“Bir memleketin coğrafyası ilk bakışta ne kadar aşağı ne kadar zavallıdır! Bu coğrafya ister esrarlı dağlar ister yalçın kayalar ister cennet gibi ovalar ister kuş uçmaz kervan geçmez bozkırlar olsun; insanın, hayvanın çiğnediği bir ölü alemdir…”

“…Fakat bir gün gelir, insan ve hayvanın aynı kayıtsızlıkla çiğnediği bu coğrafya canlanır…” “… Çiğnenen şey baş tacı olmuştur cansız ve tarafsız coğrafya vatan olmuştur. Ortada bir mucize vardır: Bunu kim yapmıştır, nasıl yapmıştır?” (Remzi Oğuz Arık, Coğrafyadan Vatana)

Sahi, ilk bakışta toprak ve taş yığınından ibaret gibi görünen ama hilekâr, düzenbaz Çinlilerin işe yaramaz kaya parçalarından oluşan verimsiz bir Türk toprağını istemeleri üzerine, büyük atalarımızdan Mete Han’ı, “Toprak milletimindir verilemez” diye öfkelendiren vatan kavramı nedir, üzerinde yaşayan insanları nasıl sarmalamış, insanlar vatanlarına, topraklarına nasıl bağlanmışlardır?

Mete Han’ın hüküm sürdüğü topraklarda yaşayan, Kırgız Türklerinin dünyaca ünlü yazarı Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi isimli romanındaki çocuk kahramanın anlattıklarına kulak verirsek belki sorumuza cevap oluşturacak ip uçlarını yakalayabiliriz:

“Dedem diyor ki, geçmiş zamanların birinde, bir han başka bir hanı tutsak almış. Bu han tutsağına: “Eğer istersen benim kölem olarak yanımda kalır, uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen, en büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm,” demiş. Tutsak han düşünüp cevap vermiş: “Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür daha iyi. Ancak öldürmeden önce, benim vatanımdan herhangi bir çobanı buraya getirtmeni istiyorum.”

“-Ne yapacaksın o çobanı?”

“-Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek istiyorum.”

Dedem diyor ki; “işte böyle, vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden insanlar varmış. Böyle insanları görmeyi ne kadar isterdim!”

 “Vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden insanlar!” Hayal gibi, olmaz gibi değil mi? Ama öyle değil; o insanlar Türk Milleti’nin birer ferdi ve Türklük şuuru ile dopdolu iseler anlatılanlar doğrudur. Türk Milleti için, “cansız ve tarafsız coğrafyayı” vatanlaştıran unsurlardan biri de o coğrafya üzerinde yakılan ve dilden dile söylenerek gönülden gönüle ulaşıp ruhlara işleyen türkülerdir. Bu yazımızda vereceğimiz örneklerle türkülerin vatan tutma konusunda adeta birer tapu senedi gibi rol oynadığını, bu durumun ancak bizim milletimize has bir haslet olduğunu anlatmaya çalışacağız. Şu içten söyleyişlere bakar mısınız?

“Sevgilim seyre çıkalım burda gel ilk baharı,

Gül açmış ömrümüzün en şirin arzuları,

Anadır arzulara her zaman Karabağ,

Konuşan dil dudağım tar, keman Karabağ,

Karabağ can Karabağ ana yurdum...”

“Araz akar lil ile, deste, deste gül ile

Men yarımı sevirem, şirin, şirin, dil ile

Bahçaları sarı gül, yarı gonça, yarı gül

Geç açıldım, tez soldum, olmayaydım barı gül

Ay Laçın, can Laçın, men sene kurban Laçın…”

“Kerkük'ten yola çıkak

Gidek Erbil'e Erbil'e

Altından köprü kurak

Varak Erbil'e Erbil'e…”

“Yıktılar kalamızı, sürdüler balamızı

Daha can boğazdayken çektiler salamızı

Ah Kerkük yüz ak Kerkük, her zaman yüz ak Kerkük

Ölseydim düşmeseydim, men senden uzak Kerkük

Elinde yâd elinde, öt bülbül yâd elinde

Bir diyar mezar olsun, kalmasın yâd elinde…”

"Biz Kırım'dan çıkarken/Kar yağmadı kan aktı

Anam babam kız kardeşlerim/Gözleri dolu yaş kaldı.

Gökte uçan uçakların/Kanatlarını kim yazar

Şu Kırım'da ölen cağ yiğitlerin/Cenazelerini kim kılar?

Kaçardım ben Akyar'dan/Karadeniz olmasa

Asardım kendimi/Anam babam olmasa!"

“Selanik içinde selam okunur  

Selanın sedası bre dostlar cana dokunur

Gümüş kazma ile mezar kazılır  

Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver

Al başımdan bu sevdayı götür yara ver…”

“Belgrat yolu uzun urgan

Üstümüzde yoktur yorgan

Ağla benim anacığım

Ben Belgrat’ta kaldım kurban…”

“Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş

Yavru uçmuş ıssız kalmış otağı

Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş

Sakiler meclisten çekmiş ayağı…”

Daha neler neler; ne mahnılar, ne hoyratlar, ne şarkılar, ne türküler… Yurt tutup vatan yaptığımız eski diyarlarda söylenen ve sayıları yüzleri, binleri aşan kahramanlık türkülerini, aşk ve sevda şarkılarını yazmıyorum bile ve soruyorum:

Emperyalist güçlerin yol açmasıyla geçmişte birer Türk yurdu olan Irak ve Suriye’deki topraklar üzerinde bulunan Kerkük, Musul, Erbil, Halep ve benzeri yerler için Kürtlerin, Balkan coğrafyası için oralarda yaşayan başka grupların, Kıbrıs ve Selanik için Rumların, Karabağ ve Laçin için Ermenilerin yazıp söylediği böyle içten, yürekten kopan şarkıları var mıdır?  

Tıpkı mezarlıklarımız, tıpkı bıraktığımız mimari eserlerimiz gibi oralarda yakılan, ayrıldıktan sonra hasret duygularıyla söylenen ve hala hem o diyarlarda hem buralarda ve Türk’ün olduğu her yerde yaşayan, yaşatılan türkülerimiz, şarkılarımız, hoyratlarımız, mahnılarımız var. Onlar ki, “insan ve hayvanın aynı kayıtsızlıkla çiğnediği, taş ve toprak yığınından ibaret olan” o coğrafya parçalarını birer vatan kılmamızı sağlayan tapu senetlerimizdir. Türk, iş ve aş için, geçim derdi ya da görev için ayrılsa da vatanından o duygu bitmez, hasretle yanar tutuşur ve aşık Kemteri gibi saza, söze davranır:

                    “Unutturdular sana ana dilini

                        Makinaya nikâhladık gelini

                        Çöktük aha bükecekler belini

                        Yurda dön hey bacım, yurda dön yurda!”

            Çünkü insan vatanını sever ve burada söz Namık Kemal’indir artık:

“İnsan vatanına sever.

Çünkü vatan, öyle bir galibin kılıcı veya bir kâtibin kalemiyle belirsiz hatlardan, sınırlardan ibaret değil; millet, hürriyet, menfaat, kardeşlik, hakları kullanma, hakimiyet, atalara hürmet, aileye sevgi, çocukluk hatıraları gibi birçok yüce duygunun toplanmasından oluşmuş, mukaddes bir düşüncedir.”  

Bizler “vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden” ve “coğrafyayı vatan yapan” türküleri söyleyen insanların torunları olarak Türk’ü sevmeye ve türkü söylemeye devam edeceğiz, etmeliyiz. Çünkü o türküler söylendikçe o diyarlarla ilgili hatıralarımız canlanmaya, resmi sınırlarımızın dışında olsalar da gönül sınırlarımız içinde kalmaya devam edeceklerdir.