Bir insanın Müslüman olması için ilk söylemesi gereken Kelime-i Şahadette çok önemli hakikatler vardır.

Bilindiği üzere İslam insanı önce bir birey olarak muhatap alır. Ona şahitlik yapması için teklif sunar. Kabul ettiğinde de öncelikle fert olarak üstlendiği sorumluluklardan kaçamayacağını hatırlatır. Sonra da sosyal ibadetlerin sorumluluğunu yükler.

İslam insanı içine alırken mühim bir sözleşme yapar ve devamında bu sözleşmeye sadık kalmasını ister. Bu tür bireylerin özelliklerini anlatırken de, “O inananlar ki verdikleri söz de dururlar.” Açıklamasını yapar.

Malumunuz Kelime-i Şahadetin sözleri şöyledir:

“Ben şahadet ederim ki Allah birdir, ondan başka tanrı yoktur. Yine şahadet ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.”

İslam Kelime-i Şahadet ile insanı önemsiyor ve içine alabilmesi için birey olarak şahitlik yapmasını talep ediyor.

Evet, nasıl bir önemseme ile karşı karşıya kaldığımızı idrak edebiliyor muyuz?

Âlemleri yoktan yaratan Allah (cc) bu yaratıklar içinde cismen hiçbir şey ifade etmeyen insanı muhatap alıyor ve onun şahitliğine önem veriyor ve genel olarak, “Şahitlik yaparak Benim birliğimi ve Benden başka ilah olmadığına şahitlik yap.” Diyor.

Çapımız ne ki Allah (cc) bunu bizden istiyor da başkasından istemiyor?

Malum ayetin ifadesiyle insana verilen emanet dağlara taşlara teklif edilmesine rağmen üstlenmekten çekinmişler ve insan üstlenmiş.

Mesela Güneş insanın karşısına çıkıp, “Sen kimsin ki Âlemlerin Rabbi olan Allah (cc) seni muhatap alarak şahitlik istiyor?” dese ne cevap verebiliriz?

Neyimiz var sermaye olarak?

Biz yokken her şeyimizi yaratan kim?

Bize akıl veren, düşünme melekesi hediye eden, maddi ve manevi bütün latifelerimizi bağışlayan kim?

Bizim inancımıza göre bütün bunları bize veren Âlemlerin Rabbi olan Allah(cc)’tır.

Bu inanç gösteriyor ki, bize ait bir şey yok iken muhatap alarak Rabbimizin bize birey olarak değer vermesinin altında mühim bir gerçek yatıyor.

Bu gerçek, birey olmamızı başkasına kaptırmadan, bize bahşedilen aklı çalıştırarak, yine bize hayat rehberi (Kullanma kılavuzu) olarak gönderilen vahyi anlamak ve istediklerini hayatımızda göstermektir. Bunu yapabilmenin tek yolu birey olmamızı muhafaza etmektir. Birey olmamızı kaybettiğin an şahitliğimizin de bir kıymetinin olmadığını Kelime-i Şahadet bütün açıklığıyla hatırlatıyor.

Peki, İslam’da birey olmak bu kadar önemli iken “Cemaat” olmak önemsiz mi?

İnsan sosyal bir varlıktır ve hayatını idame ettirebilmesi için mutlaka diğer insanlarla teşrik-i mesaiye ihtiyacı vardır. Ancak burada kaçırılmaması gereken gerçek, cemaat / cemiyet halinde devam edelim ederken birey olmanın özelliklerini kaybetmemektir. Çünkü bütün büyük sorumluluklar bireyin üzerine yüklenmiştir.

İnsan olarak hayatımızda birey olmanın özelliklerini (Düşünmek, sorgulamak, anlamak ve şuurlu yaşamak) koruyor ve üzerimize yüklenen sorumlulukları biliyor muyuz?

Buna “Evet” diyebilenlere ne mutlu?

Ancak yapılan araştırmalar özellikle çağımızda bireyin bu özelliklerinin çoğunu tarikat, cemaat ve cemiyet içinde kaybettiğini gösteriyor. Birey olma özelliğini kaybeden insan tarikat, cemaat veya cemiyet içinde sürüye dahil oluyor ve artık düşünmek, sorgulamak, anlamak ve şuurlu yaşamak gibi özelliklerini kaybediyor.

Gelin isterseniz bu gerçeği ülkemizdeki tarikat ve cemaatlere tabi olan bireylerin ne hale geldiği üzerinden inceleyelim.

Mesela A tarikatı veya B cemaatine giren kişinin kendi başına yani bireysel olarak düşünmesi, sorgulaması mümkün müdür? Mevcut tarikat ve cemaatlerin yapıları buna müsaade ediyor mu? Liderine ve şeyhine bağlılığı, “Gassalın elinde meyyit” (Ölü yıkayıcısının elinde ölü) olarak gören bir yapının ferdin düşünmesine, soruşturmasına, anlama ve şuurlu yaşamasına izin verir mi? Vermediğini binlerce örnekle tarikat ve cemaatlerde görmemiz mümkündür.

Yine mesela A veya B tarikat veya cemaatine giren birisi şeyhi veya lideri inandığı esaslara aykırı bir fikir/düşünce ileri sürdüğünde ferdin o yapı içinde kalarak itiraz etmesi ve “Yanlış düşünüyorsunuz.” Diyebilmesi ne kadar mümkündür?

Mevcut yapılanda olan dayatmanın özeti şudur:

“Sizin düşünmenize ve sorgulamanıza gerek yoktur. Sizin yerinize gavsımız / tarikat şeyhimiz / cemaat liderimiz / hocamız / parti başkanımız vs. vs. düşünür. Siz onlardan daha mı iyi bilir daha mı iyi düşünürsünüz? Size düşen biat etmek, tabi olmak ve onların dediğini yapmaktır. Kurtuluş bundadır.”

Peki, bu düşünceler ferdi muhatap alan vahiy merkezli inançlardan ne kadar referans alabilir sizce?

İslam tarihi içinde zuhur eden Mehdi ve Mesihlik hakaretlerinde en önemli etken bireylerin yok edilmesi olmuş ve adeta Mankurt veya zombi haline getirilerek ölüme bile gönderilmiştir. Hasan Sabbah’ın Bâtınilik hareketinin temelinde bu gerçek yattığı gibi günümüzdeki tarikat ve cemaatlerin yapılanmasında da vahiyden referans alması mümkün olmayan aynı inanç vardır. Lider / Gavs / Şeyh / Hoca ne emretmişse müridin emredilene uymamaktan başka çaresi yoktur. Çünkü bu yapılara itaat etmeyenin Cehenneme gideceği telkin edilir ve Cennetin en üst köşeleri vaat edilir. Buna inanan müritler ise Cennet kazanma ve Cehennemden kurtulma saikiyle gerekirse hayatını bile vermekten çekinmezler.

15 Temmuz bu anlamda bireylerin düşünmesinin katledildiği bir Mesihi harekettir. Fetullah müritlerine Cennet vaat etmiş ve mürtleri de buna inanarak yıllarca uğruna mücadele ettiklerini övünerek anlattıkları vatanlarına, milletlerine ve dinlerine ihanet etmekten çekinmemişlerdir. Çünkü günaha bile girseler zihni alt yapılarında tanrılaştırdıkları Fetullah (Mehdi ve Mesih olarak) gelip onları kurtaracaktır. Diğer bazı mezhep ve tarikatlarda gelmesi inanılan “Kurtarıcı imam, Beklenen imam” gibi düşünceler de aynı anlayıştan zuhur etmektedir.

Bireyin özgürlüğünün elinden alınarak Bu Mankurt yapılmasının en tipik örneği 15 Temmuz gecesi Sayın Cumhurbaşkanına suikasta giden bir Yüzbaşı’nın iki polisimizi şehit etmesi hadisesinde yaşanmıştır. “Neden askerleri öldürdün?” diye sorulan Yüzbaşı, “Bak ne güzel, şehit oldular ve Cennete gittiler. Bende öldürülseydim şehit olup cennete gidecektim.” Şeklinde cevap vermiştir.

15 Temmuz davalarında yargılanan darbeci bir generalin mahkemede ağlaması üzerine hakimin, “Neden ağlıyorsun?” sorusuna verdiği, “Yarın ahirette Hoca Efendi –Fetullah’ı kastediyor- niye başarılı olamadınız diye bana sorarsa ben ne cevap vereceğim. Bu aklıma geldi ağlıyorum.” Şeklindeki cevabı aynı batiniliğe adanmışlığın tipik bir örneğidir.

Şeyhinin gelen ölüm meleğine, “Git, benim işim bitmedi. Daha yapacak işlerim var?” dediğine inanan mürit ile Hasan Sabbah’ın gözünü kırpmadan ölüme giden müridi arasında muazzam bir itikat birliği mevcuttur.

Özellikle son 6 senedir bütün yaptığı ihanetler ortaya çıkmasına rağmen hala Fetullah’a bağlı kalanların durumunu da ancak bu tür bir birey katledilmesi ile izah edebiliriz. Yıllarını Fetullah’ın ördüğü yapılanma içinde şahsiyetini sıfırlayarak kalan birine, “Ya bunca ihanete rağmen hala nasıl bu şeytanın peşinden gidebiliyorsun?” soruma, “Hocamız hata yapmaz. Başımıza bazı musibetler geldiyse onlar bizlerin yüzündendir. Hocamızın sözünü dinlemediğimizden bu haller başımıza geldi. O Kainat imamıdır. En kısa zamanda bütün bu olumsuzlukları bizim için olumlu hale getirecektir. Çünkü o ahir zamanda beklenen Mehdi ve Mesih’tir.” Diye cevap vermesi de bireyin nasıl yok edildiğine çok çarpıcı bir örnektir.

Tarikatlar nefsin terbiye edilmesi adı altında buna bir de formül bulmuşlardır:

“Ene buzunu Nahnu denizinde eritmek.”

Yani şahsiyetini cemaat içinde yok etmek tarikatlarda ve cemaatlerde adeta bir iman ilkesidir. Fetullah da bu tarikat ilkesine sık sık sarılarak, “Bireylerin cemaat içinde yok edilmesini” tavsiye ve hatta müritlerine emretmiştir. Böyle bir inanç esasına sahip bir kimsenin etrafında olup biten hakkında düşünmesi, sorgulaması, anlaması ve şuurlu bir yaşam sürmesi beklenebilir mi?

Tarikat ve cemaat yapılanmalarında düşünce ve sorgulama yasaklandığı için öz eleştiri denen şeyle kimse muhatap olamaz. Cemaat veya tarikata dâhil olan kişinin düşünmesi mümkün değildir. Artık onun yerine Gavslar, Abiler, Şeyhler, Hoca efendiler, parti liderleri vs. düşünür ve onu yönlendirir. Aslında bireyin bu derece ölmesi ve bağlı olduğu yapıya bu derece bağlanması onların ilah olarak kabul edilmesinden başka bir sonucu doğurmaz. Bulunduğu tarikat veya cemaate, “Ölü yıkayıcının elindeki ölü” gibi teslim olan biri İLAH ve RAB olarak kimi kabul etmişse onun kendi hayatında tasarruf etmesine itiraz etmez. Artık onun evlenmesinden, kuracağı işe, ibadetinden, davranış biçimine kadar her şeyini İLAH ve RAB olarak kabul ettiği kişi veya kurum üstlenmiştir.

Vahiy merkezli bir inancın bu tür sapmaları kabul etmesi ve ferdin ölümüne razı olması düşünülemez.

Bakın Kur’an Yunus 100. Ayette bu hususta ne buyuruyor:

"Aklını çalıştırmayanlara şeytanı musallat eder onları pislik içinde boğarım."

Düşünmeyenler, aklını çalıştırmayan, birey olmayı başaramayanlara tam da ayette söylenen şeytanlar musallat olmuştur. Böylelerinin özeleştiri veya başka bir eleştiri yapma yetenekleri yok olmuştur. Çünkü şahsiyetlerini kendi cemaat / tarikat / cemiyetlerinde yok etmişlerdir.

Bir insan Müslüman olurken ondan istenen, "Şahadet ederim ki Allah birdir de" isteğine cevap verebilmesi için birey olmanın özelliklerini kaybetmemesi gerekir.

Şahsiyetini, birey olmayı kaybeden birinin şahitliğini kim kabul eder ki?

Birey olmasını beceremeyen neye şahitlik yapabilir ki, Allah’a da yapsın? Bu sebeple İslam iman etmek isteyen insandan önce, "Ey insan önce adam ol. Birey olarak şahsiyetini oluştur. Sonra Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik yapmasını." ister. Bunun şuurunu kaybetmiş olanlar sürünün bir parçası olmuştur ve iyi bir Kur’an şuuru kazanmadığı müddetçe bu uçurumdan kurtulması mümkün değildir.

İsterseniz bundan sonrasını bir anekdot üzerinden devam edelim:

Papazın birinin köye tayini çıkar. Papaz köye geldiğinde halkın dinden uzaklaştığını ve kiliseye gelmediklerini görür. Hemen kiliseyi onarır ve köylüleri pazar günleri ayine davet eder. Kilisenin çanını yıkayıp parlatır. Kilisenin girişine de bir Vatikan bayrağı asar.

Tam her şey yolunda derken kiliseye bir karga dadanır. Karga her gün aynı saatte önce bayrağa, sonra çana pislemeye başlar. 1 gün, 2 gün, 3 gün derken papazın sabrı taşar ve meseleyi köyün muhtarına anlatır:

“Ya Muhtar. Bu kargadan her gün bayrağa ve çana pisliyor. Çan silmekten, bayrak yıkatmaktan usandım. Buna bir çare bulalım.”

“Kolayı var. Kargalar peynire dayanamaz, sen çanın üzerine en tuzlusundan bir parça peynir bırak. Yanına da bir kâse içinde susuz rakı koy. Peyniri yediğinde içi yanacağı için susayacak ve kâsedeki rakıyı su zannedip içer. Sarhoş olduğunda da uçamaz. O zaman yakalarsın.”

Papaz mutlu bir şekilde kiliseye döner ve söylenenleri yapıp beklemeye başlar. Karga ufukta görünür, bayrak direğine konar ve önce Vatikan sancağına, ardından da çana pisler. Tam uçacakken peyniri fark eder ve hemen yer. İçi yandığı içinde rakıyı su zannedip içer. Sarhoş olur ve papazın ayaklarının dibine düşer.

Papaz kargayı kanatlarından yakalar ve şöyle der:

“Ey karga. Milliyetçisi olsan bayrağa pislemezsin. Hıristiyan olsan çana sıçmazsın, Müslüman olsan rakı içmezsin. Söyle bakalım sen nesin?”

Gözünü zor açan Karga cevap verir:

“Hıykk.. Mıykk.. Ben cemaat / tarikat mensubuyum!”

Şimdi birileri itiraz edecek ve kendilerinin karga gibi yapmadıklarını söyleyeceklerdir. Hâlbuki hallerine baktığımızda kargadan daha vahim durumda oldukların görülmektedir.

Kur’an, “Allah’tan başka ilah ve Rab edinmeyin.” Derken kendi tarikatının şeyhini, cemaatinin hocasını, partisinin liderini İlah ve Rab edinenlerin kargadan ne farkı var ki?

Bir yandan Allah’a inanıyorum diyeceksin ama diğer yandan hayatını terbiye etme işini şeyhine / liderine / hocana bırakacaksın?

Dün ak dediğine bugün kara, dün kara dediklerine bugün ak diyenlerin kargadan ne farkları var ki?

Bir yandan, “Müslüman terörist olamaz.” Derken diğer yandan müritlerini uçaklara, helikopterlere, tanklara bindirip millete ateş ettirdiğinde sizin kargadan ne farkınız kalır ki?

Ele talkım verirken siz oturup salkımı götürürseniz, bir kişiye tam dokuz dokuz kişiye bir pul dağıtan sistemde iktidarda oturuyorsanız sizin kargadan farkınız nedir ki Allah (cc) aşkına?

“Ey iman edenler, iman edin.” Diye buyuran Allah (cc) her kuluna akıl ve irade vermiş ve bunların hakkını yerine getireceğine dair söz almış. Birey olamayan kişilerin erdikleri sözleri tutmaları ne kadar mümkün olabilir ki?

İslam inanan insandan genel olarak, “Önce birey ol. Şahsiyetini geliştir. Sahne arkasında ne olduğu belirsiz insanların laflarına itibar etmeden önce Kur’an oku, anla ve yaşa. Bunu yapmak için Sana verilen aklı kullan. Sorgula ve doğruyu vahiy ile test etmesini.” İster.

Unutmayalım, eleştiremediğiniz şeylerin adı ister gavs, ister şeyh, ister lider, ister hoca olsun sizin putunuzdur. Kur’an’da put olarak lanse edilen Lat, Menat, Uzza gibi putlar da yaşadıkları toplumların gavsı, şeyhi, papazı, hocası idi.

Bugün Hıristiyanlar vahyi bağlamından kopardıkları için Hz. İsa’yı Allah’ın ortağı yapmıştır. Bu tehlikeyi gören Resulullah’ın dostlarına, “Beni İsa gibi yüceltmeyin, sapıtırsınız.” Diye ikaz etmesi boşuna değildir. Dostlarının, “Ya Resulullah. Bizim elimizde vahiy var, sapıtmayız.” Demelerine karşılık Resulullah, “Onların elindeki vahiy değil miydi?” diye cevap vermesi çok manidardır.

Son olarak diyorum ki:

Birey olun, şahsiyetinizi geliştirin. Kur’an okuyun, anlayın ve yaşayın. Düşünün, sorgulayın, imanınızı tahkike çıkarın. Yoksa gelen tarikat sizi kandırır, giden cemaat sizi terörist yapar.