Millet olarak başımız dertten kurtulmuyor amma şu son Korona Virüs denen illet bağdaş kurup hepsinin üzerine oturunca ne şehitlerden haberimiz oluyor, ne ekonomiden, ne düğünden ne cenazeden ve işte 23 Nisan geliyor, ardından da bir ay sonra Ramazan Bayramı ama onlarda da melül, mahzun olacağımız ortada.

Çin’den başlayıp adeta davul zurna çalarak dünyayı dolaşan virüse her nedense bütün dünya hazırlıksız yakalandı. Eller ne haldeler tam bilemeyiz de, biz teşhis ve tedavi konusunda iyi gitmemize rağmen aslında bu işin en kolay ve en ucuzu olan maske meselesini bile halledemedik. Nerede ise bir ay “Takılsın mı takılmasın mı, kimler taksın kimler takmasın” diye vakit öldürüldü. Bu arada el yıkama işini beşiktekinden eşiktekine kadar hepimiz bir güzel öğrendik. “Kolonyada alkol var, kullanmak doğru değil” diyenlerimiz bile nerede ise kolonya ile banyo yapacak hale geldiler. Hepsi iyi, güzel de ters giden bir şeyler ve belki de çok şey var.

Aslında daha baştan işi ciddiye almamıştık. Yapımız icabı genelde “Bize bir şey olmazcılığımız” vardır ya; ilim adamlarımızdan bile, “Bu virüs Türklerin genlerine etki etmez” diyenler olmuştu. Bu arada Cumhurbaşkanımız, “Dut pekmezi içerek korunuyorum” demişti malum. O sıralarda, TBMM’deki CHP grubu konuyu Sağlık Komisyonu Başkanlığı’na getirmek isteyince de TBMM Sağlık Komisyonu Başkanı AKP’li Şenel Yediyıldız, “Cumhurbaşkanımızın öğütlediği gibi dut pekmezi içilirse bir şey olmaz. Gündeme getirip konuşmaya değmez” gibi bir açıklama yapmasın mı? Gerçekten komedi değil mi?

İşin ciddiyeti ve şakaya gelir tarafı olmadığı anlaşılınca Sayın Cumhurbaşkanı kamuoyuna yaptığı ilk açıklamasında, “Altmış beş üstü vatandaşlarımızın her birine bir şişe kolonya ve maske verileceğini, Ankara ve İstanbul’a öncelik verileceğini” söyledi. Biz eşimle birlikte 65 yaş üzeriyiz ve Ankara’da ikamet ediyoruz ama ne arayan oldu ne soran. Hadi Allah’a şükür, ihtiyacımız da yok; kendi kolonyamızı aldık, maskelerimizi de yaptık. Yalnız bu arada, “Altmış beş yaş üstüne sokağa çıkma yasağı getirildiği için maske verilmeyeceği ve satılmayacağı” da açıklandığına göre şayet Cumhurbaşkanı’nın taahhüdü geçerliliğini koruyorsa ve dahi virüs belası defedilmeden dağıtım tamamlanabilecekse 65 yaş üstüne maske gönderen Cumhurbaşkanı yasağı delmiş mi oluyor ya da olacak?

Sonra, “Herkese 5 maske” konusu gündeme gelince önce satılacağı, sonra PTT tarafından dağıtılacağı ifade edildi. Durum giderek esrarengiz bir hal alıyordu. PTT işi olmadı, “e-devlet” denildi, O da olmadı, eczaneler devreye sokulup “Telefonlara kod gönderileceği” söylendi. Kod geldiydi, gelmediydi, eczanelere maske verildiydi verilmediydi derken günlerden beri de bunlarla meşgul oluyoruz ya da meşgul ediliyoruz. Bir de bakmışız ki biz daha maske konusunu bile çözemeden virüs belası def olur gider!

Maske konusuna fazla yer verdiğimin farkındayım ama malum, işin başından beri gündemi en çok meşgul eden konu bu. Oysa bu iş belediyelere bırakılsa idi eminim ki en geç bir hafta içinde çözülür ve gündemden çıkar giderdi. Hadi belediyelere verilmedi de, mahalle muhtarları eliyle niye dağıtılmadı, dağıtılmıyor da eczanelerin başı derde sokuluyor?

Belediyeler demişken tabii bu konuyu atlamak olmaz. Ne yazık ki iktidar, böylesine hayati bir konuda bile AKP’li olmayan belediyeleri dışlama yoluna gitti, gidiyor. Konu ile ilgili olarak yapılan toplantılar ve alınan kararlarda onlara fikir sorulmuyor, toplantılara davet edilmiyor ve yaptıkları çalışmalar engellenmeye çalışılıyor. Belediye Kanunu’nda yeri olmasına rağmen yardım ve bağış toplamaları yasaklandı. Üstüne üstlük Ankara ve İstanbul Belediye Başkanları için bu konuda soruşturma bile açıldı. Konu yolsuzluk değil, hırsızlık değil, ihaleye fesat karıştırmak değil, milletin malını birilerine “parsel parsel” peşkeş çekmek değil. Peki nedir? “Şehremeni/Şehrin emin, güvenilir kişisi” olarak seçildikleri beldelerinde yaşayan insanlara bu olağanüstü durumda aş ve ekmek dağıtabilmek için formül üretmek!

Hadi bunu engellemeye gerekçe olarak kanunlarda düzenleme yapılmış ya da bir yerde kitabına uydurulmuş olsun ama yıllardır düşküne, fakire, fukaraya, yolda kalmışa yemek veren aş evlerinin hesaplarını bloke etmek ne oluyor? Bu konuda Eskişehir Büyükşehir, Odunpazarı ve Antalya Murat Paşa Belediye Başkanları’nın feryatlarını, sitemlerini dinledim. O aşevlerinin çalışmalarını, hizmetlerini bilen arkadaşlardan bilgi aldım. Önceden beri devam eden bir hizmet asıl ve daha elzem bir hizmet zamanında niye, niçin ve neden engellenir? Gerçekten de anlaşılır gibi değil.

İstanbul’u, Antalya’yı ve diğerlerini duyuyorum ama Ankara’da yaşadığım için biliyorum; Ankara’nın ve Ankara’da yaşayanların ufkuna bir güneş gibi doğan Mansur Yavaş sessiz, derinden, reklamsız, gösterişsiz, şatafatsız yaşayışını hizmetlerine de yansıtmış durumda. Tam Müslümanca, İslam’a yakışır tarzda, “Sağ elin verdiğini sol elin haberi olmadan” gereğini yapıyor. Bakkallara olan veresiye borçları kapatılıyor, su borçları siliniyor ya da erteleniyor, tarıma destek için alım garantili teşvikler veriliyor, tohumlar dağıtılıyor, ekmek fabrikası devamlı çalıştırılıp millete ekmek yetiştiriliyor ve belediye hizmetleri de aksatılmadan yürütülüyor. Hani, “Kıskananlar çatlasın” demek geliyor içimden.

Bütün bunların yanında bir de siyasilerin, bürokratların ve tabir yerinde ise “Kraldan çok kralcıların”, “trol” adı verilen sazanların yapıp ettikleri, kırdıkları potlar, “Pireyi deve gösteren” yandaş ve candaş medyanın yazıp çizdikleri, ekranlara taşıdıkları var tabii…

TBMM Sağlık Komisyonu Başkanı’nın maksadını aşan potunu yukarıya almıştım. AKP Aydın Milletvekili olan bir hanım, “CHP’nin dağıttığı kolileri almayın, haramdır” diye kargaları bile güldüren bir “fetva” üfürmüş. Doğrusu, içine riya ve menfaat karışmadığı için asıl onların yardımları helaldir diye bir “karşı fetva” da ben verebilirim.

Malum, İstanbul’da Sosyal Politikalar İl Müdür Yardımcısı olarak görev yapan biri de, “Açız” diye feryat eden bir Roman vatandaşı kastederek, “Geber!” diye tweet atmıştı. O şahsın o görevden alındığı ifade edildi ama bence öylelerinin kamu hizmetlerinden tamamen uzak tutulmaları gerekir.

Derken, Zonguldak Valisi’nin hezeyanları ile adeta “şok” olduk. Millet sağlık çalışanlarını alkışa tutarken, TBMM’de “Sağlık Çalışanlarına Şiddet Yasası” çıkarken ve şu ortamda her zamankinden çok onlara ihtiyaç duyulurken “Dam başında saksağan, vur beline kazmayı” cinsinden laflar edip moralleri bozdu. Böyle ne zaman nerede, ne diyeceğini bilmeyen kişiler nasıl bazı makamlara geliyor, getiriliyor; anlaşılır gibi değil. Bence “Sağlık Çalışanlarına Şiddet Yasası” o Vali için de uygulanıp ceza verilmelidir.

Yazının başlığında, “Dert çok, hemdert yok; konu çok da hangi birini yazayım, kime dert anlatayım?” diye sordum ya; gerçekten de şaşırmış durumdayım.

Bu arada hayat devam ediyor tabii… İktidar ve fırsatçılar da boş durmuyorlar. Tam Virüs belası gelip çattığı sıralarda “Kanal İstanbul” için ihale yapan ve önceden, “Boğaz trafiğinin sıkıştığını yeğenimden öğrendim” diye “müthiş” bir gerekçe söylemiş olan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı görevden alınmış ya da siyasi literatürdeki ifadesi ile azledilmişti. Bunu gerçekten hayra yoranlar olmuş ve virüs belasının bazı anlayışları değiştireceği konusunda ümitvar olunmuştu.

Gelin görün ki, Allah’ın verdiği büyük bir nimet olan Salda Gölü’nün başına gelenler ve İstanbul’a hastane yapılması konusunda yapılan yer seçimi karşısında tekrar hayal kırıklığına uğradık. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, günlerce adeta yalvararak, “Terk edilen Atatürk Havaalanı’nın boş duran binaları, büroları sahra hastanesi olarak düzenlensin. Hazır altyapısı, yolu, suyu, elektriği, binaları var” deyip duruyordu. Hiç ilgilenmediler bile ve sonra bir akşam karar verip sabahleyin dünyada da örnek gösterilen o güzelim pistleri darmadağın ettiler. Maksat herhalde İmamoğlu’nun dediğini yapmamak ve Atatürk Havaalanını tamamen kullanılmaz hale getirmek. Kısacası, üç kuruşluk masrafla en geç bir hafta içinde hizmete sokulabilecek bir iş milyarlarca masraf yapılarak zamana yayıldı. Müteaahhit yandaşmış, candaşmış o da umurumda değil ama yapılan iş yanlış ve yanlışa yanlış dememek haksızlık karşısında susmaktır, israfa ve zaman kaybına göz yummaktır.

Kalıcı hastane yapılmak isteniyorsa yer elbette bulunur ama o havaalanı hem stratejik açıdan, hem kullanılabilirlik açısından, hem de adı için yaşamalı, yaşatılmalı idi. İşte gördük, insanlığın bir virüslük canı var; inatlaşmanın kimseye bir yararı yok. Havaalanı’nın boş duran birimleri geçici hastane olarak kullanılır, kalıcı hastane gerekiyorsa yine uygun zamanda uygun bir yere yapılırdı.

Kimse alınmasın, gücenmesin; derdimiz de sıkıntımız da bu. Doğruya doğru, yanlışa yanlış demeli, diyebilmeliyiz. “Şu zamanda birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” diyerek yazdıklarımıza sitem eden dostlar da olabiliyor. Haklısınız ama benim derdim de zaten birlik ve beraberliği tesis etmek, bozulmasına karşı elimden geleni yapmak. İktidarda olanlar dikensiz gül bahçesinde yürüdüklerini sanırlarsa nerede duracakları belli olmaz. Takva ya da ihlas, “Dikenli yolda yürümek” olarak tarif edilir. Hem iktidarda olanlar hem de muhalefettekiler adımlarını o dikenli yolun şartlarına göre atmak zorundadırlar.

Muhalefet gerek maskeler, gerek sokağa çıkma yasağı uygulanması ve gerekse yardım kampanyaları konularında önceliği almıştı. İktidar bazılarını duymazdan geldi, bazılarını farklı da olsa uygulamaya koydu. Oysa “birlik ve beraberlik” o seslere de kulak vermeyi gerektirirdi. Durum böyle iken Sayın Cumhurbaşkanı’nın muhalefet mensubu belediyeleri davet etmeden AKP’li belediye başkanları ile telekonferans yolu ile meseleleri konuşması ve onlara talimatlar vermesi de doğrusu yadırgandı.

Meşhur meseldir ve denir ki, “Hatadan dönmek erdemliliktir!” Nasıl ki daha önce iki saat öncesinden sokağa çıkma yasağı ilan edilip kargaşaya sebep olunup bir hafta sonraki uygulama bir hafta öncesinden ilan edilerek doğrusu yapılmışsa, benzer konularda da aynı yol takip edilmelidir.

Unutulmasın ki, birlik ve beraberliğin oluşturulup ötekileştirme ve dışlamalara son verilmesi öncelikle yetki ve sorumluluk sahibi olanların boyunlarına borçtur ve büyük vebal gerektirir.