Allah’ın İstanbul’a bahşettiği güzelliklere ve verdiği nimetlere şükredip onlardan en iyi faydalanmanın yollarını aramak yerine kargaşaya sebep olacak arayışlara girmek doğru değildir. Nasıl ki rasgele yapılan imar düzenlemeleri, dikilen ucube gökdelenler ve rantiye kuleleri ile bu kadim şehrin tarihi dokusu mahvedilerek ihanet edilmişse, o güzelim boğazla yetinmeyip çakma bir boğaz açmaya kalkışmak da aynıdır.

Bu konuda Panama ile Süveyş Kanalları örneklerini vermek ise zır cahilliktir. Çünkü İstanbul’da zaten dünyada eşi olmayan bir kanal vardır ve o kanal Allah vergisi olan İstanbul Boğazı’dır... Genişliği, derinliği ve elbette kullanılabilirliğinin diğer yapma kanallarla kıyaslanması bile düşünülemez. Ona alternatif olarak açılacak olan kanal oyuncak gibi kalacak ve tercih sebebi olmasını gerektiren bir durum olmayacaktır. Aksine, paralı olacağı için müşteri çekmesi mümkün değildir.

Büyük Okyanus’la Atlas Okyanusu arasında yer alan ve Kuzey Amerika ile Güney Amerika’yı birbirinden ayıran ya da birleştiren 77 kilometre uzunluğundaki Panama Kanalı ulaşımda yerine göre 12 – 13 bin kilometrelik; bir başka deyişle, Türkiyemizin en doğusu ile en batısı arasındaki mesafeden en az sekiz katlık kısaltma sağlamaktadır. Kısacası, Panama Kanalı sayesinde Kuzey Amerika’nın herhangi bir yerinden çıkan gemiler Atlas Okyanusu tarafına geçebilmek için bu kadar uzun bir mesafeyi kat etmek zorunda kalmamaktadırlar. Yani hem yakıttan hem zamandan, hem de haftalarca, aylarca sürecek günlük ihtiyaçlarla başka sıkıntılardan tasarruf edilmektedir. Keza, Kızıldeniz’le Akdeniz’in doğusunu birbirine bağlayan 161 kilometre uzunluğundaki Süveyş Kanalı da, mesela Mersin’den, Antalya’dan çıkıp Amerika’ya gidecek olan gemileri bütün Afrika Kıtasını kuzeyden batıya, batıdan güneye ve güneyden doğuya kat etme zorluğundan kurtarıp kestirmeden hedefe varmalarını sağlamaktadır.

Peki, Ya İstanbul’a yapılması düşünülen kanal ne işe yarayacaktır? Müşteri garantili olarak “Yap – İşlet Devret” modeli ile yapılan Osman Gazi Köprüsü ve İstanbul - İzmir Oto Yolu’nda, taahhüt edilen yolcu sayısının üçte bir, üçte iki seviyelerine zor ulaşılmış olup kalan miktar milletimizden toplanan vergilerle ödenmekte, devlet tarafından yapılması gereken başka önemli işler aksamaktadır. Bu durum apaçık ortada iken hâlâ ders alınmamış olmasını anlamak mümkün değildir. Milletimizin çoğunun hiç geçmediği ve geçmeyeceği köprüler ve yollarla nimetlerinden hiç faydalanmayacağı su kanallarına para ödeyecek takati kalmamıştır. Devletten asıl beklenen, böyle fantezilerle uğraşmak yerine üretime yönelik iş sahalarının açılmasıdır.

MONTRÖ ANLAŞMASI

Allah tarafından Türkiyemize bir nimet olarak verilen Çanakkale ve İstanbul boğazlarının uluslararası kullanım şartlarını düzenlemek üzere İsviçre’nin Montreux (Montrö) şehrinde 22 Haziran 1936 tarihinde başlayan görüşmeler sonunda Türkiye, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Bulgaristan, Romanya, Japonya, Yunanistan ve Yugoslavya’nın katılımı ile 20 Temmuz 1936 günü “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” imzalandı. Önceden bu anlaşmaya karşı çıkan İtalya ise daha sonra imzalamak zorunda kaldı. Bu sözleşme sonucunda;

Türkiye’nin boğazlar üzerinde tam yetki sahibi olması kabul edilerek ticaret gemilerinin boğazlardan geçişine serbestlik sağlandı.

Savaş gemilerinin boğazlardan geçmesi konusunda ise bazı kısıtlamalar getirildi. Buna göre Türkiye herhangi bir savaşta tarafsız ve savaş dışıysa, savaşan devletlerin gemileri boğazlardan geçemeyecektir. Ancak bir savaşa girer ya da yakın bir savaş tehdidiyle karşı karşıya kalırsa, Boğazların kullanımı konusu tamamen Türkiye’ye ait olacaktır.

Anlaşmanın bu maddesi oldukça önemlidir ve “Kanal İstanbul aslında bir ABD projesidir” diyenleri haklı çıkarmaktadır. Çünkü konumundan ve özellikle Montrö Sözleşmesi’nin ilgili maddesinden dolayı çok istedikleri halde ABD donanması Karadeniz’e gelip konuşlanamamaktadır. Açılması düşünülen yeni kanalın uluslararası bir bağlayıcılığı olmayacağı için ikili ilişkiler ya da ABD baskısı ile savaş gemilerinin geçişi için de kullanılması mümkün hale gelebilecektir. Ayrı bir tehlike de, kanalın açılmasıyla oluşacak yeni durum üzerine Montrö Anlaşması’na imza koyan ülkelerin, şu anda Türkiye’nin lehine olan şartları değiştirme yoluna gitme ihtimalleridir. Bu ise tabir yerinde ise kaş yapayım derken göz çıkarmak olur.

ABD’nin daha 1950’lerde bu projeyi yaptırmak istediği, geçen zaman içerisinde BOP yani “Büyük Ortadoğu Projesinin Başkenti İstanbul olacak” gibi söylentilerin çıktığı ve hatta Barzani’nin bile bunu seslendirdiği düşünülürse atılacak herhangi bir yanlış adımın gelecekte Türkiye’nin başına ne büyük işler açabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Vahşi Çin’in Türkiye’deki maşası Doğu Perinçek, daha önce yaptığı açıklamalarda, “Kısmen iktidarın yönlendiricisiyiz, ortağıyız” demesine rağmen erinde gecinde Amerika’nın işine yarayacak olan proje konusunda galiba “ortağını” ikna edemedi. Yine, iktidarın her aldığı karara destek veren MHP lideri Devlet Bey’in, bazı endişelerini belirtmesine rağmen kanalın açılmasına karşı çıkmamasını anlamak mümkün değildir. Umarız ve bekleriz ki bu da bir “beka” meselesi olarak görülmemektedir. Testi kırılmadan yol göstermek ise her Türk vatandaşının olduğu gibi elbette bizim gibi yazarların da vazifesidir.

Türkiye’nin sanayi kuruluşları ağırlıklı olarak İstanbul ve çevresinde toplanmış, finans merkezi oraya taşınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’nın içi ise giderek boşaltılmaktadır. En son Merkez Bankası’nın da İstanbul’a taşınacağı söylenmiştir ki bu durum ülkemiz ve özellikle İstanbul üzerinde kötü emelleri olanların iştahını kabartmaktadır. İstanbul’a bu kadar ağır yük yüklemek ve bir de kanal açarak nüfus yoğunluğunu iyice arttırmak akıl kârı değildir.

HER ŞEY TARTIŞILDI MI?

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Kanal İstanbul projesi için başlattığı ÇED (Çevre Etkileşim ve Denetimi) sürecinde Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) ve Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ)’nün tıpkı “Mahkemede doğru söyler karakolda şaşar” sözünü hayata geçiren birbirine tezat görüşleri şaşkınlıkla karşılandı.

DHMİ tarafından hazırlanan 15 Mart 2018 tarihli yazıda, “Dünyanın açılmasını merakla beklediği, asrın projelerinden biri olan İstanbul Yeni Havalimanı’nın mânia planı içinde kalan Kanal İstanbul proje alanının bir kısmı mevcutta inşaatı tamamlanan en batıdaki pistin üzerinden geçmekte, diğer alanlar ise yaklaşma-kalkış yüzeyi, iç yatay yüzey ve konik yüzeyde kalmaktadır. Bu proje ile İstanbul Yeni Havalimanı’nın uçuşa açılması imkânsız olacaktır. Kanal İstanbul ve İstanbul Yeni Havalimanı projeleri birbirine zarar verici değil, tamamlayıcı olmalıdır” ifadelerine yer verildikten sonra, “Pistlerin tamamı kullanıma açıldığında günde 3 bin 500 uçak trafiğinin olacağı öngörülen havalimanına gölge düşürmemesi açısından Kanal İstanbul projesinin uygun görülmediği” belirtilmişken bundan bir hafta sonra bu defa, 22 Mart 2018 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na ikinci bir yazı gönderilerek ilk yazıda yer alan görüşlerin “sehven yazıldığı” ifade ediliyor!

Olur mu bu?

Hani, “Mümkünlü’de her şey mümkündür” diye Şener Şen’in rol aldığı bir reklam vardı ya, onun gibi işte, oluyor… Hem de DHMİ bu konuda yalnız değil. Devlet Su İşleri (DSİ) de, 03.12.2019 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na yazdığı yazıda durum özetlenmiş ve verilen raporda, “Kanal İstanbul hayata geçerse, Terkos Gölü için 375 milyon metreküp su kaybı olacağına” işaret edilmişti. Ancak ne var ki tıpkı DHMİ gibi DSİ de şaşırdı ve bir “sehven” açıklaması da onlardan geldi!

Ne diyebiliriz ki? Yorum yok!..

PEKİ, DURUM NEDİR, NE OLACAK?

İstanbul’un hâlihazırdaki yapılaşma ve düzenlemelerinden dolayı yıllık 40 milyon metreküp hafriyat kapasitesi olduğu ifade edilirken Kanal İstanbul’dan 2 milyar metreküp hafriyat çıkması öngörülüyor. Önceden bu hafriyatla Marmara Denizi’nde adacıklar oluşturup ranta açılmasına yönelik tanıtımlar bile yapılmıştı. Oluşan tepkiler üzerine çıkan hafriyatla Karadeniz’e dolgu yapılacağı söylendi. Dolgunun 38 kilometrelik bir alana yayılacağı ifade ediliyor. Bu durum Karadeniz’in yapısını değiştirecek bir iştir ve özellikle Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler başta olmak üzere uluslararası sıkıntılara yol açacaktır.

Yalnız İstanbul’da yaşayan 16 milyon insana değil, Türkiye’de yaşayan 82 milyonun üstüne yeni bir yük yükleme konusunda ısrarcı olmak doğru değildir. Zaten Şehir Hastaneleri, Osman Gazi Köprüsü, Avrasya Tüneli vb. gibi “Yap İşlet Devret” işlerinden dolayı başımız dertte. Onların borcu yüzünden vergi üstüne vergi, zam üstüne zam geliyor ve hayat zindan oluyor. Bunların üstüne bir de kanal belası gelirse bırakın çocuklarımızı, torunlarımızın ömrü de bu borçları ödemekle geçecek.

HAB NE OLDU HAB?

Planlanan güzergahında 2016’dan beri tarlalar paylaşıldığına, Arap şirketleri ve şahısları arsa – tarla kapattıklarına göre Kanal İstanbul’un bir rant işi olduğu artık ayan beyan ortada. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tespitlerine göre bölgede şu ana kadar 30 milyon metrekarelik alan el değiştirmiş. Oradan garibana iş çıkmaz da, 19 Şubat 2018 tarihli gazetelerde, “Kanal İstanbul’dan sonra Türkiye’nin en büyük yatırımı Ankara’da yapılacak” diye bir haber vardı: “Kahramankazan’da hayata geçirilmesi planlanan ve Kanal İstanbul’dan sonra yaklaşık 6 milyar dolarlık bir yatırımla Türkiye’nin en büyük ikinci projesi olacak olan Ankara Uzay ve Havacılık İhtisas Organize Sanayi Bölgesi (HAB) projesi için süreç başladı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, geçtiğimiz günlerde HAB’ın kurulacağı bölgeyi denetlediği öğrenildi.”

Merak edenler o tarihte çıkan Havuz Medyası’na bir merkezden servis edildiği anlaşılan, hemen hemen aynı resimler ve aynı metin kullanılarak yayınlanan haberi bulup bakabilirler.

Nitekim bu konuda yapılan açıklamalar, yayınlanan haberler ve Savunma Sanayii fonundan 100 milyon TL kredi verileceğinin ifade edilmesinin ardından müteşebbisler harekete geçmiş, kooperatifler kurulmuştu. Sözü edilen kredinin altyapı işi verilen yandaş firmaya aktarılmasına rağmen bugüne kadar taahhüt yerine getirilmemiş, yetkililer de bunun hesabını sormamıştır. Diğer müteşebbisler ise kendi yağları ile kavrulmaya çalışmakta, kooperatif aidatlarını ödemede bile güçlük çekmektedirler. Devlet, “Kanal İstanbul” gibi tartışmalı projelere harcayacağı enerjiyi keşke böyle hem devlete hem millete yararlı olacak yatırımlara yönlendirse ve iyi niyetle bir işe girişenlere destek olsa!

“İstanbul da İstanbul, kanal da kanal” diye tutturulup HAB meselesi kendi haline bırakıldığı içindir ki bu projenin Ankaralılara ve müteşebbislere bir seçim yatırımı olarak verilip geçildiği konusunda söylentiler dolaşıyor. Oysa Kanal İstanbul’dan önce elzem olan budur. Çünkü istihdam yaratacak, üretim yapacak, devlete para kazandıracak, müteşebbise yatırım, işsize iş imkânı sağlayacak ve İstanbul’un yanında Ankara’yı devletin üvey evladı olmaktan kurtaracaktır.

Evet, sayın yetkililer! Bizi olduğu gibi gelecek nesillerimizi de borçlandırıp durmayınız ve işsizlere iş, açlara aş verecek yatırımlara ağırlık veriniz. Türkiye’nin asıl ihtiyacı olan budur.