SAĞLIK BAKANLIĞI’NIN YERİ VE KİRA MESELESİ

Şehir Hastaneleri ile ilgili üç – dört yazı yazdığım için “artık yeter” diyordum ama olmuyor işte! Bu yazının birinci bölümü doğrudan Ankara’daki Bilkent Şehir Hastanesi ile ilgili olmasa da bağlantılı oluşundan dolayı konu yine oraya gidip dayanacak gibi görünüyor…

23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılıp TBMM Hükümeti’nin kurulmasından sonra 3 Mayıs 1920 tarih ve 3 Sayılı Kanun’la Sıhhat ve İçtimai Muavenet Bakanlığı (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı) kurulmuş, Ankara’da bu Bakanlığın bulunduğu mevkiye de “Sıhhiye” adı verilmişti. Günümüzde de Ankara’nın ulaşımı en kolay merkezlerinden biri olan ve aynı adı taşıyan semt artık ne yazık ki adını aldığı kurumdan mahrum bırakıldı.

Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin baş sembollerinden biri olan Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü gibi Sağlık Bakanlığı da yerinden yurdundan edildi. Tabir yerinde ise kendi gitti, adı kaldı yadigâr! Cumhuriyet’imizin ilk Sağlık Bakanları olan Adnan Adıvar, Refik Saydam, Dr. Rıza Nur ve Mazhar German herhalde bundan haberdar olsalardı kahrolurlardı.

Bir ülkenin, bir şehrin ve hatta herhangi bir beldenin sembol değerleri vardır ve o değerler mutlaka korunmalıdır. Mesela Avusturya’da Viyana’yı, Çekya’da Prag’ı görenlerin kendilerini bir anda Ortaçağ’ın yapıları arasında bulup adeta o iklimi yaşamalarının sebebi işte budur: Tarihe ve Sembollere Saygı!

Bizde ise gelip geçen yöneticiler ve belediyeler adeta tarihin izlerini silmek için yarış ediyorlar.

Ankara Valiliği, Ankara’nın kalbi olan Uus’taki tarihi binasından alınıp Sıhhiye’deki Sağlık Bakanlığı binasına taşınırken bulunduğu semte adını veren Sağlık Bakanlığı da Bilkent Şehir Hastanesi müştemilatı gibi duran ya da öyle anlaşılan bir binaya kiracı olarak gitti. “Anlaşılan” diyorum, çünkü devlet nasıl Şehir Hastanelerini yapan firmaya/firmalara 25 yıl boyunca kira ödeyecekse Bakanlık binası için de ödeyecekmiş. Bir bilseniz hem de ne kira! 2017 yılında ödenen kiranın aylık 2 Milyon TL’nı geçtiği açıklanmıştı ve ödemeler güncel döviz kuru üzerinden yapılıyordu. Aradan iki yıl geçtiğine ve döviz yükseldikçe yükseldiğine göre şimdilerdeki aylık kiranın ne olduğunu bilemem. Yalnız yeni bir şey daha öğrendim ki ne siz sorun ne ben yazayım!

Ama madem satırlarım beni buraya çekti, okuyucularımı ve milletimizi meraktan çatlatmak olmaz; yazmalıyım: Meğer “güncel döviz kuru”nun da “günceli” varmış. Daha önce “Ben de Ekonomist Oldum” başlıklı bir yazı bile yazmıştım ama meğer olamamışım. Öyle uygulamalar var ki şeytana pabucunu ters giydirecek cinsten… Aylık kira ödemeleri döviz kuru üzerinden yapılıyormuş ama yalnızca ne dolar ne de avro üzerinden! Ödeme günü dolar kuru yüksekse dolar, avro kuru yüksekse avro geçerli imiş! Buna firmanın uyanıklığı mı yoksa devlet yetkililerimizin saflığı mı denir bilemedim doğrusu. Ama bildiğim bir şey var, o da bu “Yap işlet devret” işleri milletimize çook pahalıya mal olacak, çok!

***

DERNEK ENFLASYONU

“Yaşımızı başımızı aldık” diyoruz ama daha öğreneceğimiz neler var neler…

Malum, Türkiye’de 81 il var. Eğer ekleme ve çıkarmalar olmadı ise 972 İlçe, 31.937 Mahalle ve 18.292 de Köyümüz var imiş. Yeni bilgi sahibi olduğum bir konu ise İçişleri Bakanlığı kayıtlarına göre 112.722 adet Derneğimizin olması!

Dernekler Sivil Toplum Kuruluşlarıdır ve hakkıyla işledikleri, işletildikleri takdirde bir millet için, devlet için vazgeçilmez/vazgeçilemez unsurlardır. Gelişmiş Batı ülkelerinde bu dernek ya da sivil toplum kuruluşlarının oynadığı rolleri, alınan kararlardaki etkilerini biliyoruz. Eskiler bir “keyfiyet” ve “kemiyet”ten bahsederlerdi. Keyfiyet “kalite ve nitelik”, kemiyet ise “miktar ve nicelik” olarak açıklanır. Bizdeki sivil toplum kuruluşu ya da derneklerin sayısına baktığımızda “Sürüsüne bereket” demekten kendimizi alamıyoruz ama gerçekten bereketli olup olmadıkları, kalite ve nitelik taşıyıp taşımadıkları tartışılır.

Çünkü bu derneklerin bir kısmı kâğıt üzerinde duruyor, bir kısmı “Yengem kına yakınmış ben de yakınayım” kabilinden laf olsun diye kurulmuş ama ne yazık ki çoğu da ucundan kıyısından ya da tam ortasından siyasete bulanmış durumda. Genel ve yerel seçimlerde siyasilerin uğrak yerlerinin başında hemşeri derneklerinin geldiğini yakinen biliyorum. Ankara’da Kırşehir, Yozgat, Çankırı ve Çorum illerinin pek çok derneği var. Öyle ki, Ankara’da yalnızca Kırşehir ili, ilçeleri ve köylerine ait 60 dernek bulunuyor. Sanırım bunlardan 55’i bir Federasyon çatısı altına girmiş durumda.

Derneklerin siyasete bulaşmalarındaki kabahat elbette yalnızca onların değil. Çünkü devlet ya da daha doğru bir ifade ile siyasi iktidarlar tıpkı sendikalar gibi dernekleri de buna mecbur bırakıyorlar. Mahalli seçimlerde listelere ilgili derneklerden mutlaka Belediye Meclisi ya da İl Encümeni adayı alınır, dernekler de buna can atarlar. Çünkü büyük şehirlerde bulunan dernekler aynı zamanda siyasi partilerin “oy depoları” olarak görülmektedir. Böyle olunca derneklerin “hizmet aşkı” otomatik olarak menfaat önceliğine dönüşmektedir. Özellikle son yıllarda iktidara yakın birtakım dernek ve vakıfların devlet imkânlarından nasıl faydalandırıldıkları zaten herkesin malumu.

Dolayısıyla devlet ve millet olarak kendimize çekidüzen vermek zorundayız. Hak hukuk adalet kişilere ya da siyasi tercihlere göre değil, arkadan, sağdan – soldan dolanıp kitabına uydurularak da değil mutlaka olması gerektiği gibi uygulanmalıdır. Çünkü sağlıklı işleyen sivil toplum örgütleri demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdırlar.

Lafın buraya geleceğini planlamamıştım ama sivil toplum kuruluşlarının gerektiği gibi sağlıklı işlemeleri/işleyebilmeleri için de önce demokrasi anlayışımızdaki eksiklikleri gidermemiz gerekiyor galiba; ne dersiniz?