Doğu Türkistan’da yaşayan kardeşlerimize ÇKP (Çin Komünist Partisi) daha doğrusu Çin Devleti tarafından yaşatılan zulüm özellikle son yıllarda akıl almaz, vicdanlara sığmaz hallere geldi. Ancak ne var ki aklıselim sahibi batı kaynaklarında yer almasına, Türkiye’deki sosyal medya ağlarında sürekli gündeme gelmesine rağmen iktidar adeta görmezden, duymazdan geliyor. Buna bağlı olarak iktidara yakın basın yayın organlarında nerede ise haber bile yapılmıyor, tıpkı devletimizin resmi ajansı olan Anadolu Ajansı’nın yaptığı gibi es kaza yapılan haber ve bazı yayınlarda da Çin’i haklı, kardeşlerimizi suçlu gösterecek imalarda bulunuluyor.

Şimdi eğri oturup doğru konuşmak, külahları önümüze alıp ellerimizi vicdanlarımıza koyarak düşünmek, konuşmak ve değerlendirmek zorundayız. Özellikle iktidara ve “yandaş” tabir edilen basın yayın organları ile onlara göre şartlanıp kendilerini “Müslüman” olarak bilen vatandaşlara soruyorum. Sanırım “din kardeşliği” gerekçesi ile Suriye, Filistin, Arakan, Somali, Myanmar ve az gündeme getirilse de Yemen’le ilgileniyorsunuz değil mi? Buna kimsenin bir itirazı yok. Ancak Çin, bütün bu ülkelerde yaşayanları katlayacak sayıda Müslüman’ın yaşadığı Doğu Türkistan’daki dindaşlarımıza soykırım uyguluyor. Çocuk, genç, yaşlı, kadın, kız demeden hepsini akıl almaz işkencelere tabi tutuyor, zulüm kamplarına alarak inim inim inletiyor ama bizim yetkililerle birlikte sizlerde de “tık” yok! Sebep nedir diye araştırıp sorunca bu konuda hassasiyeti olanlar hep aynı cevabı veriyorlar: Çünkü onlar Türk! Ne kadar acı değil mi ve böyle bir anlayış olabilir mi? Türkiye Cumhuriyeti Devleti uzakta da olsalar soydaşlarının dertleriyle ilgilenmez mi? Esad’a, “Halkına zulmediyor” gerekçesi ile tavır koymamış mı idik? Peki, Çin zulmün daniskasını yapmıyor mu? Herkesin gördüğü işkence görüntülerini yetkililerimiz ve bu ülkede yaşayan herkes görmüyor mu? Oradan yükselen feryatlar yeterince duyulmuyor mu?

Bir ay kadar önce Çin’e resmi bir ziyarette bulunan TBMM Başkanı Binali Bey’in, meşhur Çin Seddi’nde ve Kızıl bayrak önünde eşi ile birlikte verdikleri poz beni gerçekten yaralamıştı.

Oysa daha önce Çin kaynaklı bir dövüş sanatı olan Wushu dalında, hem de Çin’de ve üstelik bir Çinli sporcuyu yenerek dünya şampiyonu olan kızımız Elif Akyüz ise aşağı yukarı Binali Bey’in o pozu verdiği yerde Ay yıldızlı al bayrağımızı dalgalandırarak bizleri sevinç gözyaşlarına boğmuş, Mete Hanları, Kür Şadları hatırlatmıştı.

Her ne hikmetse Başbakanlık ve TBMM Başkanlığı’ndan sonra şimdi de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmak için kolları sıvayan Binali Bey’in, Doğu Türkistan’daki Çin zulmü ile ilgili olarak sorulan bir soruya verdiği cevabın videoları da ortalıkta dolaşıp duruyor. Böyle bir sorunun sorulmasına öfkelendiğini belli eden tavırlarla, “Bakın biz Çin’in toprak bütünlüğüne saygılıyız. Orada bulunanlar terör faaliyetlerine katılmışlarsa…” gibi bir şeyler söylüyor. Oysa ortada Çin’in toprak bütünlüğü ile ilgili bir mevzu yok. O toprakların asıl sahipleri olan ve daha dün gibi yakın bir tarihte, 1940’larda Çin’in eline düşen kardeşlerimiz insanca yaşamak istiyorlar, o kadar… Zaten başkaldıracak ne silahları var ne paraları, ne de arkalarında destekleyenleri! Bütün suçları Türk ve Müslüman olmak...

Kaşgarlı Mahmutların, Yusuf Has Haciplerin torunları öz yurtlarında garip, öz vatanlarında parya misali kıt kanaat geçinip giderlerken uygulanan asimilasyon programları yüzünden aileler parçalanmış, yerleri yurtları değiştirilmiştir. Bu da yetmezmiş gibi planlı ve programlı olarak yapılan akıl almaz işkencelere tabi tutulmaktadırlar. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in diplomasi dehası ile Kazak asıllı kardeşlerimizden bazıları Çin’in o toplama kamplarından kurtarıldılar. Milyonlarca kardeşimiz ise Türkiye’ye bel bağlamış durumda ama bir ümit ışığı yanmadığı için de çaresiz, ölümü bekliyorlar.

Ne yazık ki Türkiye’de bazı milliyetçi ve ülkücü kişilerle Türk Ocakları gibi asırlık kuruluşumuzun dışında bu konuyu dert edinen yok. Diyanet İşleri Başkanlığı sanki Doğu Türkistan’da milyonlarca Müslüman’ın yaşadığından ve o Müslümanların Çin işkencesine tabi tutulduklarından habersiz. İktidar Partisi Çin ile iyi geçinme derdinde olsa gerek ki bu konuyu ne konuşuyor ne konuşturuyor. TBMM’de sanırım yalnızca İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener ve MHP lideri Devlet Bahçeli grup konuşmalarında bahsedip geçtiler. Oysa bu konu her an gündemde tutulmalı değil mi?

İslami duyarlılığı olduğu sanılan gruplar, tam da Kur’an-ı Kerim’de geçen ifade ile bu konuda “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler” ve yaygın tabiri ile “üç maymunları” oynamaktadırlar. Oysa mesele din kardeşliği ise herkesten önce onların feveran etmeleri gerekir. Çünkü bütün olumsuzluklara rağmen orada dinlerini yaşamaya ve ayakta tutmaya çalışan kardeşlerimizin evleri basılmakta, Kur’an-ı Kerimleri ve başka dini kitapları Çin polisinin ayakları altında ezilmekte, evlerinde bile ibadet etmeleri engellenmektedir. Mescitlerinin mihrabına ve girişlerine Çin’in kızıl yıldızı yapıştırılmış durumdadır. En acısı da, gerçekten Müslüman olan, İslam dinine mensup olduğuna inanan hiç ama hiçbir kimsenin kabul edemeyeceği bir şey daha yapılmakta ve Urumçi’de, Kaşgar’da, Turfan’da bulunan kardeşlerimizin evlerine, aile ortamına Çin polisleri, askerleri yatıya kalmaktadır. Şimdi de, “Müslümanlığı Çinlileştirmek” diye yorumlanan bir uygulama başlatmaktadırlar.

Söyle ey Müslüman! Bütün bunlara sessiz kalacaksan Kıyamet gününde Allah’a nasıl hesap vereceksin? Dindarlık taslamak öyle kolay değildir. Müslüman yalnızca Filistin’de, Suriye’de yaşamıyor. Müslüman olduğunuza göre herhalde şu Hadis-i Şerif’i de biliyorsunuzdur: “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir!”

Ve kışta kıyamette seslerini duyurabilmek için “Senden yardım umar her düşen dara” misali Aralık 2018 sonunda İstanbul’dan yola çıkıp Ocak 2019 başlarında yürüyerek Ankara’ya ulaşmaya çalışan ve geride kalan bütün akrabaları Çin toplama kamplarında elleri kolları zincire bağlı olarak işkence altında olan Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz Ankara Valisi’nin emri ile Kızılcahamam’dan geri çevrildiler. Düşünebiliyor musunuz? 4 milyon Suriyeli’ye kucak açıp yurdun her köşesine dağıtıyoruz da, dertlerini anlatmaktan başka gayeleri olmayan mağdur mu mağdur kardeşlerimizden küçük bir grubu bile Ankara’ya sokmuyoruz. Ne olurdu sanki Ankara Valisi onları karşılayıp birer tas sıcak çorba ikram etse idi, Dışişleri Bakanı kabul etse, TBMM’de siyasi partileri ziyaret etselerdi… Sahi ne olurdu? Yer yerinden oynar, dünya başımıza mı yıkılırdı? Ne desem, ne yazsam olmuyor işte! Bunları yazarken bile yüreğim ağzıma geliyor, yutkunuyorum.

Ey kamuoyu, ey etkili ve yetkililer, ey insanlar, ey Müslümanlar! Onlar da insan, onlar da Müslüman. His yok mu, duygu yok mu, taş mı kesildiniz?

Bu ve benzer konularla bazı haksız uygulamaları, hak hukuk adalet, yolsuzluk, kul hakkı, lüks, israf, şatafat, liyakatsizlik meselelerini söyleyip iktidarın yanlışlarını söylediğimiz zaman Müslümanlığı sözde kimseye bırakmayanlardan şöyle bir cevap alıyoruz: “Biz dinimizi her zamankinden rahat yaşıyoruz!”

Yani, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “Rahatım bozulmasın da dünya yansa umurumda değil” mantığı revaçta. Bu da bana, yukarıya aldığım, “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir!” Hadis-i Şerifinin ışığı altında okumalarımdan kalan yaşanmış bir olayı hatırlattı. Vakti zamanında Bağdat’ta yaşayan Seriyyüs Sakâti isimli bir Hadis âlimi ders verirken, öğrencilerinden biri koşarak ve heyecanla,

Üstadım, demiş. Sizin mahallede yangın çıktı, her yer kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu!

Âlim kişi, evinin kurtulmuş olduğuna sevinerek, ileriyi geriyi düşünmeden cevap vermiş:

Elhamdülillâh!..

Öyle demiş demesine de, sonradan içine dert olmuş tabii. O olaydan tam otuz sene sonra bile bir dostu ile konuşurken,

–Ben o gün demiş, kendi evimin kurtulmasına sevinircesine Elhamdülillâh diyerek bir anlık gafletle kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ıstırabından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o hâlimin tevbesi içindeyim!..

Bizim dünya nimetlerine dalıp etrafı unutan, dindarlığı rahatça namaz kılıp oruç tutmak, başörtüsü ya da sarık takarak cübbe giyip sakal uzatmak, “bir yetmez üç, üç de yetmez beş, on” diye Hac ve Umre planları kurmaktan, sağ elle yemekten ibaret sanıp ilimden, telakki ve terakkiden habersiz yaşayan, eller aya, merihe araçlar gönderirken okuyup üfleyerek o araçların civatalarını gevşetip düşürdüklerini iddia eden sözde Müslüman kardeşlerimiz de otuz – kırk sene sonra pişman olup tevbe ederler mi bilmiyorum.