Bozkurt işâreti yapan gençlerden tutunuz da, Ayasofya önünde sağ elinin işâret parmağını kaldırarak bayram namazı kılan gençlere kadar, küçük ve içi boş dünyalarında Muhsin Yazıcıoğlu’nu ve mâzisini pazarlayanlarından tutunuz da, Ülkücü Hareket’e babalarının miras terekesinden çıkmış mal muâmelesi yapanlarına kadar, yorgunluklarından, yılgınlıklarından ve ümitsizliklerinden köşelerine/kûşe-i uzletlerine çekilmiş ve tecerrüd etmiş olanlarından tutunuz da konsomasyon yapmadık parti bırakmayıp “yuvaya dönen” (!) ve azimle siyâset edenlere kadar, derin devletçisinden ulusalcısına, İslâmcısından liberaline, Nizâm-ı Âlemcisinden Turancısına kadar, âliminden câhiline, silahşorundan teorisyenine, kültürcüsünden aksiyonerine, muvazzafından gönüllüsüne, delegesinden il başkanına, ocak başkanından divan üyesine, milletvekilinden seçmenine kadar, şâirinden solistine, akademisyeninden bürokratına, köşe yazarından sanayicisine kadar, gencinden yaşlısına, eskisinden yenisine, bağımsızından bağımlısına, ideoloğundan mafyasından ve bunların âilelerine kadar birkaç milyon insanın hayatını etkileyen bir hareket “Ülkücü Hareket” ve birkaç milyon insanın hayatını etkileyen kavram “Ülkücülük” ...

Bahse konu Ülkücülüğün ne olduğuna dâir birikim ’70’li yıllarda yazılanlardan bir adım öteye gidebilmiş değil aslında.

Bir cümleyle hülâsa edilebilme özelliğini muhafaza ediyor hâlâ.

“Aşkın bir vatan ve millet sevgisi...”

Takdir ve takdis edilmelidir ki “aksiyoner bir sevgi” bu, “cevvâl bir sevgi” bu, “elini taşın altına uzatmış ve bedeni taşın altında kalmış” bir sevgi bu, “bedel ödeyen bir sevgi” bu,  “sevdiğinin üzerine titreyen bir sevgi” bu, “sevdiğini kıskanan bir sevgi”  bu, aşkın bir sevgi olduğu için “manipülasyona açık bir sevgi” bu ve  “manipülasyonlarla bile eğlenen bir sevgi” bu.

Ülkücüleri farklı kılan sanıyorum uzun felsefî, ideolojik târifler ya da târif çabaları değil, bu ülkeyi, vatanı ve milleti sevme uslûpları; ölesiye sevmeleri ve bu hususta da ciddi olmaları, ölebilmeleri, ölmeleri, ölmeleri, ölmeleri...    

Ülkücülüğü bahse konu basitlik ve sıradanlıktan çıkaran, üzerinde uzun zamandır zihnî patinaj yapılan târifleri ve tanımlamaları değil. Ülkücülüğe keyfiyet kazandıran “bir özel isim olması” , bedeli çok ağır ödenmiş bir  “müşterek mücâdele mâzisine”  sâhip olunması.

Peki bu özel isimden eser kaldı mı?

Hayır...

Berlin Duvarı yıkıldı. Sosyalist Blok çöktü. SSCB dağıldı. Soğuk Savaş sona erdi.

Türkiye’de “müesses nizam” tesettüre girdi, kılık değiştirdi..  

Bütün bunlara karşı Ülkücü Hareket ne geliştirdi?

Hiç...

Nasıl bir gelecek vaat ediyor bu ülkeye, bu aziz millete?

Yeni nesillere nasıl bir heyecan veriyor?

Hiç...

Mesele budur!..

Ülkücü Hareketin zihnî yapısının, fikrî yapısının, aksiyonerliğin tam anlamıyla bir “mahrûmiyet bölgesi” olması...

Cumhuriyet dönemi Türk siyâsî tarihinin sözüm ona en büyük örgütçüleri olarak bilinen Ülkücülerin, artık kimisi parti genel başkanı olarak, kimisi milletvekili olarak, kimisi de vakıfçı olarak iktidarın politik değirmenine su taşımaktan başka bir misyonları yok.

Uzman oldukları tek alan, delege manipülasyonları ve kongre manipülasyonları, cesaretleri ise iç muhalefete karşı açığa çıkabiliyor ancak.

Mahrûmiyet bölgesine dönüşmüş Ülkücü Hareketin bütün bunlara şah çekecek idealistleri hâlâ var mı?

Köhnemiş, çürümüş, tefessüh etmiş, zıvanadan çıkmış, şirâzesi kaymış, ölçüleri kaybolmuş, iyilik fikrini yitirmiş, vicdânı kirlenmiş, faal aklı dumûra uğramış, sağlıklı düşünme melekeleri yok olmuş, ferâseti zedelenmiş, basireti tükenmiş, cesâreti bitmiş bir yapıya payanda olmayacak ve o yapıya “şah çekecek” idealistleri var mı Ülkücü Hareket’in?

İnsanlık ve tabiat yeni nesillerle kendisini yeniler.

Var mı o yeni nesiller?

Olsa bile Soğuk Savaş artığı büyük dâvâ adamları(!) arasında kendilerine hayat hakkı tanınır mı?

Zor...

Özellikle Bâ’de’l Hârâbü’l Türkiye...

Türkiye yandıktan sonra...