“Dertlere Derman Bulunması İçin İllaki Yayın Yapılması mı Gerekiyor” başlığını taşıyan bir önceki yazımın başlarında şu ifadelere yer vermiştim: “Bingöl’ün Karlıova İlçesi’ne bağlı Kaynarpınar Köyü’ndeki Aktaş Mezrası’nda oturan bir ailenin okula giden iki çocuğu ve o ailenin dramı karşısında suçlu benmişim gibi üzülmüştüm. Bir baba, bulundukları yere servis gelemediği için iki çocuğunu okula yetiştirebilme gayretiyle her gün sular seller akan derelerle engebeli ve tehlikeli tepeler aşarak dört kilometre yolu kat etmek zorundaydı. Gerçi özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, hatta Karadeniz Bölgesi’nin bazı yerlerinde buna benzer pek çok örneğin yaşandığını bilip zaman zaman hepsine üzülüyor olsak da gündemde olan bu idi…”

Ama kadere bakın ki derdin biri bitmeden bini geliyor! Okul yolunda çekilen çilenin derdi bitmeden İstanbul Fatih’te kiracı olarak aynı evde kalan ve yaşları kırk sekizle altmış arasında olan dört kardeşin topluca intihar ettiklerine dair haberlerle sarsılıp üzüntülere boğulduk. Onların acısı yürekleri yakarken bu defa Antalya’dan da buna benzer çok ama çok acı bir haber geldi. Sahi, söyler misiniz? Nedir, ne oluyor, nereye gidiyoruz böyle?

İstanbul’daki olaydan sonra yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre bu kardeşler üç yıl kadar önce ölen annelerinden kalan borç yükünün altında ezilmişler ama içlerinden yalnızca biri iş bulabildiği için hem borç ödemek hem de geçimlerini sağlamak ağır gelmiş. Sosyal yardım almak, yeşil kart sahibi olmak için müracaat etmek de ağırlarına gitmiş. Aç kalsalar da kimseden yardım istememişler, dilenmemişler. Geride, mahalle bakkalına ve elektrik idaresine ve belki başka yerlere olan borçları kaldı. Üç – dört yerden maaş alanları, sülale boyu devlet kapısına yerleştirilenleri duyunca da insan böylesi acı haberlerden daha çok etkileniyor.

Onların acısı konu komşuyu ve haberdar olan duyarlı insanları yakıp dururken elektrik idaresindeki yol yöntem bilmezlerin gelip oturdukları dairenin elektriğini keserek saatlerini mühürlemesi ise akılla, iz’anla izah edilebilecek bir durum değil. Tepkilerden sonra gelip açmışlar galiba ama olacak iş mi bu? Bu acıklı olaydan sonra takdir edilecek olan ise, o dört zavallı kardeşin elektrik idaresine olan borçlarının dört katı kadar borçlu oldukları mahalle bakkalının söyledikleri: “Çok dürüst insanlardı, kimseye zararları yoktu. İçlerinden yalnızca birinin işi vardı, o da yetiremiyordu. Borçlarını ödemekte zorlandıkları için utanıyorlardı. Çaresiz kaldılar, ne yapsınlar?” Ve o dört kardeş, “Biz yandık başkaları zarar görmesin” diye kapıya not bırakıyorlar: “Siyanür var; kapıyı açmayın, polis çağırın!..” Ölüme giderken bile başkalarını düşünüp “Bizden sonra tufan” demeyen insanlara yanmayan yürek bizden değildir.

Peki, ya Antalya’daki olay? İstanbul’da dört kardeş, Antalya’da 38 yaşında bir anne, 36 yaşında bir baba ile 5 ve 9 yaşlarında iki küçük yavruları, yani yine dört kişinin toplu intiharı! Tıpkı İstanbul’daki alacaklı Bakkal Amca gibi Antalya’daki alacaklı Ev Sahibi de iyi şeyle söylüyor: “Dört senedir kiracımdılar, iyi insanlardı, çok üzüldük!”

Bizler millet ve devlet olarak bu iyi, dürüst ama işsizlik ve çaresizliklerini gururlarına yediremeyip canlarına kıyan insanları niye kurtaramıyoruz? İnsanlarımız niye bu hale geldiler, getirildiler? Bunu çok iyi düşünmek ve kendi kendimizi sorgulamak zorundayız.

Yapılan ilk açıklamalar ve babanın bıraktığı mektuba bakılırsa konu yine aynı: İşsizlik ve geçim sıkıntısı! Hani insanın “Be arkadaş, çocuklarını niye yaktın” diyesi geliyor ama olmuyor işte; ateşin düştüğü yeri yakması gibi dert de kimin içine girmişse neler neler ettireceği belli olmuyor. Allah böyle bir duruma düşmekten hepimizi korusun ve İnşaallah bu ve benzeri olaylar son olsun diyerek gelelim işin en düşündürücü, ders alınması gereken yerine…

İstanbul’daki ailenin Fatih’te, Antalya’daki ailenin Konyaaltı’nda oturdukları mahallenin muhtarları, Fatih Belediyesi, Konyaaltı Belediyesi, Fatih ve Konyaaltı Kaymakamlıkları, Fatih’le Konyaaltı’ndaki İlçe Aile ve Sosyal Politikalar Müdürlükleri, telefonlarımıza durmadan mesajlar gönderip şurası için, burası için diye yardım talep eden, paralı mesaj göndermemizi isteyen STK’lar ya da Hayır Dernekleri! Önce yanınızda, yanıbaşınızda olup bitenden niye haberiniz yok? Ya da onlar ilgi alanınıza girmiyor mu? Sıralı olarak bütün yetkililer ve ilgili dernekler, kurumlar çevrelerinde, mahallelerinde, beldelerinde ne olup bittiğinden habersiz yaşadıkları müddetçe bakalım daha ne felaketlerle karşılaşacağız? Atıfta bulunduğum yazımda Hazreti Ömer’in gecenin karanlığında Medine şehrini dolaşıp kimsesizlerin kimsesi olmak için yalnız başına dolaştığına ve Mehmet Akif Ersoy’un bunu, “Kocakarı İle Ömer” manzumesi ile bir güzel anlattığına işaret etmiştim. Şimdi de isterseniz 1300 yıl öncesine gidip Büyük Türk Hakanı Bilge Kağan’a kulak verelim:

“Türk Milleti’nin adı sanı yok olmasın diye gece uyumadım, gündüz oturmadım. Aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, fakir milleti zengin kıldım…”

İşte Sosyal Devlet, işte anlayış, işte olması gereken bu. Ancak günümüzde her şey siyasete göre şekilleniyor. Mayıs 2019’da, İstanbul’da kaybedilen Belediye Başkanlıkları için konuşan Partili Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, kafasını işaret ederek şunları söylüyordu:

“Mideye değil artık buraya bakacağız. Herkesin midesini doyurduk, ama neticede durum böyle. Karnını doyuruyorsunuz, her türlü ihtiyacını karşılıyorsunuz yine de oy vermiyor”

Yalnızca bu cümle bile, “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nin doğru olmadığını anlatmaya yeter de artar bile. Cumhurbaşkanı bu cümleyi kurduktan sonra, “Keşke o ifadeyi kullanmasaydım” demiş olabilir ama işin içine parti liderliği de girince başka türlü olmuyor işte!

Sayın Erdoğan şayet partisiz Cumhurbaşkanı olsa idi böyle bir cümle kurmaz, kuramaz ve babacan bir tavırla iktidardakileri ikaz eder, milletin dertleri ile daha yakından ilgilenmelerini isterdi. Gelin görün ki siyasi sorumluluk olunca seçimlerde alınan ve alınacak olan oyların derdi her şeyi bitiriveriyor.

Hazreti Ömer’den, Bilge Kağan’dan ve günümüzdeki anlayıştan bahsettik. Peki ya Osmanlı dönemi? Ya bu toplu intihar olaylarından birinin geçtiği yere çok yakın sayılacak olan Süleymaniye Camii Külliyesi’nde bizzat Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılıp fakire fukaraya, aç ve açıkta kalanlara sıcak yemek veren İmarethane ya da Aşevi? Şimdi nerede Süleymaniye ve başka yerlerdeki Aşevleri? Süleymaniye Camii’nin Vakfiyesine işlenmiş olan İmarethane şimdi nasıl oluyor da ticari bir restoran olarak kullanılıyor? Mesela o dört kardeş ve benzerleri oraya gidip “Açız, paramız yok” deselerdi kovulurlar mı idi kovulmazlar mı idi?

Bu konunun çok ama çok acı bir yönü daha var ki toplum olarak ne hallerde olduğumuzu göstermesi bakımından önemli. Magazin basınına malzeme vermekten başka özelliği olmayan birinin başına böyle bir iş gelse idi günlerce konu edilir, “Toplumun duyarsızlığı”ndan, “Yetkililerin ilgisizliği”nden, “Yaşadığı çileli hayat”tan, “Sosyal güvencesinin olup olmadığından” söz edilir ve neler neler dökülürdü ortaya… Son günlerde şahit olduğumuz bu elem verici, ibretlerle dolu olaylar nerede ise olağan bir durum gibi geçiştirilip gitti, gidiyor. Yunus gibi söyleyecek olursak; “Dört garip ölmüş diyeler/Üç günden sonra duyalar/Soğuk su ile yuyalar/Sencileyin, bencileyin…”

Dedik ya, onlarla birlikte siz, biz, hepimiz öldük; insanlık öldü!

Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan milyonlarca kişiye kucak açıp doyuran, şimdilerde Suriye’de konutlar yapıp imkânlar sağlamayı düşünen devletimiz evin (yurdun) içinde neler olup bitiğine de bakmak zorundadır.

Bakmıyor mu? Elbette bakıyor ama bu ve benzeri olaylar gösteriyor ki şimdiye kadar uygulanan sosyal politikalar yeterli değildir ve amacına ulaşmamıştır. Bu iş, rasgele kömür, soğan, patates ve makarna dağıtıp geçiştirilecek kadar basit değildir. Sosyal Yardım ya da hayır işleri tamamen ve kesinlikle siyasi niyetlerden ayrı, insani ve ahlâki esaslara göre yapılmalı, şimdiye kadar uygulanan politikalar gözden geçirilmeli, Muhtarlardan başlayarak Belediye Başkanları, Kaymakamlar ve Valiler mahallelerinde, beldelerinde detaylı ve hakkaniyetli tespitler yapmalı, her şeyden önce de insanlara iş imkânları yaratmalıdırlar. Tabii, böylesine önemli bir konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan söz etmemek olmaz. Devletin Sosyal Yardım Politikası’nı gözden geçirmesi gerektiği gibi Diyanet’in de Vaaz ve Hutbe politikasını gözden geçirmesi, insanları intihara sürükleyen yoksulluk, muhtaçlık vb konularda niye yetersiz kaldıklarını araştırması şarttır. “Bilgi ve görgülerini arttırmak” için din görevlilerini Amerika’ya gönderip binlerce, doları heba etmek yerine bu konuya ağırlık verseler daha hayırlı bir iş yapmış olurlar.

“Dertlerin biri bitmeden bini geliyor” demiştik ya; kaçış ve kurtuluş yok! Aksaray ilimizde yaşanan ve bazı kendini bilmezlerin sebep olduğu olay da bizleri yaraladı. Bir nevi “Gelişim bozukluğu” olarak nitelendirilen Otizmli ya da bir başka yerde, yerlerde özürlülerin horlandığı, fakire fukaraya iyi gözle bakılmadığı milletler iflah olmazlar. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de ibretlik bir olay anlatılır. İslam Peygamberi Hazreti Muhammed Mekke’nin ileri gelenlerine İslam’ı anlatıp davet ederken yanlarına görme özürlü biri gelir ve “Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret” der. Peygamberimiz meşgul olduğu için sözünün kesilmesinden hoşlanmaz ve yüzünü ekşiterek diğerlerine döner. Sözünü bitirip kalkacağı sırada da Abese Suresi’nin ilgili âyetleri iner:

“Gözleri görmeyen kişi yanına geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü, yüz çevirdi. (Ey Peygamber!) Ne bilirsin belki o görmeyen kişi temizlenip arınacak yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. Sen ise öğüdüne ihtiyaç duymayan kişiye yöneliyor, onun sesine kulak veriyorsun. Oysa sen onun inanmamasından sorumlu değilsin. Asıl Allah’a derin bir saygı ile korku içinde koşarak gelenle ilgilenmeliydin. Dikkat et ve bir daha böyle yapma! Bu âyetler bir öğüt ve uyarıdır ki dileyen ondan öğüt alır.”

Bu öğüde millet olarak hepimizin ve öncelikle sorumluluk makamında olanların ihtiyacı var. Peygamberimiz bu olaydan sonra o kişiye ikram etmiş, onunla konuşup gönlünü almıştır.

Otizmli, özürlü, muhtaç, fakir, fukara, düşkün, kimsesiz… İlgi ve alâkaya muhtaç her kim olursa olsun ayırım yapmadan ilgilenilmeli, devlet bu konuda politikalar üretmeli ve ilgili kurumların düzenli ve hakkaniyetli çalışmalarını sağlamalıdır. Keza, aile facialarının arttığı, komşuluk ilişkilerinin giderek sıfır noktasına doğru yuvarlandığı günümüzde insanlar da artık etraflarında ne olup bittiğini, aç ve açıkta kalanların olup olmadığını bilip ona göre davranmak zorundadırlar. Yoksa hiç arzu etmediğimiz karanlık gelecek bir gün gelecek ama iş işten geçmiş olacaktır.