Bunlar ‘tek’ olsaydı, bu kadar üzerinde durmaya değmezdi... Değişik bir canlı türü olarak, bir kafese konulması, kasaba kasaba gezdirilmesi ve mümkünse kafesin üzerine ‘Kabuklu yemiş atmayın’ yazılması uygun düşerdi!..

Ama öyle değil... Sürü hâlinde yaşayan bir canlı türüyle karşı karşıyayız!.. Zayıfı, mazlumu, masumu görünce sırtlanlaşan, avına hiç acımayan bir familya bu... Bir araya geldiklerinde birbirinden cesaret alan, delikanlılık raconundan nasipsiz, sırtlarını ‘kuralları kendilerinin koydukları orman’a dayayan ahlâksızlar güruhu... 

Güçlerini göstermek için hep zayıfa vururlar... Tek vururken bile asla ‘tek’ değildirler, ‘tek tip’tirler... Acılı madenciye savrulan tekmeler, ‘yalnız adam’ öfkesi miydi? Değildi tabii... Sürü nasıl da dayanışmıştı hemen... Familyanın kalem, rozet ve plaka sahipleri üslûbunca ‘tekmene sağlık’ mesajları vermemiş miydi?

Ne kış uykuları vardır, ne de yaz uykuları... Yirmi dört saat nöbettedirler... Artık ‘havuz’ adı verilen yalaklardan beslenirler... Ancak ‘sürüngenler’ kadar haysiyetli, tilkilerden daha kurnaz, yırtıcılardan daha yırtıcıdırlar... Geride bir şey bırakmazlar, mal, mülk, ahlâk, haysiyet, ihlâs ne varsa, müşahhas-mücerret değerli ne varsa yer bitirirler... 

Gerçekten bunlar siyaset faunasında nadir rastlanan bir tür olsaydı, en fazla ‘Kapıya bağlayın’ veya ‘Akvaryuma koyun’ teklifinde bulunurduk... Maalesef bu bir sürü... Bu sürüye dahil olanlarda o psikoloji hâkim olmasaydı, torun tombalak yandaş inşaatında evladını kaybeden bir babaya “Başbakan adam yerine koymuş” diyebilir miydi bir ‘belhüm adal’?

Dr. Moro’nun adasındayız sanki... Temas ettiği herkesi birbirine benzeten üst el, üst karakter var gibi... Bu nasıl aşağılık bir duygudur ki, oğlunu kaybeden babanın sitemine bile katlanamayan, ondan en acılı anında bile belki de ‘Padişahım çok yaşa’ nârâsı bekleyen? Olmayınca da o zavallı çaresize dişlerini geçiren!..

Artık burayı bir ‘kurtarılmış ada’ gibi görüyorlar; vurduklarının, sövdüklerinin, yolduklarının yanlarına kâr kaldığı bir ada... Empatiyi, olgunluğu, hoşgörüyü, tevekkülü, letafeti, katlanmayı, şefkati, kardeşliği çoktan kovdular... Kibiri, şımarıklığı, küstahlığı, zorbalığı, hakareti, zayıfa vurmayı, yalanı, ikiyüzlülüğü en geçerli kurallar olarak tedavüle soktular... 

Korkak olmadığını göstermek isteyen, kalemini adalet hokkasına değil, zayıfın kalbine batırıyor... Sadâkâtini ispatlama peşindeki yağdanlık tekmeyi derhal mazluma yapıştırıyor... Katile teröriste sesini çıkaramayan ise cevap verme şansından mahrum garibana çakarak marka inşa ediyor... 

Keşke ‘münferit’ olsaydı bu türler, ‘patolojik’ der geçerdik... ‘O tekme’ zamanında da söylemiştik, yine söyleyelim... Bir, iklim meselesi... O tekme nasıl ‘ormanın gücünü arkasına almış bir tekme’ idiyse, ‘Başbakan adam yerine koymuş’ mesajı da o ormanın gücünü arkalamaktan doğmuştur... O tekmeli fotoğraf o ânın fotoğrafı değildi sadece, bir devrin, bir kültürün, bir anlayışın objektiflere en objektif biçimde yansımasıydı... Tıpkı ezik babaya had bildiren gazeteci mesajı gibi... 

Aynı gazeteci, herhangi bir yerde o babayla teke tek karşı karşıya gelse o haddi bildirmeyi mi, yoksa sürüsünün yaşadığı sulak alanlara doğru kaçmayı mı tercih ederdi? İşte bütün mesele bu... ‘Halktan birinin adam yerine konulması’şeklinde ortaya çıkan bu bayağılık karşısında o ironiyi tekrar hatırlatmamızda fayda var: 

“İroniye bakın!.. Halka tepeden bakan jakoben ve seçkinci siyasetin mağdur ettiği halk çocuklarıydı bunlar!.. Şimdi tekme ve hakaret sırası kendilerine geçti ya, fırsatı kazaya bırakmıyorlar!.. Seçkinlerimiz değişti ama dövülen ve sövülen yine halk!..” 

‘Başbakan adam yerine koymuş’ sözü ne çok şey anlatıyor değil mi? Farkında olmadan içlerindekini kusuyorlar aslında... Onların gözünde karşıdaki ‘adam’ değil, ‘av’dır ne de olsa, etinden, sütünden, yününden ve oyundan yararlanılan!..