Ankara’da Gençlik Parkı karşısına yapılan Melike Hatun Camii’nin Halil Konakçı isimli bir imamı var. Tıpkı Ayasofya Camii’ne atanan ve ileri geri konuştuğu için tepki toplayıp istifa etmek zorunda kalan Baş İmam gibi oldukça sivri dilli biri. Ayrıca da esrarengiz bir kişilik.  "Melike Hatun Camii de görevli" sanıyorduk ama İstanbul Pendik'teki Uluçınar Camii'nde görevli olduğu da söyleniyor. İlgili müftülüklere soranlara "Bilgi veremeyiz" diye cevaplar veriliyormuş. Yani kendileri tam bir muamma ve tam bir koruma altında bulunuyor.

Kadınlar hakkında, Atatürk’le ilgili milleti rahatsız edici konuşmalarıyla gündemden düşmeyen ve nerede ise çeşitli illere, ilçelere konuşmacı olarak götürülüp mülki idare amirlerince ağırlanarak hediyeler verilen bu kişi son olarak da adeta Hatay ilimizin “Arap ve Kürt toprağı” olduğunu ima eden sözler sarfetmiş.  Şu ifadelere bakar mısınız?

 ‘‘Hatay’ın çoğunluğu Arap’tır. Kürt ve Arap kardeşlerimiz var orada. Hala da öyle.  O zaman da öyleydi. 1938’e kadar Fransız işgalindeydi. Sınırın içinde mi kalsın dışında mı kalsın tartışmaları vardı. Ezan yasağı 1932’de geldi. Fransızlar, ezanı Hatay’daki Müslüman köylerinde, camilerinde yasaklamadılar. Yine Fransız işgalindeki Hatay merkezinde, köylerinde ezan ‘Allahü ekber’ diye okundu 1938’e kadar. 1938’de Hatay Türkiye topraklarına katıldığında ilk yapılan iş ezanın yasaklanması oldu. Yani Fransız’ın yapmadığı zulmü bu topraklarda yaptılar.’’

Konakçı Hoca bu konuşmayı Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutlamaya hazırlandığımız 2023 yılında yapıyor. Söz konusu konuşmadan tam 104 yıl önce Maraş’ta fahri imamlık yapan ve süt satarak   geçimini sağlayan bir imam daha var. Dikkat buyurulsun, Halil Konakçı gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden ya da o zaman için Osmanlı Devleti’nden maaş alan bir imam değil;  Allah rızası için namaz kıldırıyor.   

Konakçı Hoca ise hem Atatürk’ün getirdiği sistemle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir imam olarak devletten maaş alıyor hem de Atatürk’ü ve yaptıklarını karalamaya kalkıyor. Asıl adı İmam Ali olan Sütçü İmam ise, yukarıya aldığımız sözleriyle adeta işgalci Fransızları öven Konakçı Hoca gibi davranmayıp silahını ateşleyerek işgalcilere karşı direnişi başlatıyor ve açtığı ateş Maraş’ın Kahraman olmasının yolunu açıyor. Çünkü O, işgal altındaki bir beldede, bir ülkede Cuma namazı kılınamayacağını, ibadet etmenin hazzına varılamayacağını biliyor. Olay şöyle başlıyor:

Önce İngilizler tarafından işgal edilen Maraş’a onların çekilmesinden 8 ay sonra 29 Ekim 1919 günü bu defa Fransızlar giriyorlar.

 Fransızlar, yerli Ermenileri de yanlarına alarak, gösteriler ve taşkınlıklar yapmaya başlıyorlar.   Maraş’ı işgal edişlerinin daha ikinci günü olan 31 Ekim 1919’da tarihi Uzunoluk Hamamı'ndan çıkan Türk kadınlarına, Fransız devriyeleri ve Ermeniler, "Burası artık Türklerin değil, Fransızlarındır. Fransız memleketinde bizim dediğimiz olacak. Açın yüzlerinizi" diyerek peçelerini çıkarmak için saldırıyorlar.

Bunun üzerine Çakmakçı Said ve Gaffar Kabuloğlu Osman, kadınları işgalcilerin elinden almak isterken dipçik ve kurşunla ağır yaralanıyorlar. Olayı duyan Sütçü İmam, tabancasını alarak olay yerine geliyor ve saldırganlardan birini öldürüp oradan uzaklaşıyor.

Yani durum, Konakçı Hoca’nın anlattığı gibi güllük gülistanlık değildir. Kadınların peçelerini açtıran, çarşaflarını parçalayan Fransızlar ve işbirlikçi Ermenilerin zulmü altında Ezan okunup huşu içinde namaz kılınabilir mi?

Konakçı ve yaptığı açıklamadan sonra kendisine gelen tepkiler üzerine “Halil Konakçı YANLIZ değildir” (Dikkat buyurun; yalnız değil YANLIZ!) başlıklı kampanya başlatan cahil cühela grubuna söylenecek bir ifade bulamıyorum. Onlar bir TV kanalında yayınlanan Aziz isimli diziyi seyretseler ya da Emine Özgenç kardeşimizin Asi’nin Çocukları isimli romanını okusalardı, hele de Atatürk’ü anlayabilselerdi Fransız işgali sırasında, ‘‘Hatay’ın çoğunluğu Arap’tır. Kürt ve Arap kardeşlerimiz var orada. Hala da öyle” diye saçmalamaz, Hatay ve çevresinde    neler yaşandığını, ne zulümler görüldüğünü öğrenmiş olurlardı. Gerçi onların maksatları başka.

Konakçı’nın, “Din adamı” değil de siyasi bir figür olmaya hevesli bir yapısının olduğu önceki konuşmalarından da belli idi. İşin garibi Diyanet İşleri Başkanlığı ile devletin ilgili kurumları ileri geri konuşup üzerine vazife olmayan konularda esip gürleyen böylelerine sessiz kalmaya devam ediyorlar. Üstelik, “Sen bir devlet memurusun, öyle konuşmalar yapman doğru değil. Vazifeni yap ve siyasete karışma” diye ikaz edilecek yerde söylendiğine göre kendisine koruma bile verilmiş de öyle dolaşıyormuş. Bu, bir bakıma “Bildiğin gibi devam et; es, gürle, ne dersen de arkandayız” demek değil de nedir? Olacak iş değil ama oluyor işte.

Sadede gelecek olursak:

Günümüzde kimsenin, hiçbir siyasi oluşumun ezanın Türkçe okunması ya da türbanın/baş örtüsünün yasaklanması gibi bir derdi, bir düşüncesi yok. Sağda solda birkaç kendini bilmezin saçmalamalarını mesele yapmak abesle iştigaldir ve siyasetçilerin emellerine meze olmaktır. Türkiye’de uygulanan çirkin ve çirkef siyasete “Din Adamı” kisvesi taşıyanların alet olması akıl dışı bir durumdur. Hanefi fıkhına göre eğitim alanların Ebu Hanife Hazretlerini hiç örnek almamaları, hiç ama hiç anlamamaları ne kadar acı bir durum ve ne yaman bir çelişkidir.

Ezan İslam aleminde namaza davet ya da namaz vaktini bildirmek için evrensel bir semboldür. Dünyanın neresine giderseniz gidiniz “Allahu ekber Allahu ekber” nidalarını duyunca bilirsiniz ki ezan okunuyor. Gurbet ellerde, yabancı diyarlarda hiç tanımadığınız, dilini, dinini, adetlerini, geleneklerini bilmediğiniz insanların arasında olduğunuzda o ses sizi sarar, kucaklar. Yeri gelmişken, Türkiyemizin çölleşmemesi için mücadele edip ömrünü bu yolda harcayan “Erozyon Dede” Hayrettin Karaca’ya rahmet dileyerek bir hatırasını aktarmak istiyorum.

O, tabiat aşığı bir insandı. Ormanın, ağacın önemini biliyor, dünyanın her yerini dolaşıp incelemeler yapıyor, insanları bu konuda bilinçlendirmeye çalışıyordu. TRT radyolarında yayınlanacak programımız için kendisiyle konuşup röportaj yapmak amacıyla bir prodüktör arkadaşımla birlikte Yalova’da kurduğu Arberetum’da (Canlı Bitki Müzesi) kendisini ziyaret etmiştik. Bizi bir gece orada misafir etti ve geç saatlere kadar sohbet ettik. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki bitki örtüsü ve ağaç çeşitleri ile ilgili belki binlerce slayt gösterdi, anlattı, anlattı. Bir ara duygulanmıştı. “Filipinlerde idim” dedi. “Sabaha karşı  bir ezan sesi ile irkildim. Bir anda Türkiye’de, İstanbul’da olduğumu sanmıştım. Sonra anladım ki çok uzaklardayım. Düşünebiliyor musunuz, binlerce kilometre uzaktasınız ve bir dost, bir tanıdık ses sizi çağırıyor, kucaklıyor; işte öyle bir duyguya kapıldım!”

İşte, bir Müslüman için ezan budur. Zamanın şartları, siyasi tavırlar yüzünden hatalar yapılmış ve daha sonra bu hatalardan dönülmüş olabilir. Ancak aradan 90 yıl, 100 yıl geçtikten sonra jetonu yeni düşen misali yeni olmuş ya da oluyormuş gibi pişirip pişirip ortaya sürmek doğru ve ahlaki değildir. Bu tür davranışlarda bulunanlarda iyi niyet aranamaz. Siyaset erbabı milletin dini duygularını istismar etmek için bunu yapıyor ama “Din görevlisi” etiketi taşıyan biri ya da birileri damarları patlarcasına öfkesini dışarı taşırıp bağıra çağıra hakaretler yağdırıyorsa İslamiyet’i hiç anlamamış ve siyasilere kul – köle olmuş demektir.

İşte az yukarıda Rahmetli Hayrettin Karaca’nın yaşadığı bir hatırayı aktardım.  Ezanın önemini ve güzelliğini böylesine veciz, böylesine anlamlı olarak anlatan bir din görevlisine rastladınız mı? İşte bütün mesele burada.