Bir devletin, gerçek anlamda müttefiklere sahip olması çok önemlidir ama aynı zamanda oldukça zordur. Güçlü devletler hatta süper güçler için bile bu önem ortadan kalkmaz. Yeryüzünün neresinde olursa olsun, aynı dili, aynı dini, aynı ırkı, aynı ideali, aynı mefkureyi paylaşan ülkeler birbirleriyle doğal müttefiktirler. Hatta bir adım ötesinde kardeş devlet sayılırlar. Bunun en güzel örneği Anglo-Amerikan dünyasıdır.

ABD, hiçbir zaman bu ülkelere karşı savaşmamıştır. İngiltere, I. ve II. Dünya Savaşları da dahil olmak üzere neredeyse tüm savaşlarında bu devletleri yanında bulmuştur. Öyle ki 1. Dünya Savaşında İngiliz kadar Avusturalyalı öldü. Irak’ın işgalinde Amerika’ya ‘gerçekten’ destek veren yine bu devletlerdir. Öyle ki iş birliği seviyesi, istihbarat paylaşımını dahi kapsamaktadır.

İspanyollar ve Portekizliler Latin Amerika’da, Fransızlar Afrika’daki eski sömürgelerinde, İngilizler mevcut akraba devletlere ek olarak Commenwealth’de, Ruslar Orta Asya, Balkanlar, Kafkaslar ve Doğu Avrupa’da kendilerine yakın devletlerden oluşan bir dünya oluşturmaya çalıştılar.

Türkiye kurulduğunda tek bağımsız Türk devletiydi. İran, Mısır ve Afganistan’da bağımsız diğer Müslüman devletlerdi. Lakin bu devletler tam bağımsız değillerdi. Mısır fiilen İngiliz kontrolündeydi. İran ve Afganistan’da İngiliz kontrolünde olmakla birlikte ortak sınırları olması münasebetiyle Sovyet etkisine de açıktılar.

Türkiye bu üç İslam ülkesine ilaveten SSCB ile iyi ilişkiler kurarak geliştirdi. Balkan ülkeleriyle ortak pakt kurarak iş birliği ortamı tesis etti. Ama asıl hedefi Batı ülkeleriyle yakın ilişkiler kurmak ve iş birlikleri oluşturmaktı. Bunlara ilaveten Osmanlı’nın bakiyesi olan topraklardan ‘soydaşlar’, Türkiye’ye göç etmeye devam ettiler.  Türkiye de kendi sınırları dışında kalan soydaşlarının sorunları sebebiyle, bu coğrafyalarla irtibatını sürekli güncel tuttu.

Bugünkü Rusya, SSCB’nin dağılması sonrasında bağımsızlıklarını kazanan cumhuriyetlere tekrar nüfuz etme temayülü içinde olmasına rağmen, Türkiye kurulduğundan itibaren hiçbir şekilde Osmanlı toprakları üzerinde kurulan devletleri etkisi alına alma, yeni bir Osmanlı veya Müslüman dünyası oluşturma gibi bir eyleme girişmediği gibi bu düşünceyi dahi taşımamıştır.  Hatta bu tür fikirleri devletin geleceği için tehlikeli addedilmiştir. Türkiye, kurulduğunda her açıdan çok zayıftı.

O nedenle bu düşünceler gerçekten tehlikeli olabilirdi. Ayrıca pratikte uygulanma imkanı da yoktu. Türkiye Batı blokuna katıldığı 1950’lerden sonra bağımsızlığını kazanan İslam ülkeleriyle yakın ilişkiler kurdu. Demirel döneminde İKÖ’ye üye olundu. Ama bu ilişkilerin hiçbiri gerçek müttefiklik seviyesinde değildir.

Çarlık döneminden itibaren, hacıların hacca İstanbul üzerinden gitmesi dışında, Türkistan’la irtibatı kesilen Türkiye, SSCB döneminde Orta Asya’daki Türkleri tarih kitaplarında dahi okutmamıştır. Tanzimat fermanıyla yönünü Batı’ya çeviren Osmanlı Türkleri, Türkiye kurulduktan sonra inkılaplarla memleketi batının standardına getirmeye çalıştılar.

2. Dünya Savaşı bittikten sonra, Sovyetlerden gelen açık tehditler Türkiye’yi Batı’ya daha da yakınlaştırdı. Türkiye, Batı’da yaşanan sosyal hayatı benimsemiş olmasına ve Batı organizasyonlarına katılmasına rağmen, kendini Batı’ya müttefik olarak kabul ettiremedi. Türkiye bir yandan yalnızlığını Batıyla gidermeye çalışırken, bir yandan Batı tarafından Batının işine gelen durumlarda yalnız bırakıldığını, hatta ötekileştirildiğini tecrübe etti.

ABD, menfaatleri öyle gerektirdiğinde, Türkiye’nin güvenliği için elzem olan Jüpiter füzelerini hiç düşünmeden ve Türk hükümetine danışmadan söktü. Kıbrıs’ta Türklere yapılan katliamlar Batı’nın umurunda dahi olmadı. Bu eylemin faillerini cezalandırmak yerine kendilerine entegre ederek, ödüllendirdiler. Bu örnekler çoğaltılabilir.

SSCB’nin dağılmasıyla yaşanan geçiş döneminde, Türkiye, NATO açısından stratejik öneminin azaldığı, dolayısıyla kendisinin müttefik olarak eski önemini kaybettiği tespitiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Bu dönemde Türkiye, birazda bu handikabı aşmak için, AB’ye üye olma hedefine yoğunlaştı.

Fakat AB; Baltık, Balkan ve Doğu Avrupa devletlerini her türlü desteği vererek üye yaparken Türkiye ile olan ilişkilerini her geçen gün biraz daha soğuttu. Bu süreçte Türk Cumhuriyetleriyle tesis edilen ilişkiler gelişti. Türkiye, AB’ye alınmayan bir ülke olarak, kendisiyle birlikte yedi Türk Cumhuriyetinden oluşan bir dünya inşa etmeye yöneldi. (Macaristan’ında katılmasıyla sekiz ülke oldu.) Ancak yönü Batıya dönük olan bir devletin doğuya da bakabilmesi vizyon gerektirmektedir.

Türkiye, son otuz yıllık süreçte, Batıdan kopmadan Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerini geliştirmeyi hedefledi. Nihai hedef, Türk birliğini oluşturmaktı. Türk Cumhuriyetlerinin, diğer İslam ülkelerinden ileride olan, kalkınmış, sanayileşmiş, demokratik ve laik rejimi tesis etmiş olan Türkiye’yi örnek almaları, bu süreçte avantajdı.

Türkiye’nin ABD’den koparak, bağımsız dış politika uygulaması Avrasya’da hareket kabiliyetini arttırdı. Hem Rusya hem de taze cumhuriyetler, ABD’yle ilgili yargıları sebebiyle Türkiye’ye mesafeli yaklaşıyorlardı. Bu mesafeyi kaldırdılar. Bu süreçte karşılaşılan başlıca handikap, Türk halklarının alt kimlikleri, üst kimlik olarak benimsemiş olmalarıydı.

Ruslar, asırlar süren işgal sırasında bu sonucu elde etmeye yönelik stratejiler uygulamıştı. Rejim değişmiş ama Türkleri bölme, parçalama ve birbirlerine düşmanlaştırma siyaseti aynen devam etmişti. Alt kimlikleri esas alan devletler kurulmuştu. Ulu Türkistan beş parçaya bölünmüştü. Türk üst kimliği unutulmuştu.  Önce, daha sonra Türk Devletleri Teşkilatına dönüşecek olan, Türkçe Konuşan Devletler, Devlet Başkanları Zirveleri başlatıldı.  Böylece orta vadede kurulacak müttefikliğin ve uzun vadede oluşabilecek entegrasyonun temelleri atıldı.  Türkiye artık yalnız değildi, kardeşleri olan bir devletti.

Türkiye’nin orta ve uzun vadede bu muhataralı bölgede ki pozisyonunu güçlendirebilmesi için, Türk memleketleriyle ikili ilişkilerini en üst seviyeye çıkarması gerekir.  Akılcı politikalar uygulayarak, Azerbaycan’dan başlayarak tam entegrasyon hedeflenmelidir. Bunlar yapılırken çok dikkatli hareket edilmelidir. Arapların, ortak dil, din, kültür ve tarihe sahip olmaları, aynı coğrafyada yaşamaları, birlik hatta müttefiklik tesis etmelerine yetmedi.

Yetmiş yıldır Araplar birbirleriyle savaşıyor. Artık Slav diye bir üst kimlikten bahsetmek mümkün değil. Slav halkları birbirlerinin en büyük düşmanları. Benzer tespitleri, Latin Amerika içinde yapabiliriz. Hindistan’dan kopan Bangladeş ve Pakistan arasında ki ilişkiler hep düşmanca oldu. Yani kardeş olmamız, otomatik olarak bir Türk Dünyası inşa edebileceğimiz anlamına gelmez.

Kaldı ki, bugün itibariyle, bir kısmı çözülmüş ya da çözülme sürecinde olsa da büyük sorunlarımız var. Şivelerimiz dil haline gelmişti. Alfabelerimiz farklıydı. Coğrafi bütünlüğümüz yoktu. Alt kimlikler çok güçlüydü. Türk devletlerinde çok kalabalık bir Slav azınlık vardı. Ve halen yüz elli milyonu aşkın Türk bağımsız devlet sahibi değil. Ama 2023’te 1923’e göre çok ilerideyiz.