Cumhuriyet Türkün Rönesansıdır. İşte ispatı. "Bu grafiği anlamayana davul zurna çalsan azdır artık.." 

Bir diğer girişim de Azerbaycanlı şair Ahundzade Mirza Feth-Ali tarafından yapılmıştır. Ahundzade, Rusya Türkleri arasında Arap alfabesinin ıslahı hakkındaki düşüncelere öncülük etmiştir. 1863 yılında İstanbul’a gelen Ahundzade Mirza Feth-Ali, Rus elçisi aracılığıyla harflerin ıslahı konusunda hazırlamış olduğu öneriyi, Sadrazamı Keçecizade Fuat Paşa’ya sunmuştur.

Fuat Paşa da, bunu tartışılmak ve incelemek amacıyla ’’Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’’ye göndermiştir.Ancak, Ahundzade’nin bu tasarısı İstanbul’da pek tartışılmamıştır ve reddedilmiştir. Bunda Ahundzade’nin Türkler arasında yazı birliğini bozmayı hedefleyen, bir Rus ajanı olduğu fikri etkilidir.

Namık Kemal de, ’’Lisan-ı Osmani’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazâtı Şâmildir’’ başlıklı yazısında, okuma yazma bilenlerin dahi Arapça ve Farsça kelimeleri anlamakta zorluk çektiğini, yabancı dillerin etkisinden kurtulamadığımızı, dilimizde yazılmış Nergisi’yi dahi anlamakta zorluk çektiğinden bahsederek, Osmanlıca’nın anlaşılmasının zor olduğunu ileri sürmüştür.[6]

Bunun dışında, Ali Suavi, Ahmet Mithat, Şemseddin Sami gibi dönemin önemli aydınları da harf meselesini masaya yatırmışlar ve alfabede değişim, yahut en azından reform ve dilde sadeleştirme gibi taleplerde bulunmuşlardır.

Tanzimat döneminde harf tartışmaları üzerine iki grubun etkinliği görülür. Birinci grup Latin harflerinin kabul edilmesini, Arap harflerinin okumada, yazmada ve matbaa basımında zorluk çıkarttığını, Avrupa ve azınlıklarla iletişimimizi engellediğini savunur. İkinci grup ise, Arap Harflerinin değiştirilmesinin gerekmediğini, ancak ıslah edilmesi gerektiğini savunur.

Bu grup, azınlıklarla birlik sağlamanın ortak alfabe ile değil, ortak bir dille olacağını, Latin harflerinin dilimizdeki Arap ve Fars kökenli kelimeleri karşılamayacağını düşünmektedirler.

I.Meşrutiyetin ilanından sonra, II.Abdülhamit döneminde, 1878 yılında Sivas Mebusu Mehmet Ali Bey Meclis-i Mebusan’da eğitim hakkında bir tasarı sunmuştur, ve alfabe tartışmaları tekrar başlamıştır. 

Namık Kemal, sürgünde olduğu halde tartışmalara müdahil olabilmiştir. Menemenlizâde Rifat Bey’e ve Binbaşı Ömer Bey’e gönderdiği mektuplarla, Tanzimat dönemindeki gibi Arap harflerinin ıslahını savunmuş ve Latin alfabesini kabul etmenin bir hata olacağını vurgulamıştır.

Namık Kemal’in Latin harflerinin karşısında olmasını, İslam Birliği düşüncesini savunması ve Osmanlıcaya duyduğu hayranlığa yoran yazarlar vardır. Namık Kemal’e göre, Arap harfleri, İslam demekti.

Dönem gelişmeleri alfabe sorununa somut bir çözüm sağlamamıştır. Ancak bu gelişmeler, sorunun tartışılmasını mümkün kılmıştır. Eğitim-öğretimi kolaylaştırmak için alfabenin düzeltilmesi, ya da değiştirilmesi gerektiği, ve Arap alfabesinin basım işlerinde güçlük çıkardığı konuşulmuştur.

Bunlarla beraber, Latin alfabesi Osmanlı’da görülmemiş bir şey değildi. Banknotlarda, demiryolu biletlerinde, telgraf haberleşmesinde dahi Latin harfleriyle uygulanır. 

Telgraf dili olarak önce Fransızca, sonra Türkçe kullanılmıştır. 1855-1928 yılları arasında yetmiş üç yıl boyunca telgraf haberleşmesinde Türkçe, Latin harfleriyle yazılmaktaydı. Latin harfleri Osmanlıya; diplomasi, uluslararası ticaret, ulaştırma, turizm, bankacılık, posta, telgraf Batı’nın bilim ve tekniğiyle girmiştir.

Meşrutiyet döneminde, dilin sadeleşmesini isteyenler, ve dilin sadeleşmesinin dili anlamsız bırakacağını savunanlar iki grup oluşturmuştur. Sadeleşme isteyenler, bunu eğitimde, basın-yayında ve iletişimde kolaylık sağlaması için, sadeleşme istemeyenler ise Arap ve Fars kökenli kelimelerin Türkçe ile ifade edilemeyeceğinden bahsederek kendi fikirlerini savunmuşlardır.

İmlâ meselesinde de çeşitli tartışmalar olmuştur. Bu tartışmaları üç gruba ayırabiliriz:

Türkçe olan kelimelerin yazılışında bir düzenleme yapmak isteyip de, Arapça ve Farsça kelimelerin imlâsının muhafazasını isteyenler,

Türkçe kelimelerin imlâsının yanında Arapça ve Farsça kelimelerin imlâsının da bir kurala bağlamak isteyenler,

Diğer bir grup ise, Latin harflerinin kabulü ile imla meselesinin tamamen ortadan kalkacağı düşüncesinde olanlardır.

Alfabe meselesinde ise, yine Latin harflerini savunan bir grup ve Arap harflerinin değiştirilemez olduğunu savunan bir başka grup, ve eski Türk yazılarına dönmeyi amaçlayan küçük bir milliyetçi grup vardır. Bu dönemde, özellikle Cihan Harbi sırasında Latin harflerinin alınmasını dile getiren dergiler dönemin şartlarına uygun bulunmadığı için kapatılmıştır. Dönemin  iktidarı olan İttihat ve Terakki, Latin harflerine karşı idi.

Enver Paşa, 1913’te I. Dünya Savaşı öncesinde telgraf haberleşmelerini basitleştirmek için huruf-ı munfasıla ya da huruf-ı munkatıa (harflerin ayrık yazılması) sisteminin denemiştir. Bu denemede harflerin üzerine hareke konulmuş, üstün (a,e), esre (ı,i), ötre (u,ü,o,ö) sesini vermekteydi. Harfler birbiriyle bitişmemekteydi ve sesli harfler ayrıca yazılmaktaydı. Bu alfabeye Alman alfabesi diyenler  olmuştur. Bunda Enver Alman işbirliğinde bulunması etkili olmuş olabilir. Ruşen Eşref durumu şöyle ifade eder:

“Mustafa Kemal’in henüz Mirliva rütbesinde iken Enver Paşa yazısı için söylediği ‘Pek güzel! İyi bir niyet, fakat yarım iş, hem de zamansız… Harp zamanı, Harf zamanı değildir. Harp olurken harfle oynamak sırası mıdır? Ne yapmak için? Konuşmaları ve hasseten yazışmaları kolaylaştırmak için mi? Bu şimdiki şekil hem yazmayı, hem okumayı, hem de anlamayı ve binaenaleyh anlaşmayı eskisinden fazla geciktirir ve güçleştirir! Hız isteyen bir zamanda, böyle yavaşlatıcı, zihinleri yorup şaşırtıcı bir teşebbüse girişmenin maddi, ameli ve milli ne faydası var?.. Sonra da mademki başladın, cesaret et, şunu tam yap, medeni bir şekil alsın.‘

“Huruf-ı munfasıla ya da huruf-ı munkatıa” sistemi ile yazılmış bir yazı

Lord Kinross, Atatürk adlı eserinde; ‘Enver Paşa’nın Latin alfabesini almaktan dini bir karşı çıkıştan çekinerek yapamadığını, cesaret edemediğini, Mustafa Kemal Paşa’nın ise bunu halk daha köklü dini inkılaplara alışıncaya kadar göze alamadığını”’ifade eder.

Milli mücadele dönemi, Birinci Dünya Savaşının ardından verilmiş topyekün bir bağımsızlık savaşı dönemi olduğundan, savaş harici konular ertelenmiş, dolayısıyla alfabe tartışmaları da ilerleme kaydedemeden kalmıştır. Bu dönemde Azerbaycan’daki Latin harfleri tartışmaları ülkemizde de yankı uyandırmış, Haziran 1919’da Mustafa Kemal Paşa, Halide Edip’le Latin harfleri hakkında fikir alışverişinde bulunmuştur.

Mustafa Kemal Paşa, daha Milli Mücadelenin kazanılışının hemen ardından, 12 Eylül 1922 tarihinde İzmir’de Hüseyin Cahit Bey’in; ’’Paşam, Niçin Latin yazısını almıyoruz?’’ sorusuna ’’Daha zamanı gelmemiştir’’ diye cevap verdiği aktarılır. Mustafa Kemal Paşa, bu konuşmayı Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatmıştır: “ –Hüseyin Cahit bana zamansız bir iş yaptırmak istiyordu. Yazı inkılabının zamanı gelmemişti.”[18] Zaman da göstermiştir ki, Harf İnkılabı 1928 yılına kadar uygulamaya geçirilmemiştir.

CUMHURİYET’TEN HARF İNKILABINA KADAR GEÇEN SÜREÇ

Yeni kurulmuş olan Türkiye’nin ekonomik geleceğini tartışmak için 1923’te İzmir’de Milli İktisat Kongresi toplanmıştır. Milli İktisat Kongresi’nde, kongrenin bitimine iki gün kala işçi temsilcilerinden İzmirli Ali Nazmi ve iki arkadaşı tarafından Latin harflerinin kabulü için bir teklif sunulmuş, ancak bu teklif kongre başkanı Kazım Karabekir tarafından okunmasına dahi lüzum görülmeyerek reddedilmiştir.[19] Kazım Karabekir, sonrasında yayımlanan demecinde Arap alfabesinin muhafazasını savunmaktadır ve bu fikirleriyle birçok kişiyi taraftar edebilmiştir. Buna cevaben birçok aydın ise okuma güçlüğü ve okuma-yazma oranlarının düşüklüğü üzerinden Latin alfabesini savunmaya başlamıştır.

İbrahim Alaaddin Bey, Latin harflerini kabul etmek isteyenlerin delillerini şu şekilde sıralar;

a) Yazının güç öğrenilişi,

b) İmlâ birliğinin bulunmayışı,

c) Yabancıların harf zorluğundan dolayı dilimize rağbet etmemesi

d) Orta düzeyde eğitim almış kişilerin dahi makaleleri yanlışsız okuyamayışları, makalelerin yalnızca yüksek eğitimli kişilere hitap etmesi

Alaaddin Bey, Latin harflerinin karşısında olanların önermelerini de şöyle sıralamıştır:

a) Latin harfleri Türkçe yazmayı kolaylaştırmayacak, zorlaştıracaktır,

b) Latin harfleri kültür mirasımızla bağları koparacaktır,

c) Okuma yazma oranlarını daha da düşürecektir.

1924’te Türkiye’de harf tartışmaları sürerken, Berlin’de bulunan Türk öğrencileri Bekir Sıtkı Bey’in (Ozansoy) liderliğinde Latin harflerinin kabulü amacıyla ’’Yeni Yazı’’ adıyla dergi çıkarmaya başlamışlardır. 

Türklük ve milliyetçilik çalışmalarında bulunan bu grup, okuma-yazmayı kolaylaştırmak için sadeleştirmeye gidilmesini, Latin harflerinin kabul edilmesini ve Türkçe adına daha çok çalışma yapılmasını önermişlerdir. Dergide, karşıt görüşlü yazarlar ve makalelerine de yer verilmiştir.

1925 yılında tartışmalar hız kesmiştir. Muhalefetin güçlenmesi, Şeyh Sait isyanının büyümesi ve yer yer yayılması hükümeti tedbir almaya itmiştir. 10’a yakın gazete kapatılmış, birçok yazar da tutuklanmak ya da sürgüne gönderilmek suretiyle alıkonulmuştur. Bunların arasında Latin alfabesinin şiddetli savunucularından Hüseyin Cahit de bulunmaktadır.

1926 yılında yapılmış olan Bakü Türkoloji Kongresi, alfabe tartışmalarını tekrar açmıştır. Kongreden bir yıl sonra 1927’de Azerbaycan Eğitim Komiserliği, Latin harflerinin kabulünü onaylamış, bunun üzerine Sovyet Rusya Azerbaycan’a binlerce matbaa harfi ve daktilolar göndererek bu kararı desteklemiştir.

Halit Ziya (Uşaklıgil); alfabe meselesinin keskin bir evet-hayır ifadesiyle sonlandırılamayacağını, orta bir yol bulmak gerektiğini ifade eder. Bunun yanında, Türkçeyi yabancı bir alfabeyle yazmamız gerekirse bunun Türkçe seslerine daha uygun olduğuna inandığı Ermeni elifbası olduğunu söyler ve kendi örnekleriyle Latin alfabesinin Türkçe seslerini karşılamadığını ispatlamaya uğraşır.

1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra Gazi Mustafa Kemal tarafından gerçekleştirilmiş devrimler Harf inkılabına giden süreci kolaylaştırmıştır. Ayrıca 1925’te çıkarılıp 1929’a kadar yürürlükte kalan Takrir-i Sükûn Kanunu diğer devrimlerin ve harf inkılabının yerleşmesini hızlandırmıştır. Latin harflerine gidişin ilk önemli belirtisi Türkiye’de uluslararası Latin rakamlarının kabul edilmesi olmuştur.

1928 yılının son yarısında, yurdun her tarafında harf seferberliği başlamış, hükümetin birincil amacı yeni harflerin öğretimi olmuştur. 

Gazeteler, başlıkları Latin harfleriyle servis etmeye başlamış, bununla birlikte Latin harfleriyle 9-10 sütunluk yazılar neşretmişlerdir.[26] Bununla birlikte, birçok kentte muhtelif tabela, isim ve eserler Latin alfabesiyle mümkün mertebe değiştirilmeye, halka Latin alfabesini öğretmek amacıyla birçok kurs açılmasına uğraşılmıştır. 

19 Ağustos 1928 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, Gazi Mustafa Kemal’in kendi el yazısıyla gönderdiği; ’’ Yeni Türk alfabesini kolayca öğrenmek ve öğretmek gerekir.

Bunun için de elbette yıllara ihtiyaç yoktur’’ notunu basmıştır. Hızlı bir biçimde yazı devrimi kendini göstermeye, halk tarafından kullanılmaya ve ilgiyle karşılanmaya başlamış, daha kolay ve basit olan bu alfabe, daha çok kişinin okuma-yazmayı öğrenmesi ve daha az zorluk yaşamasını sağlamıştır. Ancak, Osmanlı dönemlerinden beri süregelen tartışmalar alfabenin kabulünden sonra dahi devam etmiştir.

SONUÇ

Islahatlar, ayrık basılmış harfler ve farklı alfabe önerilerinin içinde geçen bu uzun sürecin sonunda, Türkçe nihai olarak Latin alfabesiyle basılmaya, yazılmaya ve okunmaya başlamıştır. 

Harflerin öğrenim ve öğretiminin kolay oluşu, hataya mahal verme riskinin Arap alfabesine nazaran daha düşük olması, matbaada ve telgrafta mali ve teknik kolaylıklar sağlaması gibi olumlu yanlarının yanı sıra, Doğu dünyasından dil bakımından kopuş gerçekleşmesi, eski yazıların okunuşlarının zorlaşması, Osmanlı arşiv çevirilerinin maliyeti gibi durumlar göz önüne alındığında kayıpsız bir devrim olduğu söylenemez. 

Ancak, faydaları ve zararları arasındaki tartımı okuyucunun nazarına bırakmayı tercih ederim.

KAYNAK: Eray Özer

Editör: TE Bilişim