Din siyaset ilişkisinin sağlıklı bir zemine oturtulmamasının bugün yaşadığımız sorunlarda büyük payı vardır. 

Tuvalete hangi ayakla girileceğini, tırnakların hangisinden başlayarak kesileceğini bile neredeyse kurala bağlayan din anlayışı, nedense bu devasa meseleyi ihmal etmiştir. İslam dünyasında yazılan bütün siyasetnamelerin odağında -sultan'ın şahsı- vardır. Onu sınırlayan ne bir kural konulmuş ne de bu yönde bir hukuk gelişmiştir. 

Tek adam düzeni, biraz da bu kültürün neticesidir. Kural koymak yerine, adil ol, merhametli ol, kul hakkı yeme gibi tavsiyelerle yetinilmiştir. Yöneticinin İslam'a uyması veya ona bağlı kalması yine onun vicdanına kalmıştır. Onu kural dışına çıktığında frenleyecek bir mekanizma olmamıştır. Bunun İslam tarihinde o kadar acı örnekleri vardır ki, iktidar uğruna nice canlar verilmiş, nice evler yıkılmıştır. 

Bu denetimsizliğin nedenlerinden biri bize din kisvesi ile dayatılan sultana/ devlete bakış tarzıdır. Emevî ve Abbasi yönetimleri kendilerine karşı oluşacak muhalefet ve isyanları bastırmak için -dinle oynamaktan- çekinmemişlerdir. Mesela şu mevzu/uydurma hadis onlardan sadece bir tanesidir: “Her kim boynunda Müslümanların imamı olan zata biatta bulunmaksızın ölürse, cahiliye ölümüyle ölmüş olur." Bu sözü, hadis diye okuyan bir insanın durumunu düşünün, iktidardan gelen yanlışlara itiraz edebilme mecalini kendinde bulabilir mi? 

Zemahşeri’nin “Alemin Nizamı "isimli kitabında hükümdara kayıtsız şartsız itaati telkin eden benzer örnekler vardır: Mesela kitabına aldığı bir şiirde; “Sultanın kızgınlık esnasında verdiği cezayı ar ve zillet belleme " der. Haksızlığa uğrayacak, ezilecek, tahkir edilecek ama bunu bir izzeti nefis meselesi yapmayacaksınız. Susacak, sineye çekeceksiniz. Peki ya Sultan'a yapılan onca adalet tavsiyesi ne olacak, onların hiç mi bir hükmü yok? Aynı kitapta Erdeşir'den şöyle bir söz nakledilir; “Saltanat ve din birbirine muhtaç olan iki kardeştir." Din- devlet-hükümdar özdeşleşmesi bu kültürden beslenmiş, bu kültür de kendisinden hesap sorulamayan, eleştirilemeyen, tek adam düzenleri, kısaca putlar yaratmıştır. Saltanatla din bu kadar iç içe geçince iktidarı korumak dini korumak gibi algılanmış, hiçbir ölçü, kural tanımayan trajediler ortaya çıkmıştır. 

Zemahşeri bu sınırsızlığı, kuralsızlığı, dizginsiz hırsı şu örnekle anlatır: “Hüseyin bin Ali, Hz. Ali'nin torunlarındandır. Miladi 786 yılında Medine'de isyan eder. Abbasî’lerin komutanı Muhammed b. Süleyman casusluk için bir hamalı Hüseyin bin Ali'nin karargahına gönderir. Hamal döndükten sonra "gördüğüm manzara namaz kılan, dua edip Allah'a yakaran, mushafa bakarak Kuran okuyan ya da silahını hazırlayan insanlardan ibaretti, zannımca bu topluluk kesin muzaffer olur" der. Muhammed b.Süleyman bu sözleri duyunca ellerini çırpıp, ağlamaya başlar. Hamal casus bu tavır karşısında, Muhammed b.Süleyman'ın artık savaşmayıp geri döneceğini düşünür. Fakat yanılmıştır. M.b.Süleyman ;"vallahi de onlar Allah'ın en değerli kullarıdır ve yönetime bizden daha layıktırlar. Ne var ki saltanat kısır bir şeydir. Kabirde yatan zat, yani Resulullah dahi bizimle saltanat hakkında çekişecek olsa, onun da burnunu kılıçla vururduk," der ve Hüseyin b.Ali'nin üzerine yürüyerek şehit eder.(Zemahşeri, Alemin Nizamı,s.42) 

İktidarda kalmayı şanlı Peygamber'in hayatından üstün gören bu kültürdür ki tarih boyunca birçok zalim yöneticiye döl yatağı olmuştur. Kuralsızlık, gücün ulu orta kullanılmasını kolaylaştırmıştır. Bugün de iktidara dişleri, tırnakları ile yapışanlar, "her şey benden sorulur, gökte tanrı yerde ben" tavrıyla hareket edenler bu kültürün mahsulleridir. Bu kültürle hesaplaşıp, İslam'ı onun tasallutundan kurtarmadıkça bu efendi/köle nizamı varlığını sürdürmeye devam edecektir.