12 Eylül 1980 tarihi millet hayatımızdaki dönüm noktalarından biri olmuştu.

Demokrasiye darbe vuran ihtilal hükümeti sosyal ve kültürel hayatı alt üst etmiş, haksız, hukuksuz uygulamalarla gencecik insanların ve ailelerinin hayatı kabusa dönüşmüş, “Bir sağdan bir soldan” mantığı ile idam sehpaları kurulmuştu. Herkeste bir karamsarlık vardı. 1950’li yıllardan beri yazılar yazan Ülkücü’nün Çilesi yazarı Galip Erdem de yazılarına ara vermek zorunda kalmıştı. Ancak yazması da gerekiyordu. Nitekim baskılara dayanamamış ve “Yazma Güçlüğü” başlıklı yazısına şu ifadelerle başlamıştı:

“Birkaç yıldan beri yazmayı sevmiyorum. Çünkü artık yazabileceklerimin fazla bir değeri ve manasının kalmadığına kesinlikle inanıyorum. Düşündüklerimi oldukları gibi, duygularımı da yaşadığım gibi yazmak isterim…”

Hasbel kader 1970’li yılların başında Galip Erdem’in tedrisinden geçip yazılarını okumuş ve yayınlamış olan ben de şimdilerde aynı durumdayım. Yıllardan beri yazı hayatının içindeyim. Çeşitli dergilerde yazdım, yöneticilik yaptım, radyo ve televizyon programları hazırladım, kitaplar yayınladım. 2018 yılından beri de  internet sitesinde ve sosyal medya hesaplarımda biraz da zülfü yâre dokunan yazılar yazıyordum. Çünkü Türkiye’deki siyasi yapı ya da anlayış hoşuma gitmiyordu. Çünkü haksızlık ve hukuksuzluklar vardı. Ardından milletimize adeta dayatılan “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” bütün bu haksız, adaletsiz uygulamaların üstüne tuz biber ekti. Uygulanan gerginlik politikası rahat ve huzur bırakmadı. Bütün aksaklıkları, haksızlıkları, yanlış uygulamaları dilim döndüğünce, aklım erdiğince ama hep araştırarak, soruşturarak, belgelere dayanarak yazmaya çalıştım. Bu doğrultudaki yazılarımı 2019 yılında “Vatan Mahzun Ben Mahzun”, 2020 yılında da “Mahzunluk Bitecek mi” isimli kitaplarımda topladım. Yazmaya devam ediyordum ama millet olarak düştüğümüz mahzunluğun biteceği yok gibiydi. Şimdi dört kitaplık yazı hazır. Üçüncü kitabımın adını bile koymuştum: “Mahzunluk Bitmez Ümitler Taze Kalır!”

28 Mayıs günü sonlanan Partili Cumhurbaşkanlığı Seçimi gösterdi ki mahzunluk hakikaten bitmeyecek ama “Ümitlerin Taze Kalması” için de sebepler bir bir tükeniyordu. Çünkü işin başına döndük. Şimdi ben hala Namık Kemal’in o ünlü beytini söylüyorum: “Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi/Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun!”

Öyle ya; "Düşündüklerimi olduğu gibi, duygularımı da yaşadığım gibi" hem nalına hem mıhına vurarak yazmaya çalışan ben bundan sonra yazsam ne olur yazmasam ne olur? Kimseye laf anlatamadıktan, uyarıcılık görevini yerine getiremedikten sonra ne anlamı var?

Dayatılan sistemin gereği öyle bir seçim yapıldı ki evlere şenlik! Cumhurbaşkanı ve kendisine destek olanlar hemen hiçbir seçim yasağına takılmadılar. Aynı zamanda Ak Parti Genel Başkanı olan Cumhur Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve kabine üyesi Bakanlar alışılmışın dışında devlet imkanlarını sonuna kadar kullandılar. Cumhur Başkanı günün hangi saatinde olursa olsun gece gündüz demeden nerede konuşuyor ve toplantı yapıyorsa başta devlet kanalı TRT olmak üzere 20, 25 TV kanalı ve bilmem kaç radyo istasyonu anında yayına geçtiler. Hileler, montajlar, manipülasyonlar havada uçuşsa da yargıdan, emniyet güçlerinden bir tedbir, bir önleme gelmedi. Cami avluları ve hatta mihrapların içi, minberler, vaaz kürsüleri dolaylı ya da dolaysız olarak doğrudan iktidarın propaganda aracı olarak kullanıldı.

İslamiyet Allah’ın birliğini getiren Tevhid Dini, Müslümanlar da buna şeksiz şüphesiz inanan kişiler olduğuna/olması gerektiğine rağmen Türkiye adeta bir “Tarikatlar, Cemaatler Cenneti” haline getirildi.  Hepsinin camileri ayrı, şeyhleri önderleri farklı. Birbirlerine selam bile vermiyorlar. Keçiören’e bağlı bir semt durumunda olan Bağlum’da bile Diyanet’e bağlı camiler dışında tespitlerime göre dört ya da beş ayrı yerde Cuma Namazı kılınıyor, farklı hutbeler okunuyor. Bu tarikat ya da cemaatler AKP iktidarları döneminde geniş imkân ve tavizlere sahip oldukları için siyasete, ticarete de bulaştılar, devlet kurumlarında kadrolaşmaya girdiler. Siyaset kurumu oraları oy deposu olarak görüyordu. Bir FETÖ belası yaşanmasına rağmen pıtrak bitkisi gibi çoğalan o gruplara taviz vermeye devam edildi, onlar da peş peşe iktidara ve Cumhurbaşkanı adayına “Desteklerini” açıkladılar. Muhalefet ve diğer adaylar ne derlerse desinler ne projeler koyarlarsa koysunlar vız geldi tırıs gitti. O gruplar ve insanlar için en büyük proje sağlanan ve sağlanacak olan “Menfaat Projesi” idi. Muhalefetin elinde ise böyle bir imkân yoktu.

Bunların dışında devletin bütün kurum ve kuruluşları, Valiler, Kaymakamlar, Emniyet güçleri, hatta bu işlere hiç bulaşmaması gereken Diyanet iktidarın emrinde seçim çalışmalarına katıldılar. 1986 yılında Rahmetli Özal’ın kendi memleketi olan Malatya’da düzenlediği miting sırasında vatandaşların kendisini görebilmesi için çökmesini istediği Vali Naim Cömertoğlu, “Vali Çökerse Devlet çöker” deme cesaretini göstermişti ama Partili Cumhurbaşkanlığı’nın valileri mitinglere adam toplayıp miting ve toplantıların videolarını servis etmekten hiç kaçınmadılar.

 Kısacası adil olmayan bir seçim yarışı vardı. Düşünün ki iki atletin katıldığı bir 100 metre yarışı var ve organizatörler yarışçılardan birini 50 metre ileriden başlatıyorlar! İşin garibi bütün bunlar milletin gözü önünde oluyordu ve milletimiz sesini yükseltip “Haksızlık bu” demedi, diyemedi. Böyle bir uygulamanın doğru olmayacağını Kasım 2022’de yayınlanan “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nde Adaletsizlik Kaçınılmazdır” başlıklı yazımda etraflıca ele almıştım. Başka yazanlar da oldu, hukukçular bunun doğru olmadığını açıkladılar ama her şey kitabına uydurulmuş, muhalefet bile adeta sus – pus olmuştu.

Ah muhalefet ah ve elbette ah CHP ah!

Artık 22 yıllık bir AKP iktidarı var. Adeta ununu eleyip eleğini asmış durumda. Habire hata yapıyor, devamlı fırsat tanıyor ama değerlendirebilen bir muhalefet yok. Yazmadık mı? Yazdık. Söylemedik mi? Söyledik. İkaz etmedik mi? Ettik. Dedim ya, yazılarımda hem nalına hem mıhına vuruyordum. İktidara da muhalefete de ve hatta 50 küsur yıl öncesinden başlayan MHP sevdama da yazmadığım kalmadı. İşte Ağustos 2018’da yayınlanan yazımın başlığı: “CHP Akıllanmaz, AKP İflah Olmaz Ve Dahi Yiğitler Silkinip Ata Binmezler İse Tünelin Ucu Görünmez!”  O yazıdan yaklaşık bir yıl sonra Haziran 2019’da yayınlanan yazımın başlığı: “Bu CHP Var ya, Gerçekten Adam Olmayacak!” Nitekim olmadı, bu gidişle olmayacak da. O ve benzeri yazılarımda da belirttiğim gibi Deniz Baykal ve özellikle Kemal Kılıçdaroğlu’nun iyi niyetli, samimi gayretleri boşa çıktı. Çünkü siyasette etraf da çok önemli idi. Bir milletvekilinizin, bir il ya da ilçe başkanınızın, hatta sizinle özdeşleşen bir yazarın, gazetecinin, sanatçının ettiği laf size mal edilebilir. Hele de AKP gibi propaganda gücüne sahip bir iktidar varsa ne yapsanız nafile!

Derdim siyaset yapmak değil. MHP’den başka hiçbir siyasi partiye meylim, sempatim olmadı. Politika değişikliğinden sonra siyaseten o sempatim de gitti. Rahmetli Başbuğ Türkeş’le yaptığım konuşma, röportaj, yaşadığım hatıralar ve bir de 1972 – 73 yıllarında görev aldığım Türk Ülkücüler Teşkilatı Şube Başkanlığı’nın gururu ile avunup övünmeye devam edeceğim.

MHP, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne destek olmakla yapabileceği en büyük kötülüğü yapmış, sistemin getirdiği haksızlık ve hukuksuzlukların, milletimiz içindeki kutuplaşmanın, yaşanan gerginliklerin sorumluluğunu almıştır. Başbuğ Türkeş’le   yaptığım ve Devlet Dergisi’nin Mayıs 1978 sayısında yayınlanan röportajda sorduğum soruyu ve cevabını buraya alıyorum:

SORU: Milliyetçi Hareket Partisi olarak mücadelenizin temel felsefesini açıklar mısınız?

CEVAP: Biz, Milliyetçi Hareket Partisi olarak, Anayasamızın başlangıç kısmında yer alan “Devletimizin bölünmezliği ve Milletimizin bütünlüğü” ilkesi etrafında, hür, DEMOKRATİK PARLAMENTER DÜZENİN SAVUNUCULUĞUNU YAPMAKTAYIZ. Komünizme, bölücülüğe, mezhep kışkırtıcılığına ve HER TÜRLÜ DİKTAYA ŞİDDETLE KARŞIYIZ… 

Türkiye maalesef bu anlayıştan ayrılmış, MHP, asıl politikalarını belirleyen Kurucu Genel Başkanı’nın yolundan çıkarılmıştır. Son seçimler ve bu aradaki gelişmeler üzerine “Milliyetçiliğin zaferi” gibi ifadeler öne çıkarıldı. Mevsimlik ya da konjonktürel milliyetçilik olmaz. Hele de Türk Milliyetçilerinin dolgu malzemesi olarak kullanılması ve milliyetçiliği, ülkücülüğü kullanarak gidip bir yerlere “eleman” olunması milliyetçiliğin zaferi olarak gösterilemez. Genel bir değerlendirme yapılınca zaten Türk Milliyetçilerinin zafer değil hezimet içinde oldukları görülecektir. Çünkü büyük bir dağınıklık içindeyiz. İnanmışlık ve dava adamlığı anlayışının yerini çıkarcılık almış durumda. Normal şartlarda ve birlik olunduğu taktirde yüzde otuzlarda olması gereken milliyetçi oylar bölük pörçük dağılmış ya da fikir ve yön değiştirmiş haldedir. Elimizde siyasi güç, bir sihirli değnek yok. Ancak yazarak içimizi boşaltıyoruz. Araştırıp değerlendirme yapmayan, yapamayan, aklını kullanmayan, kullanamayan ve öğüt almayanlara bir faydamız olmuyor. O halde neden niçin, nasıl yazayım?

Yukarıya, Namık Kemal’in benim gibi ümitsizliğe düştüğü bir anda yazdığı ve millete sitem eden bir beytini almıştım. Divan Edebiyatı üstadı dostumuz Prof. Dr. Cemal Kurnaz tam da bu yazıyı kurgulamaya başladığım günlerde yine Namık Kemal’in bir beytini gönderdi. Vatan şairimiz bu beytinde sanki önceki ümitsizliğini tekzip ediyor gibiydi:

“Kaza her feyzini her lütfunu bir vakt içün saklar/Fütur etme sakın milletdeki güçsüzlük ve gevşeklikten.”

(Kader her feyzini, her lütfunu bir vakit için saklar. Sakın milletteki güçsüzlük ve gevşeklikten yılıp ümitsiz olma!)

Gelin görün ki Sayın Cumhurbaşkanı 28 Mayıs gecesi yaptığı “Balkon Konuşmasında” gerginlik ve ötekileştirme politikasından vazgeçmeyeceğinin işaretlerini de vermiş oldu. Propaganda faaliyetleri sırasında kullandıkları bir videonun montaj olduğunu daha önce iki defa itiraf etmesine rağmen öbür aday Kılıçdaroğlu için, “Şimdi, Kandil'dekilerle onları arkaya alıp bir video çekimiyle haydi diyebilirsiniz ama bu millet yutmuyor ve yutmadı" ifadesini kullandı, muhalefetin yuhalanmasına izin verdi. Ben böyle bir siyaset anlayışını sevmiyor, kabullenemiyorum. Fikir ve düşüncelerimi de şimdiye kadar bütün açıklığı ile yazdığım kanaatindeyim.

Namık Kemal’in kavlince kaderin sakladığı feyiz ve lütfunun vakti gelene kadar yazmak istemiyorum. Ömrümüz vefa eder ve o vakte erişirsek İnşaallah yine yazar ve dertleşiriz.

Hoşça kalın.