Türkiye 14 Mayıs 2023 günü tarihinin en önemli seçimlerinden birini yapacak ve artık geri sayım başladı. Ancak ne acıdır ki seçime değil de adeta savaşa gidiyoruz.

Siyasiler ve özellikle iktidar mevkiinde bulunanlar milleti gerdikçe geriyor, durumdan vazife çıkaran yandaşlarla fırsatı ganimet bilen kışkırtıcılar her türlü çirkinliği yapmaktan geri durmuyorlar.

Cumhurbaşkanı adaylarından Kemal Kılıçdaroğlu’nun deprem bölgesinde yaptığı mezarlık ziyareti sırasında okunan Kur’an tilavetinden sonra “Ruhları için Fatiha” denilince adap erkan bilmezin biri “Bu Fatiha okumasını bilmez ki” diye bağırıp çağırarak ortalığı birbirine katmaya çalıştı. Sonra araçları tekmelendi, başka hakaretler savruldu. Aslında o sözü söyleyen kişi İslamiyet’ten hiç ama hiç nasiplenmediğini göstermişti ama ondan bile haberi yoktu. Çünkü ayetle sabittir ki suizanda bulunmak günahtır. Kılıçdaroğlu birileri gibi “Susturun şunu, atın gitsin” diye bağırmadı ve “Hoş görün yakınlarının acısı ile ne dediğini bilmiyor” gibi yatıştırıcı cümleler kullandı.

Bu “Fatiha bilmez” lafı ister istemez on on bir yıl öncesini hatırlattı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2012 yılında ve Başbakanlığı döneminde yaptığı bir meydan konuşmasında kalabalığa hitap ederken MHP’ye, MHP’lilere ve haliyle topyekûn Ülkücü Camia’ya hakaret ederek aynen şu ifadeleri kullanmıştı:

“Bunların milliyetçiliği nasıl bir şey biliyor musunuz? “Bunlar önünü kestikleri adamın sağcı mı, solcu mu olduklarını nereden bilirler biliyor musunuz? 'Fatiha'yı oku' derler, sonra da yanındaki adama 'Doğru okudu mu?' diye sorarlar.” (O tarihlerde bu ifadeyi duyunca doğrusu kendi kendime, ‘Acaba kendi önünü kesip Fatiha okutmuşlar mı idi de bu lafı ediyor’ diye sormuştum!)

Gerçi zaman içinde köprülerin altından çok su geçti ve MHP’yi yönetenler bu hakaretle birlikte daha başka ağır sözleri de sineye çektiler ama bütün söylenenler kayıtlara geçmişti bir kere. Muhatapları tınmasa da o sözler hala içimizde bir yaradır. Gelin görün ki zihniyet değişmiyor ve siyasilerin bu tavırları tepeden tırnağa sirayet ediyor da tavandan tabana yayılıveriyor. İşte deprem bölgesinde hem de mezarlıkta yaşanan o provokasyon ve tam da bu satırları yazarken önüme düşen bir paylaşım:

“Adam kaçak gece kondu yapıyordu. Şikâyet ettiler. Gecekondu ve Sosyal Konutlar Müdürü görevli arkadaşını arayıp,

-Ekibini alıp git durumu kontrol et ve bana özet geç, dedi.

Görevli memur olay mahalline gitti. Baktı ki gecekondu bitmek üzere.

Gecekondu sahibi gelen ekibi görünce hemen cebindeki parti rozetini çıkardı. Yakasına takarak görevli memurun yanına varıp yılışarak,

-Amirim ben de sizin partidenim. Beni şikâyet eden kişi ile aramızda bir husumet var. Onun için beni şikâyet etti, diyerek “seçimlerde çalıştığını, sülalece oy verdiklerini, başkanın kazanması için nasıl çalıştığını” anlattı da anlattı…

Görevli, memur şaşırmıştı. Öyle ya, “Partili” birinin evini yıkarsa başına iş alabilirdi!  Az düşündükten sonra, “Peki Fatiha’yı oku bakayım” dedi.

Adam okumaya başlayınca da yanındaki arkadaşına dönüp, “Sen de takip et bakalım doğru okuyor mu” diye sordu.”

Bu olup bitenler tuhaf şeyler ama ne yazık ki oluyor, yaşanıyor. Kaçak inşaat yapanın cebinde muhtemelen birkaç parti rozeti, aklında da birkaç Fatih Sultan Mehmed’e atfedilen güzel ve ibretlik sözler var: “Aklı öldürürsen ahlak da ölür. Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür. Kadı’yı satın aldığın gün adalet ölür. Adaleti öldürdüğün gün Devlet de ölür.”

Çok acıdır ki aklı öldürdük, düşünüp değerlendirme melekemizi kaybettik, adalet terazisi de şaşmaya başladı. Siyaset iliklerimize kadar işleyip beyinlerimizi cendere içine sokmuş durumda. Körü körüne inanılan ve her hareketlerinde, her sözlerinde “keramet” aranan siyasetçiler insanlarımızı adeta mankurtlaştırdılar, “közkaman” haline getirdiler ve istediklerini yaptırıp söyletebiliyorlar. “Mankurt” ve “Közkaman”ın ne olduğunu bilenler bilir de bilmeyenler lütfedip araştırıversinler.

Doğrusu siyasilerimiz hepimizle dalga geçiyorlar ve kendi seçmenlerini bile ciddiye almıyorlar ama düşünme melekemizi kaybetmişiz bir kere; ne derlerse yutuyor, öpüp başımıza koyuyoruz. Mesela şu Kızılay ve Başkanı konusu. Sorsan herkes şikayetçi. Sorumluluk mevkiinde olanların istisnasız hemen hepsi de “Üzgünüz ama orası bir dernek” diyerek işin içinden çıkıveriyorlar. Sanki bir telefonla istifa ettirdikleri dernek başkanları, bürokratlar, hatta Bakanlar yokmuş gibi!

Onlar öyle, kendilerine inanan sade seçmenleri ve işin garibi okumuş yazmış olan taraftarları da böyle: Bir haksızlığı, bir yanlış uygulamayı, bir israfı dile getirip rahatsızlığınızı ifade ettiğiniz zaman aldığınız tek cevap şu: “Varsa öyle bir şey olmuşsa zehir zıkkım olsun. Tabii CHP gelince bunlar olmayacak değil mi?”

Belgeleriyle mahkemelere intikal eden konulara, suçlara bile “Varsa öyle bir şey” deniyor; yani “Öyle bir şey olmaz ya, olsa bile” mantığı var! Ardından da size CHP’li etiketini yapıştırıveriyorlar. Seksen yıl önceki “Ce Ha Pe zihniyeti” ne menem bir malzeme ne zengin bir kaynak imiş ki kullanıla kullanıla bir türlü bitirilemedi. Artık zaman o zaman değil, CHP de o CHP değil. O günleri yaşayanlar da birer birer gittiler. Artık yeni bir şeyler söylemek gerekmiyor mu?

Oysa mesela şu konu gayet açık; İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKP’de iken üç kadına döviz üzerinden okkalı mı okkalı “yurt dışı bursları” veriliyor. Burs dediğin, ilgili kurumun ihtiyacına göre bir karşılık olarak verilir. Yani herhangi bir dalda öğrenim görülecek, Yüksek Lisans ya da Doktora yapılacak, tamamlanınca da burs alınan kuruma hizmet edilecektir. Hizmet etmekten kaçınılır ve taahhüt yerine getirilmezse de burs olarak ödenen para mahkeme kanalı ile söke söke hem de faizi ile birlikte alınır. Olması gereken budur. Ancak ne var ki söz konusu üç kadın döviz üzerinden aldıkları burslar karşılığında İBB’ye hizmet etmiyorlar. Geri ödeme yapmadıkları gibi üstüne üstlük bir de AKP’den Milletvekili olup ödüllendiriliyorlar. İçlerinde Bakanlık verilen bile var. Bununla da kalınmıyor ve nerede ise sülalece ballı maaşlarla devlet kadrolarına yerleştiriliyorlar. Buna rağmen “Varsa öyle bir şey, bir haksızlık zehir zıkkım olsun” demek hoş olmuyor.  Konu öylesine açık ki, “Hiçbir şey olmasa bile bir şey oldu” gibi gizemli bir cümlecikle geçiştirilemeyecek kadar açık ve net. Peki, o bursları alıp karşılığını vermeyenlere “zehir ve zıkkım olsun” iyi de bile bile milletin malını o kişilere verenlerin, verilmesine göz yumanların, baştaki siyasi iradenin hiç kabahati yok mu? Buna meydan veren zihniyeti desteklemeye devam etmek suça ortak olmak değildir de nedir Allah aşkına? Aynı arkadaşlara lüksten, israftan, şatafattan, liyakatsiz atamalardan, adam kayırmalardan, kul hakkı yemelerden söz etmeye kalkınca yine benzer cevaplar, yine yan çizmeler…

Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin özü itibariyle adil olmasının mümkün olmayacağını en başından beri söylüyorum, yazıyorum. Uygulamada da gördük ki olmuyor, olmayacak. Öyle ki ben dahi bu sistemin başında olsam adaletli davranmam mümkün olmaz, olamaz. Çünkü sistem buna izin vermez; adı üstünde, partilisin bir kere ve milletin tamamını kucaklayamaz, herkese eşit mesafede duramazsın.   

En son 23 Nisan günü yapılan kabullerde de bunun acı bir örneğini gördük. Adet olduğu üzere Sayın Cumhurbaşkanınca kabul edilen çocuklar siyasete alet edilerek muhalefet aleyhinde konuşturuldular. Camilerden sonra mezarlıklarla 23 Nisan çocuklarının da siyasete alet edilmeleri ne acıdır!

Hem öylesine acı ki; cami avluları adeta birer miting alanına döndürüldü. Orada siyaset yapılması, muhalefet partilerine laf yetiştirilmesi olacak iş değil. Bir de dedikodu yayılıyor ki üstüne tuz – biber ekiyor. Efendim ne imiş, karşı taraf gelirse Diyanet’i kapatacaklarmış!.. Diyanet'i AKP değil ATATÜRK kurdu. Onun için CHP kapatmaz ama bu Kurum’u AKP'den koruyup siyasetin emrinden çıkararak asli görevine döndürmek gerekir. Camileri Allah'ın yasakladığı "Mescid-i Drar”, avlularını da dedikodu yuvası haline getirmek günahtır, vebali büyüktür.

Cumhurbaşkanı herhangi bir siyasi partiye mensup olmasa idi bu ve benzeri durumlarla karşılaşılmazdı öyle değil mi? Tabii, sistemin getirdiği başka gariplikler de var. Milletvekili adayı yapılan Bakanların makam odalarını seçim bürosu gibi kullanmalarına da şahit oluyoruz. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Bakanlar, Valiler, Kaymakamlar ve bürokratlar devlet imkanlarını kullanarak muhalefet partilerine karşı haksız ve hukuksuz bir rekabet içine girebiliyorlar. Bu garabet vicdanları rahatsız etmiyorsa bu nasıl bir anlayıştır? Kanunları kitabına uydurarak bunu yapabilirsiniz ama böyle bir anlayışın dinimizdeki yerini de bulabilir misiniz?         

Dünyada bizim kadar politize olmuş bir millet yok.  Kimse kendi doğrusundan başkasını kabul etmiyor, herkes eleştiriye kapalı. Siyasi erk sahiplerinin yönlendirmesi ile buralarda “Almanya bizi kıskanıyor” lafları dolaşıyordu malum. Oysa Almanya’nın bizi kıskanması için hiçbir sebep yoktu. Ekonomisi güçlü, sistemi sağlam, kültür ve medeniyeti zirvede, halkı eğitimli ve zengin. “Almanya’yı Kıskanıyorum Hem de Çok” başlıklı yazımda da bu konuyu enine boyuna işlemiştim. Okumayanlar varsa internetten arayıp bulabilirler.

Derken Amerika’dan bir kardeşimizin feryadına rastladım. Buralardan birileri tıpkı “Almanya Bizi Kıskanıyor” balonu gibi Amerika’da yaşayan o kardeşimize de bir şeyler söylemiş ki şöyle bir paylaşım yapmış:

“Türkiye dışında yasayan ve kendini Türk hisseden hiç kimse vatan haini değildir bilesiniz. Peygamberler bile kusur işleyince uyarılmışlarken reisinizin kusursuz olduğunu nasıl iddia edersiniz? Akıllı kişinin söyleyeceği bir söz müdür bu? Yirmi yıl içinde Türkiye sadece depremde yok olan yollarla, yüksek şekilsiz binalarla makyajlanıp halkı giderek fakirleşmişken ve bunu görmezden gelip, hala seksen yıl önceki iktidarların kusurları üzerine siyaset yapıyorsunuz. Günde değil hala dünde yasayan uykulu akraba, arkadaş ve ey canım milletim! Uyanma vakti geldi, zil çaldı ezan okundu sabah oldu.  Titre ve kendine dön!

Gelişmiş ülkelerde örneğin (Amerika'da yasadığım için kolay örnek veriyorum) en düşük öğretmen maaşıyla 1 ayda 260 kilo pirzola alınabiliyor. Türkiye’de ise ancak 29 kilo pirzola alınabiliyorsa nasıl ekonomi sorunu yoktur diyebiliyorsunuz? Muhtemeldir ki reis ve çevresinin ekonomik sorunu yoktur. Eğer sen de o çevrede bulunuyorsan haliyle senin de yoktur!”  

 Bu bilgi çok yeni, yepyeni. Yani ABD’de bir öğretmen bir aylık maşı ile tam 260 kilo pirzola alabiliyormuş. Biz ise bu konulara kafa yoracak yerde siyasilerimizin sen ben kavgasını seyrediyor, seyretmekle de kalmayıp onlara alet oluyoruz. “Bizi kıskanıyorlar” diye algı operasyonları yapılan ülkelerin siyasi anlayışları da ekonomileri de bizden çok çok ileri seviyede. Oralarda bizde olduğu gibi ibadet yerleri, mezarlıklar, devlete ait makam odaları ve hele de çocuklar siyasete alet edilmiyorlar. Bu zihniyet değişmedikçe iflah olmayız vesselam.