“Damat Bakan” olarak tanınan ve konuşmaları sırasında sık sık “Bakın burası çok önemli” dediği için esprilere konu olan Berat Albayrak, sosyal medya hesabından yaptığı açıklama ile görevinden affını istemiş, satırları arasına da “At izinin it izine karıştığı, Hak ile batılı ayırt etmenin zorlaştığı böyle çetin bir zamanda” ifadelerini özenle/özellikle yerleştirdikten sonra sırra kadem basmıştı. Adı hep geçse de, aradan dört ay kadar bir zaman geçmesine rağmen şu satırlar yazılana kadar ortalıkta görünmedi.

Yalnız, son zamanlarda olup bitenlere şahit olduktan sonra, Berat Bey gerçekten de durduk yere “At izi it izine karıştı” dememiş demekten kendimi alamıyorum!

Öyle bir sistemle yönetiliyoruz ki, devlet hiyerarşisi diye bir anlayış kalmadı. “Bakan” olarak anılsalar da kabinedeki Bakanların memurdan ya da komutanların emir erlerinden farkları yok. Cumhurbaşkanlığı adına hem Sayın Cumhurbaşkanı kendisi, hem atamayla gelen Cumhurbaşkanı Yardımcısı, hem Cumhurbaşkanı Sözcüsü ve hem de İletişim Başkanı açıklama yapıp siyasi demeç verebiliyorlar. Hadi Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü adı üstünde “Sözcü” de, İletişim Başkanı bir bürokrat olduğu için özellikle siyasi konularda açıklama yapmaması gerekmez mi? Bunun gibi, Ayasofya’ya “Baş İmam” kadrosu ile atanan biri de sanki Diyanet İşleri Başkanı gibi açıklamalar yapıyor, teweetler atıyor. Öyle ki bırakın İmamlığı, adeta siyasi bir kişilik gibi davranmasına rağmen ne Diyanet İşleri Başkanlığı’nca ikaz ediliyor ne İstanbul Valisinden bir ses var ne de Cumhurbaşkanlığı katından! Neylersiniz ki, hani Şener Şen’in oynadığı bir reklam filmi vardı ve “Mümkünlü’de her şey mümkündür” diyordu ya; memleket adeta Mümkünlü haline gelmiş durumda! Hal böyle olunca İstanbul’da Sultan Ahmet ve Fatih, Ankara’da da Hacı Bayram ve Kocatepe Camii’nin Baş İmamları da aynı davranışı göstermeye başlarlarsa halimiz nice olur? Dinimiz böylesine yıpratılmamalı, din adamları politik birer figür olarak ortaya salınmamalıdır.

Hakkını yemeyelim; Türk kadınına Atatürk zamanında, 5 Aralık 1934’te seçme ve seçilme hakkı verilmesine rağmen “Bunu hayata geçiren Ak Partidir” diye uçuk bir demeç vermesi ve TBMM’de öfkeli karşı çıkışları ile tanıdığımız AKP Grup Başkan Vekili Özlem Zengin o Baş İmam’ın açıklamalarından rahatsız olduğunu ifade ederek, “Siyaseten bize zarar veriyor” demişti. Özlem Hanım’ın ikazına aldırmamış olmalı ki Baş İmam Efendi Anayasa, Ekonomi gibi üzerine vazife olmayan her konuda konuşup yazmaya devam ediyor.

Son 20 ayda tam 4 Merkez Bankası Başkanı ile tanıştık. Dünyada bir örneğinin daha olduğunu sanmıyorum, bilmiyorum. Devlet yönetiminde ve para politikaların oluşturulmasında çok önemli bir yeri olan Merkez Bankası Başkanlığı ne yazık ki “Mevsimlik İşçi” durumuna düşürüldü. 4 – 5 ayda bir Başkan değiştirilmesi gerçekten de çok tuhaf. Devlet kurumları böylesine kolay yıpratılmamalı, bağımsızlıkları korunmalıdır. Son yapılan gece yarısı operasyonunun ardından döviz ve altın piyasalarının durumu ortada. Ekonomi yazarı değerli hemşerim Özcan Kadıoğlu oturup hesaplamış. O hesaba göre bu görevden almanın milletimize maliyeti 2 Atatürk Barajı, / bir Avrasya Tüneli ve 1.800 km Hızlı Tren Hattı maliyetine eşdeğer. Bundan sonraki döviz artışlarında kendi kıyaslamamızı yapabilmemiz için de bir kolaylık sağlamış Özcan Bey. Dövizdeki 10 kuruşluk artış bir Avrasya Tüneli değerinde imiş. Bu durumda artış devam eder ya da Pazartesi seviyesinin birazcık altında birazcık üstünde seyrederse yandık demektir. Bir de “Yap İşlet Devret” metodu ile yaptırılıp döviz üzerinden ödeme yapılan Şehir Hastaneleri, Osman Gazi Köprüsü ve müşteri garantili olmasına rağmen vadedilen müşterinin dörtte biri bile geçmeyen Zafer Havaalanı gibi yapıların müteahhitlerine ödenen/ödenecek olan paraları düşünürsek içinden çıkamayız.

Peş peşe açıklanan “Gaz bulundu” haberleri, hukuk ve ekonomi alanlarında yapılacağı söylenen ama genelde içi doldurulamayan reformlar, “Aya gideceğiz” haberi millette karşılık bulmadı. Hayat pahalılığı, zam üstüne zam, vergi üstüne vergi, salgının önüne geçilememesi insanda ne heyecan bırakıyor ne istek, ne arzu!

Üstüne üstlük, sokakta maskesiz dolaşanlara ceza kesilirken, bazı kendini bilmez bekçi ve polisler “Maskeyi yanlış taktın, çene altına indirdin” diye millete meydan dayağı atarken özellikle AKP kongrelerinde hiçbir kural tanımadan salonların lebaleb doldurulması gibi de ayrı bir derdimiz var. O salonlara ne Sağlık Bakanı müdahale edebiliyor ne İçişleri Bakanı ve ne de bekçiler, polisler gidip ceza kesebiliyorlar. İttifak ortağı MHP kurallara uygun bir kongre yaparken AKP’nin hiçbir kural tanımadan salonları doldurup bununla da övünmesi olacak iş değil ama oluyor işte!

Yalnız kongreler de değil… Taziyeler yasaklanıp cenaze namazlarına katılım sınırlandırılmış olmasına rağmen AKP mensuplarından ya da “Ağabeylerinden” biri salgın hastalıktan bile vefat etmiş olsa cenaze töreni için hiçbir kural geçerli olmuyor. İnancımıza göre “Allah adildir ve adil olanları sever” ama adalet şaşıyor ve şaşırılıyorsa ne demeli, nerelere gitmeli?

İktidar gerçekten ne yapacağını şaşırmış durumda. Son günlerde tuhaf tuhaf kararlar alınıyor, tuhaf tuhaf uygulamalar yapılıyor…

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılıp 14 Mart 2012 tarihinde onaylanan ve 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren uluslararası bir sözleşme var. “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” adını taşıyan, İstanbul’da imzalandığı için de kısaca “İstanbul Sözleşmesi” diye anılan bu sözleşme 21 Mart gün yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararı ile feshedildi. “Tuhaf” demem şu ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından imzalanan sözleşmenin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından feshedilmesi garibime gitti doğrusu. Üstelik bu sözleşme TBMM’de başta AKP milletvekilleri olmak üzere bütün siyasi partilerin iştiraki ve oy çokluğu ile kabul edilmişti. Tuhaflık yalnız bununla da sınırlı değil tabii; zincirleme olarak devam ediyor. Bu tuhaflıklar zincirini şöylece devam ettirebiliriz: Sözleşmeyi alkışlarla kabul edip birbirlerini tebrik edenlerin feshedilmesini de alkışlayıp memnuniyetle karşılamaları. İmzalandığında methiyeler düzen gazeteci geçinenlerin, feshedildiğinde de adeta zil takıp oynamaları. Sözleşme aleyhinde konuşan ve feshedilmesine sevinenlerin hemen hepsinin de zahmet edip metni bile okumamış olmaları. “Falan karşı olduğuna göre bir bildiği vardır” anlayışı. “Şeyhim istemediğine göre vardır bir hikmeti” mantığı!

Onun için yazıma “At İzi İt İzine Karışmış İse Neyi, Nasıl, Niçin Yazayım” başlığını koymuştum. Çünkü bu arabesk anlayış, bu yağcılık, bu vurdumduymazlık bana göre değil. Ben ve arkadaşlarım, kendi ifadesi ile “Altı gazeteden kovulan, birinden de kendi isteği ile ayrılan” büyük dava adamı Galip Erdem’in tedrisatından geçmiştik. O, “kovulduğu” ve ayrıldığı gazetelerin her birinde ilk yazısına şu ifadelerle başlıyordu: “Bu gazetede belki inandıklarımın hepsini yazamayacağım ama inanmadıklarımı asla yazmayacağım!” Ben de Allah’a şükür inanmadıklarımı asla yazmadım, yazmayacağım. Muhalif bir gazeteciye yakınan ve “Yandaş” tabir edilen gazetelerden birinde görevli olan gazeteci, “İnanmadıklarını” yazmak zorunda kaldıkları için “Sizin işiniz bizimkinden kolay” demiş. Bu haberi okuyunca ben de Rahmetli Galip Erdem’in ders niteliğindeki anlayışını hatırlatmak istedim.

Tuhaflıklar bitmek tükenmek bilmiyor; devam edelim…

Büyükşehir Belediyelerinin iştirakleri, şirketleri var malum. Yıllardan beri o belediyelerin hemen büyük çoğunluğu Ak Parti’de idi ve başkanlar diledikleri gibi atama yapabiliyor, Belediye Meclisleri o işe karışmıyordu. Ancak devir değişip Büyük Şehir Belediyelerinden on biri Millet İttifakından seçilen Başkanlara geçince önlerine çeşitli engeller çıkarılmaya başlandı. Yıllardır işletilen aş evleri engellendi, yardım için toplanan paraları bloke edildi, süt dağıtımları ve ekmek büfeleri açmaları bile problem haline getirildi. Şimdi de Belediye Şirketlerine atama yetkileri Başkanlardan alınıp Belediye Meclislerine veriliyor. Sebep açık; çoğu Büyükşehir Belediyesi’nde Başkan Millet İttifakından ama Meclis çoğunluğu Cumhur İttifakında!

Bir de İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı meselesi var. Büyükşehir Belediyesi, İstanbul’un o en merkezi, en meşhur meydanını beton yığını olmaktan kurtarmak için projeler geliştirmişti ve öyle anlaşılıyor ki hemen yanındaki Gezi Parkı ile de bir bütünlük sağlanacaktı. Ancak ne var ki en az 25- 30 yıldan beri İstanbul’u yönetirken Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devretmeyi akıl edemeyen AKP’liler şimdi o parkın yönetimini de Vakıflara devrediyorlar. Sebep, parkın mülkiyetinin Sultan Beyazıd-ı Veli Vakfı’na ait olması imiş! Olabilir, onda bir beis yok ama vakıfların görevi park işletmeciliği değildir. Vakıfların Park ve Bahçeler Müdürlüğü, park bekçileri, temizlikçileri, peyzajcıları yoktur. Yapacağı iş, pek çok vakıf mülkiyetini olduğu gibi yine birilerine yok pahasına kiraya vermek olacaktır. Yaşarsak hep birlikte göreceğiz ama bu doğru değil. Yapılacak en doğru, en adilane iş vakıf tarafından parkın İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne devredilmesidir.

İşte böyle…

Bu şartlar altında neyi, nasıl, niçin yazacağız? Yazsak okuyan kim, söylesek dinleyen kim? Yalnız gelin görün ki “Nerede bir kötülük görürsen elinle, elinle önleyemezsen dilinle önle, onları da yapamıyorsan kalbinle buğz et” emrine de uymamız gerekiyor. Elimizle önleme gücüne sahip değiliz. Kalbimizle buğz ettiğimiz/edeceğimiz konular da vardır amma dilimiz yerine kalemimizi kullanarak tarihe not düşmeye çalışıyoruz. Allah’tan hayırlısını dilemekten başka da çaremiz yok!