Başbuğ Türkeş siyasete Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi saflarında girmiş ve Genel Başkanlığa seçilmişti.

CKMP’nin 24 – 25 Kasım 1967 tarihlerinde Ankara’da yapılan Kurultay’ında yaptığı konuşmada Türkiye’ye bir kurtuluş reçetesi vererek 9 Işık adını koyduğu milli doktrini şöyle açıklıyordu:

“Biz CKMP olarak bir milli doktrinin sahibi bulunduğumuzu iddia eden siyasi teşekkülüz. Milli doktrinimizin asıl adı 9 Işık Doktrini’dir. Bu görüş dokuz ana ilkeye dayanmaktadır: Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, İlimcilik, Toplumculuk, Köycülük, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Gelişmecilik, Endüstricilik ve Teknikçilik.”

CKMP’nin 8 – 9 Şubat 1969 tarihinde Adana’da yapılan Kurultayı’nda partinin adının Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirilmesine karar veriliyor ve 9 Işık Doktrini yurt sathında daha etkin olarak anlatılmaya başlanıyordu. Biz de 1973 ve 1977 seçimlerinde Niğde, Aksaray ve Burdur bölgelerinde köy köy dolaşarak konuşmalar yapıyor, sohbetlere katılıyor, 9 Işık Doktrini çerçevesinde Tarım Kentleri’ni, Milliyetçi Sanayi Sistemi’ni, Milliyetçi Eğitim Sistemi’ni, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’ni anlatıyorduk. Bu konularla ilgili kitaplar yazılmış, yayınlar yapılmıştı. MHP’ye tek başına iktidar kısmet olmadı ve 9 Işık doğrultusunda icraat yapılamadı. Koalisyon ortağı olduğu dönemler uzun sürelere yayılamadığı için de başlatılan çalışmalar daha sonra rafa kaldırıldı. MHP’nin Tarım Kentleri oluşturma projesi, Fabrika Yapan Fabrikalar fikri hayata geçirilebilseydi tarım ve hayvancılık alanında bugün düştüğümüz dar boğaza girilmez, et, süt ve diğer gıda fiyatları makul seviyelerin dışına çıkmazdı. Elbette Türkiye’nin “Sanayi Devrimi” de gerçekleşir ve dışa bağımlı olmaktan büyük ölçüde kurtulurduk.

Ne yazık ki Başbuğ’un vefatından sonra 9 Işık fikri adeta rafa kaldırıldı, o 9 ilkeye dayalı politikalar üretmek bir yana adı bile anılmaz oldu. AKP iktidarları köyleri mahalle yapıp şehirlere bağlarken, uygulanan başka yanlış politikalarla köylerimiz boşaltılıp tarım ve hayvancılığımızın gittikçe gerilemesine yol açılırken de sessiz kalınarak Tarım Kentleri projesi öne sürülmedi. Ortaya bir “Beka” meselesi atıldı ama Ülkücü Hareket’in bu konudaki “Kırmızı çizgileri” denilebilecek başka hassas konulardaki söylemlerine ters olan uygulamalar da adeta akışına bırakıldı; daha doğru bir ifade ile görmezden, duymazdan, bilmezden gelindi.  En son, MHP fikriyatına taban tabana zıt, “Federasyon” ve “Şeriat” talebi olan, Türk adı ve Türk bayrağı ile derdi bulunan, eli kanlı Hizbullah isimli terör örgütünün siyasi uzantısı olarak ortaya çıkan bir siyasi parti ile ortak “İttifak Beyannamesi” imzalanması hepsinin üzerine tuz – biber ekti. Hele de o fikrin temsilcileri ile mitinglerde ve açılışlarda yan yana resimler verilmesi, birlikte butona basılması yok mu? Rahmetli Karakoç’un “Ha Arap Hasan ha Kara Hasan” benzetmesine uygun olarak “Ha HDP ha HUDAPAR”, ikisi de birbirinden kara ve karanlık.

Bu durum, MHP’nin temel felsefesine tamamen aykırıdır, terstir, kabul edilemez. 15 Nisan 1978’de gerçekleştirilen Büyük Yürüyüş’ün hemen sonrasında Devlet Dergisi’nin İkinci Dönem Birinci sayısında Başbuğ Türkeş’le yaptığım röportaj yayınlanmıştı. Orada sormuşum: “MHP olarak mücadelenizin temel felsefesini açıklar mısınız?”

İşte cevabından birkaç cümle:

“Biz, Milliyetçi Hareket Partisi olarak, Anayasamızın başlangıç kısmında yer alan ‘Devletimizin bölünmezliği ve Milletimizin bütünlüğü’ ilkesi etrafında hür, Demokratik Parlamenter düzenin savunuculuğunu yapmaktayız. Komünizme, bölücülüğe, mezhep kışkırtıcılığına ve her türlü diktaya şiddetle karşıyız…”

MHP yetkilileri ve bilcümle Ülkücü kardeşlerimiz bu durumu iyi düşünmeli, iyi değerlendirmeli ve iş işten tamamen geçmeden yapılan hatalardan dönülmelidir. Çünkü günümüz MHP yönetiminin kayıtsız şartsız desteklediği “Partili Cumhurbaşkanlığı” sistemi ve HÜDAPAR’la kurulan ittifak ortaklığı MHP felsefesine tamamen terstir. MHP’nin seçimlere ayrı liste ile girmesi durumu değiştirmez.

Şu anda en az yüzde yirmi beş - otuz oy potansiyeline sahip olması gereken Ülkücü Hareket kırılmalar, darılmalar, itilmeler, kovulmalar sonunda param parça olmuş durumdadır. Ben yine de insaflı davranarak bu durumu, biraz da şaka ile karışık “9 Işığın yanlış anlaşılması” olarak nitelendiriyorum. Öyle ya, Ülkücüler, Başbuğ Türkeş’in ortaya koyduğu 9 Işık yolunu yanlış anlamamış olsalardı hiç dokuz parçaya bölünüp dokuz ayrı yola giderler mi idi? Şu ibretlik manzaraya bakar mısınız?

 “MHP’li Ülkücüler”, “BBP’li  Ülkücüler”, “İYİ PARTİ’li Ülkücüler”, “ZAFER PARTİ’li Ülkücüler”, “MİLLİ YOL PARTİ’li Ülkücüler”, “MİLLİ YÜKSELİŞ PARTİ’li Ülkücüler. “AKP’li Ülkücüler”, “CHP’li Ülkücüler…” Bir de benim gibi hepsine tavır koyarak “Tam Bağımsız ve Bağlantısız Tek Başına Ülkücü Hareketçiler” ve daha neler neler…

 “Birlikten kuvvet doğar”, “Ayrılıkta azap, birlikte rahmet vardır” ama kendisini “Ülkücü” olarak tanımlayan kişiler ve gruplar birlikten uzaklaşmış/uzaklaştırılmış, tabir yerine oturursa rahmet yerine azabı tercih etmişlerdir. Ülkücülerin Ağabeyi rahmetli Galip Erdem’in koyduğu teşhis ne kadar da yerindedir: “Asıl noksanımız birbirimizi yeterince sevmesini hala öğrenememiş olmamızdır!” Bu ifade aynı zamanda Peygamber Efendimizin şu Hadis-i Şeriflerinin açıklaması gibidir: “Siz iman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız!”

Demek ki Cennet’e gitmenin yolu önce birbirimizi sevmekten geçiyor ama özellikle siyasiler bitip tükenmek bilmeyen bir hırsla devamlı kin ve nefret tohumları saçtıkları için millet olarak birbirimizi sevmek şurada dursun, adeta düşman olduk, düşmanlaştırıldık.

Milliyetçi/Ülkücü Hareket ise bu genel kinleşme ve nefretleşmeye ek olarak kendi içerisinde ayrı bir husumet çemberine girmiş bulunuyor. “Kaşının üstünde gözün var” misali insanlar dışlanabiliyor. Onun için ana kaynaktan kopanlar/koparılanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar ve herhalde umduklarını bulamayanlar sağa sola savruldular. Yalnız görüyor, duyuyor, yaşıyoruz. Ne kadar dışarı çıkmış/ çıkarılmış olursa, ne kadar bağrına taş basarak kendisine ayrı bir yol çizmiş ise de her ülkücünün içinde bir acı, yüreğinde onulmaz bir sızı var. Milliyetçi Hareket, Ülkücü Hareket adını duydukça yüreklerinin kıpır kıpır etmemesi, içlerinde bin bir hatıranın canlanmaması mümkün değil. Ardından da derinden bir “Ah” çekerek düşüncelere dalıp sitemler göndermeleri kaçınılmaz!

 O halde istemeye istemeye gidenlere, ayrılanlara, gitmek ve ayrılmak zorunda bırakılanlara kızmak, hatta yaygın olarak pervasızca kullanılan “hain” damgasını vurmak doğru mudur? Bir zamanlar (Başbuğ Türkeş zamanında) Avrupa’da Türkiye’ye dair en güçlü, en aktif teşkilat bir MHP kuruluşu olan Türk Federasyonu idi. Daha önceden de biliyordum ama geçtiğimiz günlerde “Başbuğ Türkeş ve Ülkücü Şehitleri Anma Programı” için Almanya’da idim. Bu tür faaliyetlerin Türk Federasyonu çatısı altında daha geniş katılımlarla büyük spor salonlarında yapılma imkânı varken aynı dışlamalar orada da olduğu için Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bulunan ülküdaşlarımızın oluşturduğu Ülkü Ocakları ya da Kültür Merkezleri çevresinde mütevazı dernek binalarında ya da son gittiğim toplantıda olduğu gibi düğün salonlarında oluyor.

Orada, Almanya’nın çeşitli bölgelerinden ve İsviçre, Belçika, Fransa, Hollanda gibi ülkelerden gelen ülküdaşlarla görüşüp konuşmak, dertleşmek imkanını da buldum. Dert aynı dert. Varını yoğunu bu işlere sarf eden, her şeye rağmen geçen seçimlerde MHP’ye oy verebilmek için organizasyonlar yapan arkadaşlar dışlanmış durumdalar. Bahane hazır: “Gözünün üstünde kaş var!” (Sanki kendilerinde yok!..)

Evet, o güzel sloganda olduğu gibi “Ülkücü Hareket Engellenemez” ama engelleyen içeriden olmasa!

Noktayı yine Rahmetli Galip Erdem Ağabey koysun: “En büyük noksanımız birbirimizi yeterince sevmesini hala öğrenememiş olmamızdır!”

Bütün olumsuzluklara rağmen Allah’tan ümit kesilmez diyerek birbirimizi sevmesini ve 9 Işığı doğru anlamayı öğrenerek ayrılıklara, dargınlıklara, kırgınlıklara son verilip bölünmüşlüğün sona ermesini diliyorum