Türkiye’nin -aslında topyekûn İslam ülkelerinin- en sıkıntılı konularından birinin İslamiyet’i anlamamalarından ve dini alandaki cehaletten kaynaklandığını hep söyledim, yazdım.

Milletimizin çok önemli bir seçime doğru gittiği şu günlerde bu konu daha da önem kazanmış durumda. Çünkü, milletimizin hassasiyetini ya da yumuşak karnını çok iyi bilen siyasiler bu konuyu tepe tepe kullanmakta ve tabir yerinde ise istismara tavan yaptırmaktadırlar. 

Sebebi basit: Okuyup araştırma kültürümüz gelişmemiş durumda. Aslında bu yeni oluşan bir durum da değil. Kitaplarım yanımda olmadığı için tam cümleyi kuramam ama yıllar önce değerli bilim adamımız rahmetli Erol Güngör’ün “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” ya da “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” isimli eserlerinden birinde “İbadetler inancın bir gereği olduğu için değil de alışkanlık gereği yapıldığı için şuuruna varılamamaktadır.” mealinde bir cümle okuduğumu hatırlıyorum.

Biraz daha geriye gidecek olursak, son dönem Osmanlı fikir adamlarından olup bugün Bulgaristan sınırları içinde kaldığı için doğduğu yerin adıyla anılan Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi (1865 – 1914), İslam Tarihi isimli eserinin 535-536. Sayfalarında yabancı bir gözlemciden şu bilgiyi aktarıyor:

“Türkler gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin yüce manasıyla çok din aranmamalıdır. Türklerde namaz günlük vazifelerdendir. Kendiliğinden anlaşılır ki, bu vazife elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak vazifeleri gibi yerine getirilir. Eskiden beri alışılmış bir adet takip edilir.  Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz olursa olsun namaz kılınır.  Bir şahıs az nazik bir hikâye anlatır.  O sırada müezzin ezan okumaya başlar.  Hikâye anlatan hikâyeyi keser, namazını kılar, sonra hikayesine kaldığı yerden devam eder…

Bir tacir yalan söyler, aldatır, sonra namaz kılar, sonra yalan söylemeye ve insanları andırmaya devam eder…

Bir Paşa vahşice bazı zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür. Ezan okunduğunu işitir, gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat olduğu kadar muhteşem bir sima ile Namazına başlar.  Namaz kılındıktan sonra zalimane talimatını vermeye devam eder.  Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey görmez. Hiç kimse bundan arlanmaz, herkes kılınması gereken zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur…”

 O günler, sonraki günler, bugünler… Yorum okuyucuya kalmış. Yalnız hal böyle olunca dini cehalet giderek azalacak yerde artıyor ve en küçük bir yanlış anlama ya da önünü sonunu araştırmadan “gaza gelmeler” işi büyüttükçe büyütüyor. Milletimizin dini hassasiyetlerini istismar etmekten bıkıp usanmayan siyasiler ise böyle konuları tepe tepe kullanıyorlar. Başörtüsü meselesi yıllarca istismar edilmişti, şimdi de seccade konusu çıktı. Aslında bu "Seccadeye bastı" meselesi sinekten yağ çıkarmaya çalışmaktan başka bir şey değil ama olsun, siyasetçiler pireyi deve yapma hususunda oldukça mahir oldukları ve her durumda kendilerinin ağızlarından çıkan her sözde keramet arayan kitleleri olduğu için tozu dumana katıp gidiyorlar.

Meselenin aslı şu: Rahmetli Erbakan Hoca’nın yol arkadaşlarından ve eski Adalet Bakanlarından İsmail Müftüoğlu Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte kalabalık bir gruba iftar yemeği veriyor. Yemekten sonra mekâna ait büroya serilen seccadeler üzerinde akşam namazını kılanlar oluyor. Konuşmalardan sonra Kılıçdaroğlu ile resim çektirmek isteyenler olunca en uygun yer olarak büroya yönlendiriliyorlar ve farkında olmadan halen kaldırılmamış olan seccadelere basılıyor. Ortada kasıt yok, orası cami değil, her zaman namaz kılınan bir yer değil, ayakkabı ile girilen bir büro. Öyle olduğu duvarlardaki tablolardan, masa ve koltuklardan da belli. İstismar edilip sosyal medyanın ve siyasilerin diline düşünce davet sahibi de gerekli açıklamayı yapıyor. Dolayısıyla kasten yapılan bir durum yok. Buna rağmen ve üstelik özür de dilenmişken bunu siyasî malzeme yapmak ayıptır, günahtır yapanlar vebal altındadırlar.

Türk Edebiyatı’nın en güzel Naatlarından (Peygamber Sevgisi ve övgüsü) birini yazan değerli şair Arif Nihat Asya’nın bu eşsiz şiiri şu mısralarla başlar:

“Seccaden kumlardı...

Devirlerden, diyarlardan

Gelip göklerde buluşan

Ezanların vardı…”

Kısacası, Peygamber Efendimizin seccadesi kumlardı ve günümüzdeki gibi seccadeler, hatta seccade kavramı bile yoktu. Hacca gidip gelenler bilir ki Kâbe çevresinde mermerler üzerine secde edilir. Yani oralarda serili seccadeler yoktur. Biz biliriz ki “Yeryüzü Mü’minin mescidi” yani secdegahıdır. Bakara Suresi 115. Ayette Cenabı Allah şöyle buyuruyor:

“Doğu da Batı da (baştan başa yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”

Seccade, Arap kültürünün eseri değil, geçmişte Türk Milleti’nin bulduğu bir “Namazlık”tır.  Dedelerimiz,Ninelerimiz ona “Namazlık” derlerdi. Olur ya yerler temiz olmayabilir diye namaz kılınacağı zaman serilir, namaz kılındıktan sonra da mutlaka usulünce katlanıp yerine konur. Kazara   evde bulunan çocuklar ya da evcil hayvanlar üstüne çıkıp bir yaramazlık yapmışlarsa da yıkanır, kurutulur. Namaz kılınan hiçbir eve zaten ayakkabı ile girilip seccadenin üstüne basma imkân ve ihtimali yoktur. Bu tür kazalar ancak ve ancak namaz kılınması için düzenlenmiş mescitleri olmayan mekanlarda ve işyerlerinde olabilir. Hal böyle olunca da bunu büyüterek sosyal medyada yaygara koparıp siyasi propaganda malzemesi yapmak son derece ayıptır ve halk deyimi ile “Allah’ın gücüne gider!”

Bu işin yaygarasını yapanların “Bakara makara takara tukara diyor ve her Cuma bir ayet sallıyorum” diye saçmalayan ve saçmalığı, telefondaki muhatabı olan gazeteci tarafından da doğrulanan Egemen Bağış için ağızlarını bile açmamışlardı. O kişi AKP iktidarlarında Bakanlık yapmıştı. Sonra da Büyükelçi olarak atandı ve halen Prag’da Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil ediyor.

Bayrak bir devletin, bir milletin kutsalıdır. Yere düşürülmez, düşürülemez.  Ak Parti mitinglerinde Türk bayrakları üzerinde tepinip parti müziklerine tempo tutanlar, yerlere serip üzerinde piknik yapanlar ve seccade olarak kullanıp üzerinde namaz kılanlar vardı. O resimler birer ibret vesikası olarak internet sayfalarında duruyor. Bir büroda kazara basılan seccadeyi mesele yapanlar o konuda da hiçbir tepki göstermedi.

Türkiye’de insanlar hiçbir ülkede olmadığı kadar siyasete bulaşmış durumda. Ne yazık ki tuttuğu siyasi partiyi inandığı dinden önde görenler, “dinimden dönerim partimden dönmem” zihniyetinde olan insanlar var. Haliyle siyasi liderini de haşa Peygamber mesabesinde görüyorlar. Nitekim bunu ifade edenler de oldu. Bu durum öncelikle dini açıdan, sonra da sosyal açıdan oldukça tehlikeli. İşin ucunda -farkında olmadan- dinden çıkmak bile var!

Bu anlayışta olan insanların gönül kırmamaları, çevrelerinde bulunan insanları huzursuz etmemeleri mümkün değil. Sorsan onlardan başka Müslüman da yok ama davranışları hiç de İslam’la bağdaşmıyor. Dinin özünden tamamen uzak bir tavır sergiliyorlar. Bu tip insanlar tam da yazımızın başında verdiğimiz örnekleri yansıtıyorlar. İhlas, samimiyet ortada yok, yalnızca görüntü, yalnızca reklam, yalnızca laf. Dinin asıl umdeleri, yasakları ve müjdeleri dururken teferruatla uğraşarak okuyup araştırmayan, soruşturmayan insanları peşlerinden sürükleyip gidiyorlar. Siyasi kerametle dini cehalet bir araya gelince de kimseye laf anlatmak mümkün olmuyor. Dolayısıyla milletimize, ülkemize, devletimize yazık oluyor. Yunus Emre ne güzel söylemiş?

“Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil.”

İlk gençlik yıllarımda TRT radyolarında yayınlanan programlarda bu mısraları duyduğumda Koca Yunus’un, “Bir molla Kasım gelir seni siygaya çeker” öngörüsündeki Molla Kasım misali hem Yunus Emre’ye hem de başka şiir yokmuş gibi bu mısraları okuyanlara kızardım. Sonra okuyup araştırma işlerine girip üstüne bir de hayat tecrübesini ekleyince Yunus Emre’nin büyüklüğüne, irfanına hayran olmamak mümkün değil.

Sözün özü: Ey din kardeşim ey sevgili milletim ve dahi ey ve ey siyasiler! Memleketimizin oldukça ciddi meseleleri var.  Şarkı sözü gerçek oldu işte; “Yiğit muhtaç oldu kuru soğana!” Et, kıyma desen almış başını gidiyor, mutfaklarda yangın var. Nişanlarda düğünlerde takı takmaya – taktırmaya alışık olan insanımız çeyrek altından gram altına geçeli çok olmuştu, şimdi gramına da güç yetiremiyor. Bunları sen zaten biliyor, görüyor, yaşıyorsun. İsraf, lüks, şatafat haram mesela. Kul hakkı yemek büyük günah. Haksızlığın, hukuksuzluğun, adaletsizliğin, liyakatsizliğin, yolsuzluğun dinde hiç ama hiç yeri yok. Teferruat işleri bırakıp dinimizin özüne dönerek biraz da bunlara kafa yoralım. On ilimizi yakıp geçen depremin acılarını daha silemedik, uzun yıllar da silineceği yok. Onları düşünelim. Dedikodudan, ona buna iftira etmekten vaz geçelim. Gerginlik çok tehlikeli, bırakalım! Ele ele verelim, danışıp görüşelim de milleti rahatlatacak hal çarelerini bularak uygulayalım. Önümüzde bir de seçim var: Helal oylarımıza haram karıştırmadan ölçüp biçelim ve ona göre oy kullanalım. Anlaştık mı?