Prof. Dr. Yümni Sezen, milli devlet gazetesindeki köşesinde “Dinsizler ayılabilse, dindarlar uyanabilse” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Bilim ve dinin karşı karşıya getirilmesini eleştiren Sezen, “Bilimi, tam karşılığı olmasa da bilgi ile temsil edersek, bugün dinin karşısına bilgi konmuştur. İç içe, birbirinin içinde olması gerekirken, karşı karşıya getirilmiştir. Bunların çarpıştığı yer, insanın düştüğü yerdir. İç içe olması gerekenler karşı karşıya getirilip uçlara taşınmıştır. Artık sosyolojik kural geçerlidir. Uçlar birbirini doğurur ve beslerler.” dedi.

Prof. Dr. Yümni Sezen’in yazısı şöyle:

Dünyada insanların çoğu, ülkemizde bir kısmı açlıkla savaşırken, bir kısım insanlar ahlak mücadelesi verirken, mafya, devlet olmaya çalışırken, hukuk ve adalet can çekişirken, yine mi din? Evet, yine din. Çünkü insan ve toplumlar düştüğü yerden kalkar. Saydığımız ve daha sayabileceğimiz birçok belanın sebebi ve düştüğü yer bu yerdir. Bu yer aynı zamanda zıtların çarpıştığı yerdir.

Bilimi, tam karşılığı olmasa da bilgi ile temsil edersek, bugün dinin karşısına bilgi konmuştur. İç içe, birbirinin içinde olması gerekirken, karşı karşıya getirilmiştir. Bunların çarpıştığı yer, insanın düştüğü yerdir. İç içe olması gerekenler karşı karşıya getirilip uçlara taşınmıştır. Artık sosyolojik kural geçerlidir. Uçlar birbirini doğurur ve beslerler.

Bilgi, görevini yaparken, yarı yolda sahibini sarhoşluğa dönüştürebilir mi? Öyle görünüyor. Öbür taraftan din uyku verebilir ve rüya gördürebilir mi? Bu da böyle görünüyor. Rüyadaki bilgi, bilgi değildir.

Bilgi, sahibini sarhoş edebildiği gibi, şımarıklığa da sevk edebiliyor. Sarhoş, gerçeklerin dışında değildir ama o, gerçeği yalpalayarak yaşar. Dine gelince, usulünde yenmeyen gıdaya benzer. Ya bozar ya uyku verir. Hele fazla kaçırılmışsa. Uykuda gördüklerini bazı insanlar gerçekle karıştırırlar. Bu benzetmelerle şunu da ifade etmek istiyoruz ki, iki tarafı da keskin kılıç gibi olan şeyler, insanın başına dert açabilmişlerdir.

İkisinin de, bilginin de dinin de ticaretini yapanlar vardır. İkisi de kârlı ticarete vasıta olmuştur. İşte meselenin tehlikeli tarafı daha çok buradadır. Bilgi güç ve yetki verir. Bu güç ve yetki, iyiye de kötüye de kullanılabilmiştir. Din de güç ve yetki verir. Bu, kutsal kavramına dayanır ki bu kavram yerinde ve doğru kullanılmamıştır. Daha büyük tehlikelere yol açmıştır. İki tarafın da elde etmiş olduğu güç ve yetkinin kullanılmaya bağlı olması, başka alanlara da yol açmıştır. Meselâ oligarşilere. Bilgi sahibi, bu sermayeyi siyasette, bürokraside, akademik hayatta, günlük hayatta haklı olarak kullanabilirken, otoritesini oligarşilere de dönüştürebilmiştir. Çünkü bilgi sermayesi böyle bir potansiyel taşımaktadır. Bilindiği gibi oligarşiler, daima bir güç ve yetkiye dayanırlar. Normal bir devlet düzeninin dışına çıkmış askerî otorite, güç ve yetkisini nereden alacaktır? Silahtan. Üniversiteler bilgiden, bürokrat yetkiden (bugün git yarın gel misali). Siyasetçi oligarşiye doğru yol almışsa, yalan ve entrikadan güç alacaktır. Bunlardan daha tehlikelisi de kutsaldan ve inançtan güç alan din oligarşisidir. Bunun tahribatı yüzyıllar sürer ve sürmüştür. Dinin iyi veya kötü, doğru veya yanlış anlaşılması ve icrası, bilgi, iman, dürüstlük, ihlas, samimiyet gibi iç kaliteye bağlıdır ki, buna dıştan müdahale çok zordur. Diğer alanlardaki kalitesizliğin telafisi mümkün ama dinî alan çok hassastır. Bu alan, hukukun ve kanunların aciz kalabileceği bir alandır. Gerçek şu ki, raydan çıkmamış bilgi ve din alanları, birbirinin eksiklik ve hatalarını tamir etmeye aday iken, böyle olmamıştır.

Türkiye’de dinî hayat geçmişten geldiği şekilde olabildiğince siyasileşmiş, istismara uğramış, gücünden dolayı diğer birçok müesseseyi bozmuş, bunalımlar yaratmış, hayatı zorlaştırmış, ferdin ruhunda da yaralar açmıştır. Bugün Müslümanlık buysa, olmaz olsun dedirtmiştir.

Dikkatten uzak tutmayalım ki, bir tip daha görülmektedir: Fırsatçı. İki tarafında fırsatçıları bulunmaktadır. Din cephesinde, dinsizleri fırsat bilip olur-olmaz ahkâm kesenler, din bezirgânlığı yapanlar, dahası din saltanatı kuranlar, gün geçtikçe çoğalmıştır.

Bilgi cephesindekilerin bir kısmı, bunlardan farksızdır. Yetersiz ve bilgisiz bir din anlayışını, din istismarını, kötü icrasını fırsat bilip, dinsizliği yaygınlaştırmak isteyenler vardır. İstisnalar ve fırsatçılık yapmayıp hakikat peşinde koşanları, elbette ayrı tutuyoruz.

Din istismarı, cehalet, ilaveten siyasî, adlî, iktisadî sapmalar açısından Türkiye zengin bir örnek oluşturmaktadır. Zaman zaman yazıp, dile getirmeye çalıştık. Daha ehil kimseler de feryatla dile getirip durdular. Ancak bu konu çok geniştir. Biz bugün diğer tarafın fırsatçısından söz edecek, örneklerle özetler yapacağız.

Bilindiği gibi dinimizde inanmak kadar inanmamak da özgür iradeye tabidir. Yaratıcı böyle yaratmıştır. İnanmamızı istemiş, öğüt vermiş, fakat zorlamamıştır. Bu apayrı bir konudur ve bu hikmet üzerinde şimdilik şunlarla yetineceğiz. “Dinde zorlama yoktur” (Bakara-256), “Rabbin dileseydi bütün insanlar inanırdı” (Yunus-99), temel ilkelerdendir. Kur’an, bir öğüt olduğunu beyan eder. (Bakara-66, 232; Âl-i İmran-138; Nisa-58, 63) İnanma veya inanmamanın, ikisinde de kişi kendini belirtip, fikrini beyan edebilir. Karşısındakine zarar vermemek ve baskı kurmamak şartıyla sorgulama da yapabilir. Bir dinsiz, Batılı deyişle ateist, kendini bu şekilde tanıtabilir. İslamiyette böyle olmasaydı, müşrikin hak ve hukukun olabilir miydi? İnanmayanın hak ve hukukunu bizzat Kur’an beyan eder: “Müşriklerden biri sana sığınırsa, kabul et, sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır.” (Tevbe-6). “... müşriklerle yaptığınız anlaşmaya sonuna kadar uyun...” (Tevbe-4). Demek ki Allah’a inanmadığını beyan etme hakkı vardır ki hukuku bile teşekkül etmiştir.

Din kurum haline geldiği için, kültürleşir ve daima muhatap teşekkül eder. Yayılmak ister ancak bunu baskı kurmadan ve zarar vermeden yapmalıdır. Gerçi işler ne yazık ki hep böyle ideal şekilde seyretmemiştir. Fakat ister istemez iman dine, din kuruma ve kültüre evrilecektir. Dile, örf ve adetlere, sanata, alışkanlıklara geçer, kültürleşir. Ateistlik ferdî bir tavırdır ve hiçbir zaman, hiçbir yerde kültürleşmemiştir. Sadece itiraz, red, kabul etmeme hakkı vardır. Kendisi gibi olanlarla birlik olup mesela dernek kursa (çok az da olsa görüldü) bile, bunun kültür meselesiyle ilgisi yoktur. Üzerinde durmak istediğimiz mesele bu değildir. İnanmayanın kendini beyandan öteye geçmesi, inananları rahatsız etmektedir. Bazıları, özellikle fırsatçılar, açık veya sinsice din ve dindar aleyhine saldırıya geçebilmektedirler. Bilgi istismarı yapmakta, yanlışlık ve zaafları fırsata çevirmekte olanlar bulunmaktadır. Buna imkân verilmiş olsa bile, kendileri de çoğu kez eksik, hatta yanlış bilgilerle kafa karıştırmaktadırlar. Hedefleri Müslümanın kendisinden ziyade, Müslümanlığın kendisi olmuştur. Onun için bunlara fırsatçı dedik. Sorgulamalar kötü niyetli olmakta, bunun için sürekli malzeme biriktirmektedirler. Sosyal medya denilen, hayrı şerri birbirine karışmış bir iletişim ortamında, bugün bunu daha çok görüyoruz. Sosyal medya, içine tezek karışmış (kurumuş büyük baş hayvan pisliği) süt gibi oldu. Ne kadar üfleyerek içerseniz içiniz, ağzınıza sütten başka şeyler de geliyor. Sosyal medyada, bilim adamı olması gerekenler boy gösteriyor ve dine saldırılar bunlardan da geliyor. Bu tepkilerin iki kaynağı var: Biri 18. ve 19. yüzyılın insan anlayışı. Diğeri din cephesindekilerin cehaletleri, yanlışları ve bağnazlıkları. Fırsatçılar için bunlar bulunmaz hazinedir. İnsan anlayışı felsefî bir temele oturur. 18. yüzyıldan itibaren, rönesans ve reform sonrası, bozulmuş ve zalimlik yapan bir din anlayışına karşı haklı tepkilerle ortaya çıkmış bir dönem vardır. Bu dönemde Batılı aydın, insan anlayışında hem antropolojik hem felsefî açıdan aşırı uçlara taşınmıştır. Önce bilim, henüz yolculuğuna devam etmekte olduğu halde, bu konuda herşey olmuş bitmiş gibi, son nokta konulmuş gibi, bir çeşit “bilim putçuluğu” yaratılmış, yalnız dine değil, felsefeye de bu açıdan bakılmıştır. Daha sonra pozitivizm denecek olan, sırf nesnel, aynı zamanda şüphe kabul etmez bilimsel ve deneysel anlayışın dışında kalan ne varsa, artık hepsi masaldır, fantezidir. Bu dönem daha sonra evrimciliğin de etkisine girecek, oradan destek alacaktır. İnsan anlayışı şöyle devam eder: İnsan hayvandan dönüşmüştür. İnsan hayal kuran bir hayvandır. Masal üreten bir hayvandır. Ancak akıl denilen düzene de ulaşmış bir hayvandır. Konuşan, alet kullanan bir hayvandır. Çünkü insan zaten hayvandan dönüşmüştür. Meseleyi hafifletmek için, hayvan derken, kelimenin anlamına başvurarak canlı (animal, animê, hayevan) diyelim. Yani hayvan kelimesi aşağılama maksadıyla kullanılmış değildir.

Bu anlayışın felsefî-bilgisel uzantıları da vardır. İnsan marazî (hastalıklı) şekilde kendi bilincini arttırmıştır. Hayvanın olağan ve normal hali içgüdülerle hayata tam intibak etmiş olduğu haldir, bilinç ve diğer birçok psikolojik düzen, bu anlayışa göre, marazî hallerdir. Bu şekilde insan, hayatı bozmuştur. Hayatı çıkmaza sokmuştur. İnsan özel bir tarzda beyinleşmiştir. Yani alınan enerjinin büyük kısmı, organizmanın tamamına tahsis edilmemiştir. Yalnızca beynin işlemesine tahsis edilmiştir. İnsan böylece beyin kışrının (korteksin) esiridir ve bu hal bir hastalıktır. Bu hal, hayatın hastalıklı hale dönüşüdür. Marksist literatürde (Bkz. Engels) bunun izahı biraz farklıdır. Tabiat, kendi kendinin farkına varmak üzere insanı ve onun bilincini oluşturmuştur. Ama tesadüfen (!). Bu şerh de yeni insan anlayışını kurtaramamıştır. İnsan bu süreçte monarşiyi (tek adam rejimini) ve buna bağlı olan monoteizmi (tek tanrı inancını) icat etmiştir. Yani bu icatlar da, korteksin esiri olan hayvanın sayıklamaları arasındadır. Bu anlayışa göre bunlar, aynı zamanda onun aczinin göstergesidir. Homo Sapiens olması bakımından bu yeni varlık (insan), giderek insandan fazla bir şey de olacaktır (Nietzsche’nin üst insan/hübermensch görüşü).

Bu felsefî hikâye uzundur. Kısacası insan, “faydalı hayat fiksiyonları (kurguları, hayalleri) yaratan bir hayvandır.1

Bu fikirler bugün, bilerek-bilmeyerek, bilinçli-bilinçsiz, aydınlar üzerinde etkisini hala sürdürmektedir. İkinci dayanak daha bilinçli ve açıktadır. Din cephesindekilerin önemli bir kısmının bilgisizlikleri ve anlayışsızlıkları. Bilgi cephesinin fırsatçıları en çok burayı kullanırlar. Bunlar istismarla kalmaz, olur-olmaz dinî ahkâm kesenler gibi, bilimsel ahkâm keserler. Adam çıkmış İbrahim diye (Hz. İbrahim) biri yoktur, yaşamamıştır diyor. Sümerler söz konusu olunca, İbrahimî Sümerlere bağlamışlardı. Maksat dinlerin ve İbrahim geleneğinin Sümerlerde başladığını söylemekti. Şimdi de böyle biri yoktur diyorlar. İbrahim-Abraham hakkında, Batıda-Ortadoğuda 15 eser yayımlanmışsa, 14’ü olumlu olduğu halde, birini bilimsel diye konu yapmak, reklâm dünyasında önemli bir tüccarlıktır. Gizlenmiş bu reklamın adına bilim diyeceğiz? Neredeyse Hz. Muhammed diye biri yaşamamıştır diyecekler ama bu kadarına cüret edemiyorlar. Nitekim İsa diye biri yaşamadı diyen Batılı sapmışlara yine kendi içlerinden cevaplar yetişti. Bir kimse, Yahudilerin Mısırdan çıkışında, Kızıldeniz’in yarılmasına inanmayabilir, bu normal bir tavırdır. Fakat Yahudilerin Mısırda hiç bulunmamış olduğunu, böyle bir çıkışın olmadığını söylemek yakıştırılmış bilgileri kullanmak isteyen belli bir niyeti içine alır. Hz. Musa hakkında şüphe yaratmaya çalışanlar, öbür taraftan, Musa’nın doğumu ve büyütülmesi ile ilgili hikâyeler, Akad kıralı Sargon ve Yunan Olimpos hikâyeleri ile örtüşür, diyorlar. Yani Musa var ama başka bir yerde başka adla var. Onlar da mitoloji. Bir masalı (!) bir mitoloji ile delillendiriyorlar aslında. Bu zatlara göre mitoloji olunca tarih, din olunca masal oluyor. Yalnız İbrahim değil, İshak ve Yakub da tarihi şahsiyetler değilmiş. Nuh Tufanının genel mi yerel mi olduğunu Kur’an belirtmez. Fakat genelmiş iddiası varmış gibi, uydurulmuş bir efsane olduğu vurgulanıyor bu zatlarca. Hz. Nuh belli bir kavme gelmiş peygamberdir. O günün şartlarına göre, bütün insanlarla muhatap değildi. Fakat diğer taraftan şu var: Nuh Tufanı Efsanesinin tıpkısının destanlar şeklinde, İnkalardan Japonyadakilere kadar birçok kavimde ifade edilmiş olduğu, araştırmacıların tespitleridir.

Seküler tarihle dinî tarihin örtüşen yerleri kadar örtüşmeyen yerlerinin olduğunu biz de biliyoruz. En zor bilim dalı olan tarih bilimi, dörtte bir belgelere, dörtte üç söylence ve destanlara, özellikle yazı öncesi dönemler toprak altına (kazılara) dayanır. Tarihçinin muhayyilesi, işin içindedir. Kırılmış ve yarısından çoğu kaybolmuş bir vazonun, muhayyile tarafından tamamlanması gibidir. Son yüzyılın, yani bize en yakın yılların tarihini bile doğru dürüst bilmiyoruz. Bilseydik, bu kadar kavga mı olurdu? Bilinmeyenlere mi sığınıyoruz? Hayır, acele edilmesin diyoruz. Esas sığınmayı yapanlar, bilinenlerle yetinip bilinmeyenleri hiç hesaba katmayanlardır. Din söz konusu olunca, hemen istismara kalkışanlardır. Şanlıurfa’da, Göbeklitepe’deki kazılar henüz dörtte bire bile ulaşmamışken, dine karşı çıkmak isteyenler oraya üşüştüler, ahkâm kesmeye başladılar. Bu zatlar, Mısırda yapılan kazılarda, firavunlar döneminden çok önceye ait tabletlere, tek tanrılı inanış sembollerinin kazınmış olduğundan habersizdirler veya habersiz görünürler.

Kur’an’da yanlışlık aramayı adeta meslek edinmiş bazı bilim sarhoşları, dindarların, bilimsel gerçekleri bilir-bilmez Kur’an’a dayandırmasına kızarlar ama kendilerinin yaptığı farksızdır. “Dağları kazık yaptık” ifadesinden Kur’an’ı yalanlamaya çabalayan büyük jeolog (!) dağlar olmasaydı neler olurduyu araştıracak yerde, bilimini reddiyeye göre ayarlamıştır. Dağlara kazık benzetmesi, dünyanın bütününün hareketi ve sarsılma meselesi ile ilgilidir. Dağda ve dağlık bölgede deprem olmaz diye bir Kur’an ifadesi yoktur. Ancak bu zatlar depremlerin, özellikle son zamanlarda daha çok deniz dibi kaynaklı olduğunu, tsunamileri görmezden geliyorlar. Kazık, bir benzetmedir. Kur’an ayetlerinde bu kazıkların (dağların) bütünlük içinde hareket söz konusu olduğunda hareketsiz olduğuna dair bir hüküm yoktur. Bütünün hareketine tâbidirler. Şöyle denir: “Sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler.” (Neml-88). Şimdi büyük jeolog bu “yürümek” kelimesine de takabilir. Geçelim... Onun görevi, ima ve benzetmeleri anlamaya çalışmak değil, bilgisini kötüye kullanarak, dinsizliği haklı çıkarmaya çalışmak olmuştur.

Kur’an, gerek tabiattan, gerek tarihten örnekler verirken gerçeklerden hareket eder ama bazı örnekleri akıl yürütme ve düşünme için üretir. Öğüt için böyle gerekmiştir. “Filan çiftçiye benzer”, falan bağcıya benzer diye örnekler üretirken, insanın düşünmesi, aklını kullanması, sonuçta öğüt alması istenmiştir. Fırsatçı din karşıtları için bunlar masallardır.

Neredeyse dine savaş açmış bilim tüccarlarının bir kısmı, kafayı şu evrim meselesine takmıştır. Evrimin dinî bir mesele olmayıp bilimsel bir mesele olduğunu ayırt edememektedirler. Tıpkı dindar algı fukaraları gibi. Dindarlar, inançlarını evrim olmamasına, bilgi cephesi inançsızlıklarını evrimin varlığına borçlu kılar hale gelmişlerdir. Birbirine çok benzerler. Evrim vardır, gerçektir ve bunu hem din hem bilim söyler. Kur’an, bütün varlığın nasıl bir değişme ve tekâmül içinde olduğunu örnekleriyle beyan eder. Yok iken yaratan Allah’ın diğer bir yaratma şekli de bir şeyden bir şeyi yaratmaktır. İnsanın ana karnında nasıl bir evrim geçirdiğini anlatır. Şu ayet acaba ne demek ister: “İnsanın üzerinden uzun bir süre geçmiştir ki o henüz anılır bir şey değildi” (İnsan/Dehr-1). Hassas nokta, evrim değil, transformasyon ve sıçramadır. Yani kökten dönüşümdür. Darwin bile bunu açık ve kesin söylememiştir. “Olabilir” demiştir. Darwin, iki meselenin, içgüdü ve melezleme konularının kendisini sarstığını, içinden çıkamadığını itiraf etmiştir (Bkz. Türlerin Kökeni). Diyoruz ki, transformasyon ve sıçrama olmuş olsa bile, bu dine aykırı olmaz. Allah, insanı ha topraktan-çamurdan yaratmış, ha maymundan. O’nun kudretinin sonsuz olduğuna inanan biri için bunun ne önemi var? Dinî kanal bize bilgi vermemişse, yahut sınırlı bilgilere sahipsek, inancımızın bilgi tarafı daima açık demektir. O kapıyı kullanacak olan bilimdir. Bilim eğer kesin olarak sıçrama (kendi türünde değişme, gelişme değil de başka türe dönüşme) olmuştur diyorsa, veya ilerde diyecekse, benim imanıma bir zarar gelmez. İmanımla çatışan yer, yani ayırım noktası sadece şudur: Bu işlerin kendi kendine olup olmaması. Bu husus, amaç meselesini de içinde barındırır. Amaç varsa, zaten kendi kendine olmamış, bir irade var demektir. Kendiliğindenlikle tesadüfü birleştirmeye kalkanlar (maddeci felsefe), işi saçmalığa, hatta maskaralığa dökmüşlerdir. Ana rahminde fötüs öncesi hücreler, tesadüfen farklı kümeleşecek, organları meydana getirecek, tesadüfen farklılaşacak, tesadüfen bebek karındayken, henüz hiç ihtiyaç yokken başparmağı ile emme talimleri yapacak. Tabiatta on binlerce misal, tesadüfü de, amaçsızlığı da fırlatıp atar. Göz görmek için değil de tesadüfen görme organı haline gelmiş... Kısacası şudur: Varlıktaki bir şey, bir iş, kendi kendine mi oluştu, bir Mutlak Kudret tarafından mı oluşturuldu? Önemli olan budur. Maddenin dinamizmi, iç kanunları, diyalektik kanunları demek yetmez. Maddeyi inkâr eden yok ki. O zaten kendini bize açıkça tanıtıyor. Hacim, ağırlık, şekil, renk, koku, tat, hareket, değişme v.s. Bunları alabilmem, algılayabilmem için de bana organlar, özellikler verilmiş. Hem tesadüf ve kendiliğinden diyeceksiniz hem maddeye, sahip olmadığı kudretler vereceksiniz? Gerçek şu ki ya maddeye teslim olacaksınız ya Allaha. Sonuçlarına ve sorumluluklarına katlanmak şartıyla.

Esas konumuza dönersek; iki zıt tip çarpışıp durmaktadır. Biri ayakkabısının ipini nasıl bağlayacağını dinde aramış, diğeri bütün ilmini Kur’an-ı yalanlamak için kullanmıştır. Din aleyhinde ne malzeme üretilmişse yığmıştır. İki zıddın birbirini beslediğini de unutmayalım.

Şöyle bitirelim:

1. Din, tarihî, antropolojik, sosyolojik bir gerçek olduğu gibi, insanî, manevî bir gerçektir. Tıpkı bilim alanı gibi. Ne bilimin, ne dinin red ve inkâr edilmesi bir şey ifade etmez. Bu, “güneş yoktur”, “güney ısıtmaz”, “insanlar yiyip içmezler” demeye benzer. Önemli olan her ikisinin de hakikisini bulmak ve anlamaktır.

2. Dine eğer aydın sahip çıkmazsa, üstelik ona karşı çıkarsa, hırka, cübbe ve sarıktan başka marifeti olmayanlar onu sahiplenecektir ki sonuç bellidir. Hırka, cübbe ve sarık altında hakikatı bilen ve beyan edenler, sözümüzün dışındadır. Maksadımız hak etmediği şeyi şekille kapatanlardır. Hele dini, Işid ve benzerleri sahiplenmeye kalkarsa, oturup ağlamalıdır. Aydının sahiplenmediği her şey ayağa düşmeye, berbat olmaya mahkûmdur. Eğitim, iktisat, hukuk, siyaset sahipsiz kalır, kötü akıbete uğrar.

3. Özgürlük, inanmayı da inanmamayı, yani dinsizliği de içine alır. Belirli sınırlarda sorgulamaya da yer verilmesi, özgürlüğe aykırı değildir. İyi niyetli olursa, sorgulama, doğrusunu anlamanın bir yoludur: Fakat kendisini karşıt görüşte görmekle kalmayıp, tenkit ve sorgulamakla yetinmeyip, fırsatçılık edip, iş alay etmeye, hakarete dönüşürse, artık bunun özgürlükle, özel olarak din ve vicdan özgürlüğüyle ilgisi kalmaz. Bunlar olmadıkça, hukuk ve kanun karşısında kişi suçlanmamalı, adli takibata uğratılmamalıdır. Örneği görülüyor da onun için söylüyoruz. Hukukta, fikir ve ifade özgürlüğü esastır. Bu dinde de böyledir. Bizim burada yapmış olduğumuz tenkit ve sorgulama, karşı çıkanlara karşı çıkma, hakikatin anlaşılması içindir.

 1 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş II., s. 117-161 (İnsan ve Çevresi, Felsefî Antropolojide İnsan).

Editör: Gökçe Sevim