“Söylem” kavramı yapısal halde ele alındığında salt “konuşma” edimi veya avamda işleyen lakırdılardan ibaret değildir; söylem arkeolojisi bizim ve/veya toplumsalın dayandığı düşünsel üretimlerin havuzudur. Söylemi bir nevi; ama çoklu biçimlerde soyut ve somut ifade etme haliyle kabul edersek; görsel anlatımlar, göstergeler, doğal ve suni nesneler; yazı, konuşma ve pek çok fiil dâhil, dil ile içrek bir alandadır. O halde söylem, eylemdir; toplumsala dönük eylemlerimizdir. Daha doğru ifadeyle eylemlerimizin ardındaki mücadelenin neyle bütünleştiği, kesiştiği yahut çatıştığı alanı bize anlamlandıran tüm gerçekliğimizdir.

Söylem dilin tamamlayıcı bir aracıdır ve bilinç ile ilişkilidir; çünkü dil işlevi/pratiği olmadan bilincin oluşamayacağı kabul edilir. Tarihimiz gösterir ki doğa ile amansız mücadeleye giren insanoğlu şayet bilinç sahibi bir canlı olmasa kendi egemenlik yasasını muhakkak işletemez ve türünü sürdüremezdi.  Bilinç; yani “insanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneği, şuur” (TDK sözlük) dediğimiz hususi yetenek ve maddi üretim melekelerimiz katıksız bir egemenlik iştihasının yollarını döşemiştir. İşte bu iştihanın tepe noktasına biz; “iktidar” diyoruz.

Barış Çoban’ın vurgusu ile Âdemoğulları bilinç ve emek/üretim gücü sayesinde bambaşka bir sürece girdi ve maddi dünyayı anlamlandırıp, yeniden biçimlendirmek için kendi mücadele tarihini inşa etti... Bu mücadele tarihi; mitler, dinler ve son kertede adına “ideoloji” dediğimiz ve var ettiğimiz mevhumların da tarihidir. Onları hem var ettik hem onların varlığına kendimizi hadim kıldık. İster “yaratılış esbabımız” ile vahiy edilenler deyin ister “maddi koşulların ürettiği bilinç” diyelim; ne fark eder?!. Nihayetinde amansız savaş sürmektedir ve bu savaşlar (ekonomik, etnik, kültürel ve coğrafi) ideolojiler ile yine bir ideoloji olan din bayrağı açılmadan rüştünü ispatlayamamakta, gölgesin savaşçılarını toparlayamamaktadır.

Biz insanlar dünyayı veya içinde uzanabildiğimiz her özneyi ve şeyi (eşyayı) kendimize temellük etmek isteriz. Öyle bir iştiha ki aslan bile (av yapıp doyduğunda) doğanın ve doğasının gereğine yıkıcı etkide bulunmaz; ama biz bitmez bilmek tamahımızla tabiatı ve öz doğamızı yitirmek için var olmuş Kitabı Mukaddes’in Leviathan’ı gibiyiz… Vaziyete göre bu çılgınlıklara (din ve ideolojileri teşne edip, okyanusta boğulmaktan başka da) boyun eğeceğiz. Böylelikle dinler ve ideolojiler “tarihin sonu tezi”ni haklı çıkaracaktır. Birbirimizi yok ederek, bu tezi aklamış olacağız. İşte; muhteşem uğraşımızda(!) yol başçılarımız iktidarlardır!

Yanılsama şöyledir; iktidar-ımız- bize güven verir; onlara muhtacızdır ki hani rızamızı verdik, eksik olmasınlar... Doğrusu iktidar, o güveni söke söke alır, bilumum vasıtalarla… Güvenilirlik, meşruluk ve sorgulanamazlık sağlanmalıdır ki iktidar gerekli olanı inşa etsin… Bu hegemonya aşkı “homo politicus”un harcıdır; gerçeklik (yani güven ve biat) günün sonunda iktidarın elinde güce dönüşsün ve biz o güçten bir şeyler devşirelim. İktidardan güç devşirme ve dokunulmaz olma umuduyla iktidarı “canavarı” kendi elimizle, etimizle besleriz. Bu kutsal savaş için türümüzü boğazlamaktan çekinmez; uğruna Çingenesi, Yahudi’si, Türk’ü, Afrikalısı.. ne varsa buharlaştırırız. Pekiyi sonrası?..

Sorgulamanın biricik yolu hatta Muhammedi yolu, önce yaşamak ve yaşatmaktır. Mağrur, huzurlu ve işinden aşından emin yaşamak! Yıllar içinde anladık ki yaşamak aynılaşmak değil; bilakis farklılaşmak meselesidir. Ne dini türdeşlik ne ideolojik omuzdaşlık ne ırkdaşlık! Öteki olmadan anlam haritaları doğru çizilemiyor. Alevi olmadan, Müslüman hoş görüsünün sınırları daralıyor yahut sokakları çöp götüren mahallede Türk-eş olmak fayda sağlamıyor. Muhalif anlam üretme bir iksirdir; önünüzde duran sorunu aşmak, ehlîleşmek ve insan doğasına güzel bir dokunuş için… Ama mesele kolay değildir; yollara tuzaklar, kapanlar kuracak ideoloji ehilleri iş başına avdet eder. Aykırı(!) söylem şeytanlaştırılır, düşmanlaştırılır. Bu duruma müsavi, modern zamanın ruhuna uygun halde bir de buna “marjinalleşme” denir: uca kaymış, önemsiz; ama yok edilesi tehlikeliler sürüsü!

Yukarıdaki paragrafta yazdığım bir anlamlandırma hikâyesidir; çoğumuzun kabul etmeyeceği; fakat bizim hikâyemiz... Meselelerimize mana/anlam verme derdimiz, toplumsal bir uygulayımdır ve “söylem” içre her şey iletişim ürünüdür. İletişim derslerinde şu anlatılırdı: her iletinin bir kodu vardır yahut tüm iletiler (göstergeler) bu kodlar vasıtasıyla üretilir ve süreç, hayatımızdan, soyut/somut ürettiklerimizden, kültürümüzden akarak gerçekleşir. Mesele bağlanır ve “anlamlı iletişim dediğimiz de aynı kodların (anlamların) kullanımıdır” notu düşülürdü... Kitle iletişiminde sayısız medya ve sosyal olgular devreye girmekle beraber; ülküdaşlık, dünya görüşü hempalığı, ortak inançlar/yaşayışlar işbu olgunun ayarını belirliyor. Şayet anlamlar/anlamlandırmalar birbirimizde farklı çağrışımda veya karşılıksız ise iletişimde (yani söylem kodlarında) denklik söz konusu olmamaktadır. İşte nenenin doyulamaz arzusu politika, burada devreye girer ve hempalığı ya da denksizliği kullanma sezgisini, sanatını(!) konuşturmaya başlar.

Politikacı, tüm anlamları (iktidar uğruna) karşılığı olsun olmasın çatışmaya evirebilen bir mübarektir. Murad olan, dolaşıma dahledilmiş ideolojileri/inançları hoyratça meydana sürerek ya iktidarını yaratmaktır ya da iktidarını pekiştirmektir. Politikacının yönlendirdiği olaylar belli bir anlamlandırma ile hanelere, atölyelere, sokaklara, meydanlara ve mabetlere sızdırılır. 6-/7 Eylüller, Maraşlar ve Sivaslar böylece tecrübe edilir. İktidarı tutma veya ele geçirme mücadelesinin hududu yoktur. Ta ki baskın bir 12 Eylül 1980 olana dek… İktidarlar için anlamlandırma pratiğinin ele geçirilmesi ideolojisiz olmaz. İdeolojiler ile süreçlere müdahale edilir ki sonuç alınsın. Yoksa Menderes’i nasıl idam edecektiler ve Kenan Evren onca insanı nasıl asacaktı?    

Voloşinov diyor ki: bilincimiz ideolojik iletişimin izlerini taşır ve bir toplumsal kütle (cemaat) göstergesi etkileşimi belirler. Bu öyle bir belirteçtir ki bir gün iktidarın karşısına “esas iktidar benim, göreceksin” nidasıyla “FETÖ” dayanır. Burada yumuşak karın, hegemonik histerinin ve ideolojik körleşmenin iktidarları nasıl yanıltabildiği ve onu yıkmak isteyenlere söylem alanının açılabilmesidir. İktidar mücadelesi/göstergesi maddi dünyayı, gerçekliği (kendi cenahından) sözde anlatmaya çalışır; ancak bu süreç esasta ne nesneldir ne de dolayımsızdır; açıkça manipülatiftir. Bu olgunun da elbet arkeolojisi varittir ve kısa özeti şudur.

Chomsky’nin “derin-yapı” ve “yüzey-yapı” kavramlarını aklımıza getirelim. İlki anlamın belirlendiği, ikincisi anlam eklemelerinin yüzeye çıktığına işaret eder. İşte ideolojiler bu derin-yapının aktif halinde potansiyeli (bir arının oğul vermesi gibi) yüzey-yapıya isale etmektedir. Örneğin Ayasofya bir inanç/ideolojinin ideolojileştirilmiş söylemi halinde imgeleşerek kavram pratiğinde (dönüşmüş ve) yüzey-yapıya etki etmiştir. Böylece Ayasofya gerçekliğini yaratan bir ideoloji, politika ve onun iktidarı fenomenleşir. Derin-yapıda bu olmasa Ayasofya bir anlam kodu/göstergesi olamaz, dahası egemen söylem haline gelemezdi… İş, akıllı bir iktidar okuyuşudur ve sadece baktığını gören ile görmeyen arasındaki farktır. Şimdi bir yanılsamayı tekraren not düşelim: Kemalizm hâkim ideoloji olmamıştır ve yıllarca derin-yapıdan sökün edilemez din ve ideolojinin olabildiğince ehlîleşmiş politik temsilcileriyle hegemonya arayışında olmuştur. Kemalizm’in yanında tutabildiği blok sadece var ettiği bir öbek sermaye grubu ve ordudan başkası değildir. Ki merkeze yürüyen (muhafazakâr, dindar) kitle Refah Partisi (28 Şubat) ile inkıtaa uğratılmak istenen seferinin Ak Parti ile Ankara’ya dayandırmıştır. Merkezin yer değiştirmesi (orduya rağmen) kaçınılmaz halde gerçekleşmiştir.

Üst paragrafta yazdığım hepinizin malumudur ve uzatmadan noktayı nazarda temel şu soru önümüze atılır. Kurucu (Kemalist) ilkenin kökleşmiş, ideolojik derin-yapı formu yok mudur? Elbette vardır; fakat ve ancak yüzey-yapıda eklemleşme ve blok tesis etmedeki sorun görüngüleşir. Bu, temsil söyleminin (başta CHP) ülke gerçekliğini oluşturma ve anlama kabiliyeti gibi yeteneklerine bakılmadan ve toplum sosyolojisini değerlendirmeden anlaşılır olamaz. Misal mi? Bakınız, CHP’nin bir Ayasofya’sı yoktur; fakat yanına aldığı bir HDP vardır. Bildiğimiz Kemalizm’in derin-yapı formunu böylece çatlatan bir politiklik ne yaparsa yapsın “iktidar” gücüne ulaşamamakta ve blok tercihleri bugünü nasıl etkilediyse, yarını da etkileme olasılığındadır. Kemalizm sınıfsal söyleme gönderme yapmadan ve egemen (yeni) muhafazakâr/milliyetçi politik söylem/blok karşısında elan bir tıkanıklık halindedir. Sınıfsal yapı ve gerçeklik tüm ekonomik koşullara rağmen Türkiye’de yerleşmemektedir. Sınıfsal bakışın anlamsal karşılığı zayıf, yani etkisizdir. Milliyetçi/muhafazakâr eklem, sınıfsal var oluş şartlarını anlam sahasına kapatarak merkeze yürümüş egemen söylemi iktidarda korumaktadır.

Bugün iki temel eğilim ve bir tali; ama sorunlu etnik politik söylemde Türkiye panoraması karşımızdadır. İktidara alternatif karşı-hegemonya oluşturmak isteyenler farkındalık sorununu temel bir mesele olarak gündeme alamamışlardır. İktidar kim olursa olsun hiçbir söylem tam kapanmaya tabi değildir; fakat değişim hem söylemi hem eylemi ikna edici kurumsal yapılar ister. Bugün muhalefetin sorunu baştan ayağa ideolojisiz kalması ve ikna edici, rızaya kabil politika üretememesidir. Muhalefetteki Kemalist ideoloji kısmi bir toplumsal söylem ve aksiyon sahibi olsa da eklemlenme sorunu günümüz egemen iktidarının açık avantajıdır.

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!