Bir ara Muhalefet partilerinin sesi çıkmaya başlamıştı ama yıllardan beri gündem belirleme işlerini kimselere bırakmayan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan önce “Ekonomi ve Hukuk alanında reform yapacağız” sonra da “Yeni bir Anayasa hazırlamanın zamanı gelmiştir” diyerek milleti ve muhalefeti meşgul etmeyi başardı.

Ak Parti tam 19 yıldan beri iktidarda bulunuyor. Bu süre zarfında duyulan “reform” kelimesinin haddi hesabı yok da, Anayasa değişikliği sözünün kaç defa söylendiğinin çetelesini tutanlar mutlaka vardır. Zaten, 2007 yılından bu yana referandum yolu ile meşhur 12 Eylül Anayasası üzerinde üç defa düzenleme yapılmış durumda. Kaldı ki önceki dönemleri de dikkate aldığımızda, 12 Eylül Anayasası’nda tam 19 defada 184 değişiklik yapıldığını görüyoruz. Tabir yerinde ise “zırt – pırt” Anayasa değiştiriyor; ekliyoruz, çıkarıyoruz ve biz bunu hep yapıyoruz!

Oysa Türk Milleti’nin binlerce yıl öteden gelen bir devlet geleneği var. Bize göre “dünkü çocuk” olan ABD, tam 230 yıldan beri aynı Anayasa hükümlerine göre yönetiliyor. İngiltere dediğimiz Birleşik Krallık’ta yazılı bir Anayasa bile yok. Kanunlar, gelenekler yerleşmiş, ayrıca bir Anayasa’ya ihtiyaç duymamışlar. Nazi dönemini ve Hitler çılgınlığını yaşayan Almanya, yetkileri bir elde toplamanın cezasını çok ağır bir şekilde ödediği için yeni Anayasası’nda Cumhurbaşkanlığı’nı sembolik hale getirmiş. Federal hükümetlerden oluşmasına rağmen kimse “Anayasa değişmeli” diye ortaya çıkmıyor.

Doğrusu, binlerce yıllık devlet geleneğine sahip olan bizlere bu “Yap – boz” Anayasa anlayışı hiç ama hiç yakışmıyor. Bana sorarsanız Türk Milleti’nin Anayasası 1350 yıl önce Bilge Kağan tarafından taşa kazınmış ve bir bengü/ölümsüz abide olarak Moğolistan bozkırlarının ortasında dimdik duruyor. Kül Tigin’le Tonyukuk’un abideleri de öyle. İngilizlere kalan böyle bir hazine bile yok ama kuralları sağlam.

Gelin görün ki bizde “Gelenin keyfi için geçmişe sövme” hastalığı olduğu için akıllı uslu bir Anayasa çıkaramıyor, yaptığımız/yapacağımız düzenlemelerde de ideal olanı bulamıyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki şimdi iktidar ya da Cumhurbaşkanlığı bir taraftan, muhalefet partileri bir taraftan ve bazı sivil toplum kuruluşları da öbür taraftan Anayasa metinleri hazırlıyorlar. Görünen o ki büyük bir kargaşa yaşanacak.

“Türkiye bir hukuk devletidir” diyor, bununla da övünüyoruz. Ancak ne var ki uygulamalarda keyfilikler var, baskılar, yönlendirmeler almış başını gidiyor. Mevcut kanunlara ve yürürlükte olan Anayasa’ya göre bunların olmaması gerekiyor ama oluyor. En yüksek karar mercii olan Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlar daha alt yargı kademeleri ve iktidar tarafından uygulanmayabiliyor. Hal böyle olunca da haklı olarak, “Uygulanmadıktan sonra Anayasa değişse ne olacak” nidaları yükseliyor.

Anayasa’da keyfilik olmaz, olmamalıdır. Keyfiliği önleyip olur olmaz konularda Anayasa değişikliğine gidilmemesi ve geniş katılımı sağlamak için mevcut uygulamada, referanduma başvurulabilmesi için 337, TBMM tarafından değiştirilebilmesi için de 400 evet oyu şartı getirilmiş. Ancak yapılan tartışmalar gösteriyor ki keyfilik ön plana çıkıyor ve insanlar haklı olarak şu soruyu soruyorlar: “Ne olacak yani; Cumhurbaşkanı’na şimdi de Anayasa’yı değiştirme yetkisi mi verilecek?” Keza, “Ekonomi ve Hukuk alanında reform” konusu gündeme gelince de, AKP iktidarları döneminde Devlet İhale Kanunu’nda 200’e yakın değişiklik yapılmış olmasına atıfta bulunularak bu reformların da, iktidar tarafından “Nalıncı keseri” misali hep kendileri lehine olacağı söylendi. Böyle bir güvensizlik yaratılmış olması çok acı değil mi?

Dedik ya, Anayasa’da keyfilik olmaz. Gücü elinde bulunduranın dikte ettirdiği Anayasa’ya Anayasa denmez, denemez. “Yol yordam, usul - adap bilirler, kanunlara hâkimdirler, dünya devletlerinin Anayasalarından haberdar oldukları için yanlış yapmazlar” diye çalışma yapmaları istenen akademisyenler de güç sahiplerinin gözlerinin içine bakarak, ağızlarından çıkan emir ve telkinlere göre Anayasa metni hazırlamaya koyulurlarsa onların ortaya koydukları da Anayasa olmaz, olamaz. Ne yazık ki millette bu konuda hayal kırıklıkları var. İşte, karikatürize edilen ve bir vecize gibi dilden dile dolaşan şu cümle tam da bunu yansıtıyor: “BanayasaL, SanayasaK!..”

Daha önceki yazılarımda da kullandım, gidişata uygun olarak belki gelecek yıllarda da kullanacağım yaşanmış bir Anayasa hikâyesini, bu konuda büyük bir hayal kırıklığı yaşayan rahmetli Dündr Taşer’in ağzından anlatmanın tam da yeridir şimdi:

“1960 hareketinde biz, on seneden beri propagandası yapılan Anayasa değişikliği ile bir şeyler yapılacağını, bir ilerici hamleye vücut vereceğimizi sanıyorduk. İtiraf edeyim ki ben de bu telâkkide idim. Herhalde iyi bir anayasa yapılırsa, ileri memleketlerin seviyesine gidilebilecek bir yola gireriz sanıyordum. Bu telâkkiyi kınamayın; çünkü bizim münevverimizin umumî kanaati budur. Bir ileri Anayasa’ya sahip olursak, ‘büyük devletlerin seviyesine geliriz’ zannı hâlâ aydınlarımızın ekserisinin düşüncesidir. Bu garip oyuncakla oynayıp duruyoruz. Bunun içindir ki 1960 harekâtının ikinci günü İstanbul’dan bir profesörler heyetini davet ettik. Onları hürmetle ve ayakta karşıladık. Gelir gelmez, “Aç olduklarını” söylediler. Biz de açtık ama yemeği düşünmemiştik. Hemen yemek getirttik, yediler. Hatta o sırada Cemal Paşa, “Ben de açım çocuklar” dedi ve onların en büyüğünün önünden artan yemeği yedi. Onlara karşı böylesine bir hürmetle dolu idik. Bu, ne de olsa ananelerimizden gelen bir şeydi. Ümeranın ulemaya hürmeti gibi… Türkiye’de çok şey değişmişti ama değişmeyen böyle şeyler de vardı.”

“Yemeklerini yedikten sonra, ‘Bize bir Anayasa yapın’ teklifinde bulunduk. Onlar, ‘Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?’ diye sordular. İşte bu sual beni uyandıran bir cümle oldu: ‘Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?’ Allah Allah! Benim istediğim gibi Anayasa olacaksa size ne lüzum var?”

“Osman Gazi’nin kurduğu devlette böyle olmamıştı. O zamanın hukukçuları ve uleması, ‘Kanun senin istediğindir’ dememişlerdi. Aksine, ‘Sen şunu yapabilirsin, şunu yapamazsın; şu senin salahiyetin dâhilindedir, şu değildir; şu senin yapmakla mükellef olduğun şeydir ve vazifedir, şuna ise hakkın ve yetkin yoktur’ demişlerdi… Bu gibi düşünceler bir anda kafamdan geçti ve artık o defteri kapadım.” (İbrahim METİN, İhtilalciler Hesaplaşıyor. Belgelerle 27 Mayıs, 14 Kasım, 14’ler ve Dündar TAŞER)

Anlamak isteyenlere misaller, almak isteyenlere ibret dolu örnekler bizden. Gerisi iktidara, muhalefete ve tabii ki milletimize kalmış!