Kerbelâ’yı “akleden kalp” ile anlayabilirsek; hâlâ kanayan yaralarımızın çaresinin de, merheminin de ne olduğunu hakkıyla bulabilir ve bilebiliriz...

Ancak bizlerin; Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’i hakkıyla anla/ya/madığımız, Kerbelâ’dan gerekli dersleri çıkar/a/madığımız, geçmişte de, günümüzde de aynı yanlışlara düştüğümüz, “bir yılan deliğinde iki kere”[9] değil asırlardan beri binlerce kez ısırıldığımız gün gibi âşikârdır. Öyleyse tekrar aynı hatâlara düşmemek adına yapmamız gereken en önemli şey; Kerbelâ’yı şuur pânında idrâk etmek, yeni 10 Muharremler yaşanmaması için “akl-ı selîm” ile meselelerimizi değerlendirmek, Kerbelâ’da şehâdet ile yazılan nübüvvet mektubunu ibret nazarıyla tekrar tekrar okumak ve Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a.)’in en büyük gâyesinin kendisinden sonra yeni Kerbelâların yaşanmaması olduğunu bilmektir.

Eğer bizler Kerbelâ’yı doğru anlarsak, yeni Kerbelâların fitne ateşi söndürebilir; zâlime, zulme ve adaletsizliğe rıza göstermeyen Hüseynî tavır ve duruşu rehber edinebilir ve Kerbelâ’nın, En Son Peygamber(s.a.v.)’in Sevgili Torunu tarafından günümüz için yazılmış izzet, hikmet ve ibret dolu bir nübüvvet mektubu olduğunu da hakkıyla kavrayabiliriz.

Bu duygu ve düşüncelerle Kerbelâ Fâciâsı’nın 1339. yılını idrak ederken; Muharrem ayının; size, âilenize, Türk Milleti’ne, İslâm Âlemi’ne ve bütün insanlığa hayırlar getirmesini diliyor ve Âşûre gününün Kerbelâ’yı anlamamıza vesîle olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyâz ediyorum.

 

[1] Hucûrat, 49/10

[2] Ahme b. Hanbel, Müsned, IV, 375

[3] Mısır Vâlisi Mâlik Eşter en-Neha-î’ye yazdığı mektuptaki ifâde

[4] Tîn, 95/5; *Aşağılar aşağısı

[5] Azhâb, 33/21; * En güzel örnek

[6] 2011 yılında kaybettiğimiz İslâm Dünyası’nın ünlü filozofu Faslı Muhammmed Abid el-Cabirî; “Felsefî Mîrasımız ve Biz” ve “İslâm’da Akıl” isimli makâlesinde Efendimiz’den sonraki İslamın siyasal tarihini incelediğimizde “akîde” (îman ve inanç); “kabîle” (kavmiyet, aile, asabiyet) ve “ganîme” ( mal, makam, mevkî) kavramlarını doğru biçimde anlamamız ve bu kavramların gölgesinde yaşanan olayları değerlendirmemiz gerektiğini yazmaktadır.

[7] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, 62-74

[8] Tirmîzî, Tefsirü’l-Kur’an, 16; Suyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr, I, 24

[9] Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 6